top of page

Biz hep savaştık: ‘Kadınlar, Sığırlar ve Köleler’ Kurgusuna Meydan Okumak *

Kameron Hurley


... dünyayı, çeşitli toplumsal cinsiyetlerden, karmaşık cinsiyetlerden ve henüz anlatılmamış biricik, tutkulu hikâyelere sahip bireylerden müteşekkil vızıldayan bir kovan olarak yeniden hayal ettiğimiz an, onları görmezden gelmek zorlaşır. Onlar artık “kadınlar, sığırlar ve köleler” değil, kendi hikâyelerinin faal oyuncularıdırlar.


06/23 | Çeviri

 


Size lamalarla ilgili bir hikâye anlatacağım. Lamalar hakkında şimdiye kadar duyduğunuz diğer tüm hikâyeler gibi olacak: nasıl ince pullarla kaplıdırlar; yavruları düzgün yetiştirilmediyse onları nasıl yerler; ve hayatlarının sonunda, kabaran denizde boğulmak için kendilerini —lemmingler gibi— uçurumların üzerinden nasıl atarlar. Onlar da özünde denizden doğmuş deniz yaratıkları, geçimini denizden sağlayan balıkçılar gibi denizle evliler.


Lamalar hakkında duyduğunuz her hikâye aynıdır. Kitaplarda görürsünüz: Zavallı bebek lama, huysuz ebeveyni tarafından parçalanır. Televizyonda: büyük, görkemli bir sürü halinde aşağıdaki denize dökülen pullu lamaların devasa gelgiti. Filmlerde: kabadayı lamalar cigara tüttürür ve pullarını boyayıp ormanda kamufle olur.


Bu hikâyeyi pek çok kez gördüğünüz ve lamaların doğasıyla tarihini zaten bildiğiniz için, medya dışında bir lama görmek elbette bazen sizi şoke eder. Gördüğünüz lamaların pulları yok. Bu yüzden gördüklerinizden şüphe edersiniz ve arkadaşlarınızla “şu pullu lamalar” hakkında şakalaşırsınız, onlar da gülüp “Evet, lamalar kesinlikle pullu!” derler ve siz asıl deneyiminizi unutursunuz.


Sizin aklınızda kalan, uyuz kapmış, bir süre sonra pulları varmış gibi görünen, yavru bir lamaya karşı, belki de onu yiyecekmiş gibi saldırgan davranışlar sergileyen gördüğünüz o lama. Böylece filmlerde, kitaplarda, televizyonda gördüğünüz anlatıya uymayan lamaları —hikâyelerde duyduklarınızı— unutur, hikâyelerin bahsettiği davranışları sergileyenleri hatırlarsınız. Aniden, hatırladığınız tüm lamalar, etrafınızdakilerden her gün gördüğünüz ve duyduğunuz anlatıya uyar. Arkadaşlarınıza onun hakkında şakalar yaparsınız. Bir şey kazanmış gibi hissedersiniz. Deli değilsiniz. Siz de başka herkes gibi düşünüyorsunuz.



Ve sonra bir gün geldi, kendi lamaların hakkında yazmaya başladın. Bekleneceği üzere, gerçekten karşılaştığın yumuşak, tüylü, yamyam-olmayan lamalar hakkında yazmayı seçmedin çünkü kimsenin bunları “gerçekçi” bulmayacağını biliyordun. Hikâyelerden lamaları çıkardın. Eceline susamışlıkla yamyam lamaları yarattın, pulları boyayla matlaştı.


Başkalarının anlattığı hikâyeleri anlatmak daha kolay. Bunda özellikle utanılacak bir şey yok.


Sorun sadece bunun tembel işi olması, tembel olmak da bir spekülatif kurgu yazarının olabileceği en kötü şey.


Ah, ama bu doğru değil.


***



Geçici bir tarih bilgisinden daha fazlasına sahip olduğumdan hakikate tutkuyla ilgi duyuyorum: hakikat, onu görsek de görmesek de, ona inansak da inanmasak da, hakkında yazsak da yazmasak da vuku bulan bir şeydir. Hakikat sadece vardır. Onu başka bir şekilde adlandırabiliriz veya vuku bulmamış gibi davranabiliriz, gelgelelim onu hatırlamayı ve kabul etmeyi seçsek de seçmesek de yansımaları bizimle yaşar.


Güney Afrika'nın Durban kentinde emektar profesörlerimden biriyle yüksek lisans tezim hakkında konuşmak için oturduğumda, bana neden kadın direniş savaşçıları hakkında yazmak istediğimi sordu.


