top of page

Jeanette Winterson’ın Perspektifinden Sanat Yapıtlarına Farklı Yaklaşımlar

Baran Barış


Yapıt, kendimizi korumaya aldığımız güvenli alanların dışında dururken bizi de yanına çekmeye başlar. Bu nedenle kimileri, bu güvenli alanları kaybetmemek için sanatı yok saymayı seçer. Sanatın kurduğu dünyaya çekilmeyi göze alanların “kişilik göstergelerine dönüş[en]” kitapları olduğundan söz eden Winterson’a göre bu kitaplar, okuru “yeniden tanımlar, sınırları[n]ı zorlar, kalbi[n]i koruyan çitleri yerle bir eder”.


10/23 | Makale

 

Kolaj içindeki görseller: Virginia Woolf'un Birleşik Krallık - Richmond'daki heykeli

ve Sally Potter'ın 1992 tarihli filmi ''Orlando''.


1985’te yayımlanan ilk romanı Tek Meyve Portakal Değildir’le başlayan yazın yaşamına romanın yanı sıra öykü, deneme, senaryo gibi türlerdeki ve çocuklar için yazdığı yapıtları sığdıran Jeanette Winterson’ın Bedende Yazılı, Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın, Tek Meyve Portakal Değildir, Tutku, Vişnenin Cinsiyeti’ gibi eserlerinin yanı sıra, denemelerinden oluşan Sanat Başkaldırır [1] adlı kitabı da Türkçeye çevrildi. Kitap, “Sanat Başkaldırır”, “Dönüşüm” ve “Esriklik ve Enerji” başlıklarını taşıyan üç bölümden oluşuyor ve bu bölümlerde Winterson, çeşitli disiplinlerden verdiği örneklerle sanat yapıtları karşısında okurun, izleyicinin tepkilerini, kurmaca metinlere yaklaşımları, sanat anlayışları arasındaki çatışmayı ele alıyor.


Birçok denemesinde sanat yapıtının okurda, izleyicide, dinleyicide, kısaca alıcıda, bıraktığı etkiyi benzetmelerle açıklayan yazar için bir tablo, roman ya da başka formlarda oluşturulmuş bir yapıt, insanın yolunu değiştirecek, kaldığı yerden devam etmesini engelleyecek bir güce sahip. Bu güç çoğu zaman, özellikle ilk karşılaşmalarda, korkutur hazırlıksız bir alıcıyı. Bu nedenle Winterson, sanat yapıtlarını “yabancı birer şehir”e benzetir (Winterson, 2018: 16). İlk kez adım attığı bir şehirde yolunu bulabilen alıcı ise yönlendirmeleri izleyerek o şehrin kendine özgü yapısını çözmeye başlar. Bununla birlikte yazar, alıcının elinde her yapıt için geçerli olan bir yol haritası bulunamayacağına dikkat çeker. Metinleri tek bir yöntemle incelemek ve yazarın deyişiyle “ehlileştirmek” mümkün değildir (Winterson, 2018: 17). Bu durumun alıcıda gittikçe artan bir tedirginliğe yol açtığından söz eden Winterson, o hazırlıksız yakalanma anında verilen tepkilerle alıştığımız, tanıdığımız insanlar karşısındaki durumumuz arasında gördüğü fark üzerinden bu rahatsızlığı açıklar. “Sevdiğimiz kişiler bizim için öyle tanıdıktır ki onlara bakmamıza gerek bile yoktur” der yazar ama örneğin bir resme bakarken nasıl yaklaşacağımızı bilemeyiz, bocalarız; ancak artık o resmin etkisi altına girmeye başladıysak tedirginlikle birlikte başka tepkiler de kendini gösterir (Winterson, 2018: 20). Bu aşamada gittikçe artan dikkat dağınıklığına değinen yazar aklımızın resmin düşündürdüklerinden, hissettirdiklerinden başka bir şeyle meşgul olup olmadığını sorar. Yanıtı “hayır” olan alıcılar için artık keşif süreci başlar. Resmin oluşturduğu gerçeklik içinde anlamlar üretmeye, çözümlemeler yapmaya koyulan alıcının bir yandan da resimle çatışmaya girebileceğini öne sürer Winterson. Resmin alışılmadık bir dünya çizmesi, sınırları zorlaması alıcıyı öfkelendirir; çünkü sanat yapıtları, Winterson’ın da birçok kez altını çizdiği gibi estetik haz vermenin dışında tedirgin eder ve alıcıyı çeperlere ittiği birçok konuyu, durumu, insanı, kavramı, merkezine taşımak zorunda bırakır. Bu bağlamda sanatın ısrarcılığına da vurgu yapan yazar, Vicki Hearne’ün bir saptamasına göndermede bulunarak sanatla hayvan arasında bir benzerlik kurar:


En sevdiğim yazarlardan biri olan Vicki Hearne, Amerikalı bir hayvan terbiyecisi olmanın yanı sıra Yale’de öğretim görevlisi olarak çalışmış bir filozoftur. Hearne, ihtişamlı hayvanlarla çalışanların yoğun bir mahcubiyet ve utanç hissedip, ister istemez bir hesaplaşma anı yaşadığını; hayvanların derin anlamlar barındıran, bir o kadar da anlaşılması güç olan gözlerinin her şeyi özetlediğini söyler. Sanatın gözleri de derin ve çetindir, üstelik bakışları çoğu kişi için fazlasıyla ısrarcıdır. (Winterson, 2018: 22)



Sanatın bu nitelikleri, alıcıya iki seçenek sunar: Alıcı ya sanatı değersizleştirip onunla yollarını ayıracak ya da onu tanımaya çalışacaktır. İkincisini seçtiğimizde sanat, hem kendimizle hem başkalarıyla ilgili önceden düşünmediklerimizi düşündürmeye ve bağlantılar kurdurmaya başlar. Burada Winterson’ın bir uyarısıyla karşılaşırız. Ona göre bir yapıt karşısındaki insanın, duygularını irdeleme süreciyle yapıtı irdeleme süreci birlikte ilerlemelidir. Duygularımızı irdeleme sürecinde başarısız olduğumuzda sanat, yazarın deyişiyle, “foyamızı açığa çıkarır” (Winterson, 2018: 26). Yapıt, kendimizi korumaya aldığımız güvenli alanların dışında dururken bizi de yanına çekmeye başlar. Bu nedenle kimileri, bu güvenli alanları kaybetmemek için sanatı yok saymayı seçer. Sanatın kurduğu dünyaya çekilmeyi göze alanların “kişilik göstergelerine dönüş[en]” kitapları olduğundan söz eden Winterson’a göre bu kitaplar, okuru “yeniden tanımlar, sınırları[n]ı zorlar, kalbi[n]i koruyan çitleri yerle bir eder” (Winterson, 2018: 35, 36).


Sanatın etkilerini ele aldıktan ve birçok örnekle açıkladıktan sonra modernist yazarların okurla ilişkisini irdelemek için sorular sormaya başlar yazar. Eliot, Pound, Joyce, Woolf ya da Stein’ın okurla arasında gergin bir ilişki mi vardır? Winterson böylesi bir sava karşı çıkar. Çeşitli akımlardan örnekler vererek sözgelimi romantiklerin de başlarda benzer tepkilerle karşılaştıklarını belirtir. “Devrim düzeni bozar ve çoğumuz sakin bir hayat sürmeyi tercih ederiz” der ve modernistlerin okurun alıştığından ve kendilerinden önceki yazarların bağlı olduğu akımlardan farklı metinler ortaya koyarak tedirginlik yarattığını ama “yabancı bir şehirde” yolunu bulmasını bilen, komutları iyi takip eden okurun bir süre sonra bu yazarlarla iletişim kurduğunu öne sürer (Winterson, 2018: 46).



Bununla birlikte yazarla okur arasındaki gerginliğin tek nedeninin dil ve biçeme ilişkin farklılıklar olmadığına dikkat çeken Winterson, genç kuşak yazarların işçi sınıfı için yazmak istemelerine karşın bu kitleye ulaşamadığından söz eder ve bu konuda şu yargıya varır:


[O]tuzlu yılların hevesli delikanlılarının daha sonra istemeyerek de olsa öğrendiği şuydu ki, herkes dahil olmayı istemediği müddetçe herkesi kapsayan canlı bir edebiyat üretmek mümkün değildi. Sanat kimseyi dışarıda bırakmaz ama kimsenin seviyesine de inemez, o istisnai manzaraya ulaşmak istiyorsak yukarı tırmanması gereken bizlerizdir. (Winterson, 2018: 50)