“Çünkü kadınlar ANC’nin [1] militan kanadının yüzde yirmisini oluşturuyor!” diye coştum. “Yüzde yirmi! Bunu öğrendiğimde inanamadım. Bildiğiniz gibi, kadınlar hiçbir zaman savaş güçlerinin bir parçası olmadı.”


Sözümü kesti. “Kadınlar her zaman savaşmıştır,” dedi.


“Ne?” dedim.


“Kadınlar her zaman savaşmıştır” dedi. “Shaka Zulu’nun [2] tamamı kadınlardan oluşan bir savaş gücü vardı. Kadınlar bütün direniş hareketlerinin bir parçası olmuştur. Kadınlar erkek kılığına girerek savaşa gittiler, denizlere açıldılar ve insanlar var oldukça etkin olarak çatışmalara katıldılar.”



Buna ne diyeceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. ABD okul sistemi içinde, Büyük Adamlar tarih teorisi diyetiyle beslenmiştim düzenli olarak. Tarih Büyük Adamlarla doluydu. Erkekler birbirini öldürürken kadınların ne yaptığını öğrenmek için ayrıca kadın tarihi dersleri almak zorunda kaldım. Birçoğunun ülkeleri yönettiği ve bazı devletlerin, özellikle Yunanistan ve Roma’nın oluşumu üzerinde önemli sonuçları olan hayli etkili doğum kontrol yöntemleri buldukları ortaya çıktı.


Dünyanın yarısı kadınlardan oluşuyor, fakat kadınlardan, bir şeyler yapan insanlar olarak değil de kendilerine bir şeyler yapılan insanlar olarak bahsetmeyen bir anlatı duymak ender görülür. Kadınlardan ekseriyetle bir erkeğin kızı olarak bahsedilir. Ya da bir adamın karısı olarak.


Televizyonda daha yeni Alaskalı küçük uçak pilotları hakkında bir reality show izledim; tüm pilotlar aileleri ve tutkuları hakkında ufak takdimler yapıyordu, ancak bekar kadın pilota tek satır yer verilmişti: “Pilot X’in kız arkadaşı”. Ancak ikinci sezonda, birbirlerinden ayrıldıklarında kendini tanıtabildi. Böylece anlaşıldı ki diğer pilottan dört kat daha uzun süredir Alaska’daymış ve usta bir pilot olmasının yanı sıra avlanıyor, balık tutuyor ve buz duvarlarına tırmanıyormuş.


Ama anlatı “yamyam lama” hikâyesiydi, gözlerimiz bulandı ve onu başka bir şey olarak görmeyi kestik.


***


Dil güçlü bir şeydir, kendimize ve diğer insanlara bakış açımızı hem latif hem de ürkütücü biçimde değiştirir. Ordu hakkında bilgi sahibi olan veya medyanın savaştan nasıl bahsettiğine dikkat eden herkes muhtemelen bunu anlamıştır.


“İnsanları” öldürmeyiz. “Hedefleri” öldürürüz. (Ya Japonlardır, ya Doğu Asyalılar ya da türbanlı sarıklı tipler [“gooks”, “japs”, “ragheads”].) “On beş yaşındaki oğlanları” değil, “düşman savaşçıları” öldürürüz. (Evet, drone saldırılarında öldürülen on beş yaş ve üstü her çocuk artık otomatik olarak düşman savaşçısı diye listelenir. Oğlan değil. Çocuk değil.)



“İnsanlar”dan bahsettiğimizde aslında “erkekleri ve kadınları” kastetmeyiz. “İnsanlar ve kadın insanlar” demek isteriz. “Amerikalı Romancılar" ve “Amerikalı Kadın Romancılar”dan bahsederiz. [3] “Ergen yazılımcılar”dan ve “Ergen yazılımcı hanımlar”dan [4] bahsederiz.


Savaştan konuştuğumuzda askerlerden ve kadın askerlerden bahsederiz.


Çünkü biz böyle konuşuruz, tarihten bahsettiğimizde ve “asker” kelimesini kullandığımızda, bu dil savaşan kadınları hemen siler. Bu nedenle, Viking mezarlarını kazanların, kazdıkları mezarların erkeklere mi yoksa kadınlara mı ait olduğunu kontrol etme zahmetine girmemeleri şaşırtıcı değil. İçlerinde kılıç bulunan mezarlardı bunlar. Kılıçlar askerler içindir. Askerler de erkektir.


“Kılıç demek ahbap demektir!” demek yerine bir zahmet gerçek kemikleri kontrol etmeyi akıl etmeleri yıllar aldı ve hatalarını anladılar. [5]


Kadınlar da savaştı.


Aslında, kadınlar yapmadıklarını düşündüğümüz her türlü şeyi yaptılar. Orta Çağ’da doktor ve şeriftiler. [6] Yunanistan'da da ... [7] Şöyle söyleyelim: Geçmişte kadınların yapmadığı bir şey —herhangi bir şey— olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Kadınlar —ara sıra— ayakta işeme alışkanlığına bile sahiptiler. Yapay penis taktılar. Hatta şakacı milletinin hemen elini kaldırıp "Kadınların X’i yapması imkânsız!” dedikleri şeyleri bile. Kadınlar onları da yaptı. Çift cinsiyetli kadınlar ve trans kadınlar da tarihin saflarında savaştı ve öldü, çoğunlukla yanlış cinsiyetler atfedilip unutuldular. Ayrıca kadınlardan ve erkeklerden sanki bunlar değişmez, bir şekilde “tarihsel” kategorilermiş gibi bahsettiğimizde, her zaman şeylerin arasındaki çatlaklarda / dikişlerde yaşayan ve savaşanlar olduğunu unutmayalım.



Ama bunların hiçbiri bizim anlatımıza uymuyor. Hakkında konuşmak istediğimiz, tek bir kapasiteye sahip kadınlar: bir erkeğin karısı, annesi, kız kardeşi, kızı olma kapasiteleri. Bunu kurguda hep görüyorum. Kitaplarda ve televizyonda görüyorum. İnsanların konuşma tarzında duyuyorum.


Bütün o yamyam lamalar.


Yamyam-olmayan lamalar hakkında yazmak benim için gerçekten zor.


***


James Tiptree, Jr.’ın “Erkeklerin Görmediği Kadınlar” başlıklı çok ilginç bir hikâyesi var. Yirmi yaşımdayken okudum bu hikâyeyi ve itiraf etmeliyim ki bu yaygaranın ne hakkında olduğunu anlamakta zorlandım. Hikâye bu muydu? Ama ... hikâye bu değildi! Pek az şey yapan, bir kadın ve kızıyla seyahat eden bir adamın kafasının içindeki anlatıya sıkışıp kaldık. Adam gibi, elbette biz okuyucular da onları “görmüyoruz”. Aslında hikâyenin kahramanları olduklarını hikâye bitene kadar anlamıyoruz.


Sonuçta bu, adamın hikâyesiydi. Bu onun anlatısıydı. Bizim bir parçası olduğumuz onun hikâyesi. Sınırlı manzarasında sadece nesnelerin, bazı NPC'lerin [Oyuncu olmayan karakterlerin] yanından geçiyorlardı.


Onları görmedik.


***


On altı yaşımdayken, kadınların neden ABD ordusunda savaşmaktan men edilmesi gerektiğine dair bir makale yazmıştım. Geçenlerde eski kağıtları karıştırırken buldum. Kadınların neden savaşta yer almaması gerektiğine dair argümanım, savaşın korkunç, ailelerin önemli olmasıydı ve bunca erkek savaşta ölürken neden kadınların da ölmesini isteyelim ki, diyordum.


Tüm argümanım buydu.


“Kadınlar savaşa gitmemeli çünkü şimdi erkekler nasıl savaşta ölüyorsa onlar da orada ölecekler.”


A aldım.


***



İnsanlara sık sık tanıdığım en bilinçli kadın düşmanı olduğumu söylüyorum.


Dün gece bir kadın generalle tahta geçmesine yardım ettiği adam arasında geçen bir sahne yazıyordum. Romantik bir gerilimle başladım yazmaya ama sonra bunun ne kadar tembelce olduğunu fark ettim. Başka gerilim türleri de var neticede.


Arada, kesmek zorunda kaldığım, cinsel köleliğe bir gönderme yaptım. Kalemimin ucuna kadına karşı cinsiyetçi bir hakaret geldi. Ekrana karşı homurdandım. Adam kadının çocuğunu kurtarmasına yardım etmek istedi... Yok. Kardeşini? Tamam. Ona ihanet edecekti. Tamam. Adamın bazı eşleri ölmüştü... ugh. Hayır. Yakın danışmanları? Arkadaşları? Belki de biri onu sadece... terk etti?