Yazar, nasıl bir okur kitlesine ulaşmak istediğini ele alan “Kendime Ait Bir Çalışma” başlıklı denemesinde bu görüşünü yineler ve bir yazarın, okurken kendine sınırlar çizmeyen, alıştığı metinlerin benzerlerini tekrar tekrar okumak gibi bir tembelliği olmayan okurlara ulaşmayı amaçlaması gerektiğini açıkça söyler. Winterson’ın sözünü ettiği emek verilmediğinde okurun karşılaştığı metni bir tehdit olarak algılaması mümkündür. Yazarın, Woolf’un Orlando’sunu ele aldığı “Doğuştan Gelen Kanatlar” başlıklı denemesinde böylesi bir algıya örnek karşımıza çıkar. Orlando karakterinin anlatı boyunca dönüşümü, hazırlıksız bir okurda tedirginliğe neden olur; çünkü sınırları zorlanır. Yazar, Woolf’un “[e]n şoke edici olayları biraz şaşırtıcı da olsa tamamen doğalmış gibi aktaran bir dil kullanarak okurun gizli şüpheleri ve zevkleriyle dalga geç[tiğini]” dile getirir (Winterson, 2018: 75). Sanatın bıraktığı bu etkiyi rahatsızlıktan çok “toplumsal nezaket kurallarınca ele geçirilmemiş alanları işgal et[mek]” olarak yorumlayan Winterson, genel anlamda sanatın başkaldırısının, etkisinin anlık olmadığını, süreklilik gösterdiğini belirtir (Winterson, 2018: 111, 112).



Yazar, yapıtların okurlarda bıraktığı etkilerle beraber okurların ve eleştirmenlerin yaklaşımlarını da irdeler denemelerinde. Kendi deneyimlerinden, söyleşilerde yöneltilen sorulardan yola çıkarak yazarın yaşamıyla yapıt arasında birebir ilişkiler bulmaya çalışan okurları eleştirir. Yazarın yapıtlarına değil, magazinsel konulara ilgi gösteren yaklaşımın yüzeyselliğine vurgu yapan Winterson, “Cinsiyetin Semiyotiği” başlıklı denemesinde yapıtlarda özyaşamöyküsel izler arayıp konuyu yazarın cinselliğine getiren eleştirmenleri kolaycılıkla suçlar. Yapıtları üzerine birçok inceleme bulunan Woolf’a ilişkin değerlendirmelerde de benzer bir yüzeyselliğin çoğu zaman görüldüğünü savunur. Woolf da T.S. Eliot ve D. H. Lawrence gibi, Winterson’ın deyişiyle, “Freudyen alt anlamlar tespit etme çılgınlığının mağduru olmuştur” (Winterson, 2018: 71). Yazar, bu eleştirilerinden sonra Woolf’un yapıtları üzerinden örnek çözümlemeler yaparak bir yapıta nasıl yaklaşılması gerektiğini ortaya koyar. Orlando’yu ele alarak bu yapıta yazınsal değer kazandıran öğenin, yazarın dili olduğunu belirtir. Okurun herhangi bir yazınsal türle sınırlandırmakta zorlanacağı bu metinde tümceler, yüksek sesle değil, fısıltıyla ulaşır duymak isteyen okurun kulağına. Bu bağlamda sanatın mahrem olduğunu savunan Winterson, aynı benzetmeyi Orlando için de yapar. Woolf’un yapıtları çalakalem yazılmış metinler değildir. Bunu Woolf’un Dalgalar’ı üzerinden örneklendiren Winterson, bu yapıtta “kullanmadığımız”, “henüz keşfedilmemiş bir halkın kullanacağı kadar alışılmamış ve hareketli bir dil” ile karşılaşacağımızı söyler (Winterson, 2018: 91). Bu dilin bize ulaşabilmesi için de metni hızla değil, telaşa kapılmadan okumak gerekir. Winterson’a göre, “[k]itaplar, tıpkı kediler gibi, kol saati takmaz” (Winterson, 2018: 95).