Kadına yönelik cinsel şiddetin çok az olduğu veya hiç olmadığı toplumlar hakkında yazarken bile, kendimi aynı yorgun kinayeler ve motivasyonlarla yazarken buluyorum. “Pekâlâ, bu kötü bir herif ve bu kadın kahramanın başına travmatik bir şey gelmesi gerekiyor, bu yüzden adamı ona tecavüz ettireceğim.” Hakikaten de ilk kitabımın ilk taslağında yaptığım şey tam da buydu. Çünkü, tabii ya, o, Yaptığınız Şeydir.


Geçenlerde bir genç kızın yaşadığı travmatik deneyimle ilgili bir TV programı izledim, fakat aslında programdaki iki erkek karakter bunun için kavga etsin ve kızın başına gelenlerin hangisinin hatası olduğu hakkında tartışsınlar diye öylece ortaya atılmıştı. Bir süredir gördüklerim arasında, bir kadın karakterin ve onun deneyimlerinin en bariz biçimde silindiği hikâyeydi. Onlar bu konuda kavga ederken, kız kelimenin tam anlamıyla odada onlarla birlikte ve kendisi arka planda adeta kaybolup giderken onların karakter özelliklerini açığa çıkarıyor.



Hikâyenin ne hakkında olduğunu unutuyoruz. Kendi hayatlarımızda güçlü, açık sözlü, zeki, ürkütücü insanlar olan kadınları hikâyelerimizde siliyoruz. Kadınlar bıçaklıyor, sakat bırakıyor, öldürüyor, yönetiyor, sahipleniyor ve kaçıyor. Bunu biliyoruz. Bunu her gün yaşıyoruz. Onu görüyoruz.


Ama bizim hikâyemiz bu: bir odada bağırış çağırış kavga eden iki adam ve bir köşede burnunu çeken bir kadın.


***


“Gerçekçilik” nedir? “Hakikat / Doğru” nedir? İnsanlar bana hakikatin yaşadıkları şey olduğunu söylüyor. Fakat sorun şu ki, gerçekte deneyimlediklerimizi, deneyimlediğimizi söylediklerinden veya deneyimlememiz gerekenlerden ayırmak çoğu zaman zor. Biz toplumsal mahlûklarız ve yanılabiliriz.


Felaket durumlarında, ortalama bir kişi kendi fikrini oluşturup harekete geçmeden önce yaklaşık dört farklı görüş daha duymak isteyecektir. [8] İnsanları bu tür durumlara hızlı tepki vermeleri için (orduda olduğu gibi) yoğun bir eğitimden geçirip eğitebilirsiniz, ama insanların çoğu, yaklaşık yüzde 70’i günlük rutinlerine devam etmekten hoşlanıyor. Anlatımızı seviyoruz. Harekete geçmek için çok güçlü kanıtlara ve daha da önemlisi çevremizdeki pek çok insanın söylediklerine ihtiyaç duyuyoruz.


Büyük şehirlerde hep görürsünüz bunu. Bu yüzden insanlar kalabalık kaldırımlarda yumruk yumruğa kavga edebilir ve diğerlerine saldırabilir. Bu nedenle insanlar güpegündüz öldürülüyor ve yaya trafiğinin yoğun olduğu bölgelerde bile evlere zorla giriliyor. Çoğu insan aslında sıra dışı şeyleri görmezden gelir. Ya da daha kötüsü, başka birinin bu meseleyle ilgileneceğini umar.



Chicago'da bir trende sekiz on kişiyle birlikte bir vagonda gittiğimizi hatırlıyorum. Vagonun diğer tarafında bir adam aniden koltuğundan düştü. Öylece... koridora devrildi. Sarsılmaya başladı. Onunla benim aramda üç kişi vardı. Ama kimse bir şey söylemedi. Kimse bir şey yapmadı.


Ayağa kalktım. “Beyefendi?” dedim ve ona doğru ilerlemeye başladım.


İşte o zaman herkes hareketlendi. Makiniste bir sonraki durakta ambulans çağırmasını söylesin diye arkadaki birinden operatör uyarı düğmesine basmasını rica ettim. Ben harekete geçtikten sonra, birden benimle birlikte üç dört kişi daha adamın yardımına koştu.


Ama önce birinin harekete geçmesi gerekiyordu.


Başka bir gün ayakta gidilen bölümde kalabalık bir trendeydim. Kapının yanında duran genç bir kadının gözlerinin kapandığını, kağıtlarını ve klasörünü yere düşürdüğünü gördüm. Kasılıp kalmıştı, çevresinde başka insanlar vardı ama kimsenin ağzından tek kelime çıkmıyordu.


Vücudu gevşemeye başladı. “İyi misiniz?!” diye sordum yüksek sesle, ona doğru eğildim, sonra diğer insanlar baktı, kadın çökmüştü, bir uğultu başladı, vagonun önündeki biri doktor olduğunu söyledi, biri koltuğunu vermeye razı oldu ve insanlar harekete geçti, geçti, geçti.



Birinin bir şeylerin yanlış gittiğini söyleyen kişi olması gerekiyor. Görmemiş gibi yapamayız. Çünkü her şey normalmiş gibi davranan yüzlerce insanın boş boş dolandığı sokak köşelerinde insanlar öldürüldü, saldırıya uğradı.


Ama normalmiş gibi davranmak durumu normal yapmıyordu.


Birinin bunu belirtmesi gerekiyor. Birinin insanları harekete geçirmesi gerekiyor.


Birinin eyleme geçmesi gerekiyor.


***


İlk kez lisede erkek arkadaşımın evinde ateşledim bir silahı: önce tüfek, sonra da kısa namlulu pompalı tüfek. O zamandan beri Glock kullanmakta oldukça iyiyim, tüfek konusunda ise hâlâ berbat durumdayım, özellikle 80'lerde dünyanın dört bir yanındaki devrimci orduların tercih ettiği silah olan AK-47 ile ateş etme fırsatım oldu.


İki yüz kiloluk kum torbamı yumruğumla devirdiğimde yirmi dördümdeydim.


Yumruğun anlamı daha fazlaydı. Herkes silahla ateş edebilirdi. Ama artık bir şeyin suratına nasıl düzgünce vuracağımı biliyordum. Zor.


Büyürken, kadınların belirli türde roller üstlendiğini ve belirli türde şeyler yaptığını öğrendim. Harika rol modellerim olmaması değildi sebep. Ailemdeki kadınlar çalışkan anaerkillerdi. Ama televizyonda, filmlerde ve hatta birçok kitapta gördüğüm hikâyeler bunların anormal olduğunu söylüyordu. Tüylü, yamyam-olmayan lamalardı bunlardı. Çok ender.


Ama hikâyelerin hepsi yanlıştı.



Güney Afrika’da iki yıl geçirdim, Amerika’ya döndüğümde bir on yılı da savaşmış tüm kadınları öğrenerek geçirdim. Bulduğum her devrimci orduda kadınlar savaşmıştı; genelde bu orduların savaş güçlerinin yüzde 20 ila 30’luk kısmı kadın savaşçılardan oluşuyordu. Ama “devrimci ordu” deyince aklımıza ne geliyor? Bu ifade hangi görüntüyü çağrıştırıyor? Aklınızda canlanan güç üç kadın ve yedi erkek içeriyor mu? Altı kadın ve on dört erkek?


Kadınlar İkinci Dünya Savaşı’nda sadece bomba ve silah yapmakla kalmadılar, silahları kuşandılar, tankları sürdüler ve uçakları uçurdular. İster İç Savaş olsun, ister Devrimci Savaş, bana bir savaş söyleyin ki size bir kadının şapkasını ve silahını kapıp savaşa katıldığını gösteremeyeyim. Ve evet, Shaka Zulu da kadın savaşçıları orduya aldı. Ama “Shaka Zulu'nun savaşçıları” dediğimizde aklımızda nasıl bir imaj canlanıyor? Bu kadınları düşünüyor muyuz? Yoksa bunlar görmediğimiz kadınlardan mı? Hikâyelerimize dahil etsek insanların “gerçekçi değil” diyeceği kadınlar mı?


Elbette Shaka Zulu ile birlikte çarpışan kadınlardan bahsediyoruz. Google’da “Shaka Zulu için savaşan kadınlar”ı aradığımda onun “1200 kadından oluşan haremi” hakkında ne varsa öğreniyorum. Tabii ki annesini de. Şu cümle çok revaçtaydı: “Kadınlar, sığırlar ve köleler.” Tek nefes.


Hiç görülmediğimizde kadınların asla savaşmadığını, asla liderlik etmediğini düşünmek kolay.


***


Aynı eski teraneleri anlatsak ne fark eder? Aynı eski yalanları paylaştıktan sonra? Kadınlar savaşıyorsa, kadınlar yönetiyorsa ve kadınlar gökyüzünün yarısını elinde tutuyorsa, hikayeler hakikate kaç yazar? İnsanları bunun dışında bırakarak hakikati değiştirmeyeceğiz.