Bizi her şeyi hızlıca tüketmeye programlayan düzen ise yazınsal bir yapıta da kendi ölçütleri üstünden değer biçmemizi ister. Oysa yapıtın üzerine yapıştırılan fiyat etiketleri temel alınarak yapılan değerlendirmeler, sanatın kendisinin görünmesine engel olur ve Winterson’ın deyişiyle, yapıtın üzerine bir “alakasızlıklar perdesi” çeker (Winterson, 2018: 19). Bu, aynı zamanda sanatçının yaşamını da zora sokar. Ticari kurumlar tarafından yapıtları desteklenmeyen sanatçılar yaşamlarını sürdürmekte olduğu gibi yeni yapıtlar üretmekte de zorlanırlar. Yazın tarihi, yaşarken yapıtlarına hak ettiği değer gösterilmeyen yazarlarla doludur. Biz de sözgelimi, Winterson’ın örneklerine Türk yazınından bir yazar eklersek, şunu sorabiliriz: Yakın zamanda yapıtları üzerine incelemelere daha sık denk geldiğimiz Suat Derviş’e hakkını teslim etmekte geç kalmadık mı? Bu geç kalışlara yazın dünyasındaki kanonlaşma da yol açar. Yazınsal yapıtların değerlendirilmesi için ölçütler belirlenir ve her yapıtı okura bir başyapıt olarak sunulan yazarların dışında kalanların görünür hale gelebilmesi uzun yıllar alır. Winterson, kanona sorular soran ve sorgulayanlardan birinin Woolf olduğunu hatırlatır. Woolf’un bu sorgulamayı yapması doğaldır; çünkü on dokuzuncu yüzyılda yapıtlarını yavaş yavaş yayımlama olanağı bulan kadınlar, kanonun çizdiği sınırlarla karşı karşıya kalırlar. Oya Batum Menteşe’nin “Toplumsal Kimlik ve Kadın Yazarlığı” başlıklı yazısında Laski’den alıntılayarak verdiği örnek, yazını tekeline alan eril zihniyeti ortaya koyar. [2] 1859’da bir köşe yazarı, erkek sandığı George Eliot’ın Adam Bede adlı romanını över; ancak yazarın kadın olduğunu öğrendiğinde başka bir yazısında aynı romanı karalamaya girişir. [3] Woolf da kendisinden önceki kuşağın kadın yazarlarının karşılaştığı bu sınırları tartışmaya açar. Her ne kadar eril zihniyet, böyle bir sınırın olduğunu yadsısa da bu sınırlar ve bir kadının yazar olarak erkek egemen bir düzende erkek yazarlardan farklı deneyimleri olmasaydı Woolf, Kendine Ait Bir Oda’yı yazma gereği duyar mıydı?



Woolf’tan esinlenen Winterson, kitap boyunca sanatın etkisini, bir yapıta nasıl yaklaşılması gerektiğini, kanonları ele aldığı denemelerinden sonra “Kendine Ait Bir Çalışma” başlıklı denemesinde kendi yapıtlarına sık sık göndermede bulunarak bir yazarın biçemine, önceki kuşaklarla kurduğu bağlantılara, yazınsal türlerde gözlemlenen değişikliklere, sınırların kaldırılmasına okurların dikkatini çeker. Winterson, bir yazardan “[s]esi[nin] herkes gibi tınla[mamasını]” bekler (Winterson, 2018: 181). Önceki kuşakların yapıtlarını okumaya devam etmelerini; ancak onların biçemlerini taklit ederek yazmaktan vazgeçmelerini öğütler yazarlara. Kendi dilini bulan, biçemini oluşturan, var olanı tekrarlamak yerine özgün metinler ortaya koyabilen yazarların sanat ile eğlence sözcüklerini eşanlamda kullanmayan okurlar tarafından fark edileceğini ileri sürerken, kendisinin bunu başardığını dile getirir (Winterson, 2018: 192).


 

[1] Winterson, J. (2018) Sanat Başkaldırır, Çev. Zeynep Baransel, İstanbul: Sel Yayıncılık.

[2] Menteşe, O. B. (2003). “Toplumsal Kimlik ve Kadın Yazarlığı”. Litera: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Dergisi.

[3] Laski, M. (1973) George Eliot and Her World. London: Thames and Hudson.

Üst
bottom of page