Değiştirecek miyiz?



Hikâyeler bize kim olduğumuzu söyler. Nelere kadir olduğumuzu anlatır. Hikâyelerin peşine düştüğümüzde bence birçok bakımdan kendimizi arıyor, yaşamlarımıza ve çevremizdeki insanlara dair bir anlayış bulmaya çalışıyoruz. Hikâyeler ve dil bize neyin önemli olduğunu söyler.


Eğer kadınlar “kaltak”, “kancık” ve “orospu" ise ve öldürdüğümüz insanlar da “Doğu Asyalılar”, “Japonlar” ya da “türbanlı sarıklı tipler”se, o zaman onlar gerçekten insan değiller, değil mi? Bu onları silmeyi kolaylaştırır. Öldürmeyi daha kolay kılar. Dikkate almamayı. Görmezden gelmeyi.


Ancak dünyayı, çeşitli toplumsal cinsiyetlerden, karmaşık cinsiyetlerden ve henüz anlatılmamış biricik, tutkulu hikâyelere sahip bireylerden müteşekkil vızıldayan bir kovan olarak yeniden hayal ettiğimiz an, onları görmezden gelmek zorlaşır. Onlar artık “kadınlar, sığırlar ve köleler” değil, kendi hikâyelerinin faal oyuncularıdırlar.


Ve bizim hikâyelerimizin.


Çünkü hikâyeler yazmayı seçtiğimizde, anlattığımız sadece münferit bir hikâye değildir. Onların hikâyesidir. Ve sizin. Ve bizim. Hepimiz birlikte varız. Her şey burada vuku bulur. Çamura bulanmış ve karmaşık, genellikle de trajik ve ürkütücü. Ama bunun yarısını görmezden gelmek ve bir kadının —etrafındaki erkeklerle ilişki içinde— yaşamasının ya da şimdiye kadar yaşamışlığının tek bir yolu varmış gibi davranmak, tek bir silme eyleminden ibaret değildir, politik bir silmedir bu.



Bir dünyayı erkeklerle, erkek kahramanlarla, erkek insanlarla ve onların “kadınları, sığırları ve köleleri” ile doldurmak politik bir eylemdir. Dünyanın yarısını silmek için bilinçli bir seçim yapıyorsunuz.


Hikâye anlatıcıları olarak yapabileceğimiz daha ilginç seçimler var.


Size bütün gün lamaların pulları olduğunu söyleyebilirim. Size resimler çizebilirim. Tarihi yeniden yazabilirim. Ama ben yalnız bir hikâye anlatıcısıyım ve siz benimle hemfikir olmadıkça yalanlarım anlatıya dönüşmez. Benim gibi yazmadığınız sürece. Siz de benim tembel anlatımı benimseyip onu devam ettirmedikçe.


Bunun olması için bu silme işleminde suç ortağı olmalısınız. Sen, ben, hepimiz.


Bunun olmasına izin verme.


Tembel olma.


Lamalar size teşekkür edecek.


Gerçek insanlar da.




Çeviri: Murat Erşen



 

* Kaynak: Kameron Hurley. “We Have Always Fought: Challenging the ‘Women, Cattle and Slaves’ Narrative”, The Geek Feminist Revolution” içinde, Tor Books, 2016.


Kameron Hurley (1980), Amerikalı bir bilim kurgu ve fantezi yazarıdır. Türkçede üç kitabı bulunmaktadır: Yıldız Lejyonları, çev. Ayhan Semih Koç, Eksik Parça, 2018; Işık Tugayı, çev. Nihan İşler, Eksik Parça, 2021; Ayna İmparatorluğu, çev. Doğukan Bal, Pegasus, 2020. Kurgusal olmayan ilk kitabı The Geek Feminist Revolution başlıklı deneme derlemesi 2016’da yayımlandı. Bu derlemede yer alan ve kadın mücadelelerini anlatan okuduğunuz yazısıyla bir makaleye verilen ilk Hugo Ödülü’nü kazandı.

 

[1] Afrika Ulusal Kongresi (African National Congress), Güney Afrika Cumhuriyeti’nde çoğunluk yönetiminin kurulduğu Mayıs 1994'ten bu yana hükûmette bulunan merkez-sol çizgideki partidir.

[2] Shaka Zulu, (1787 - 1828) Britanya krallığının sömürgeci emellerine karşı mızraklarıyla amansızca savaşarak karşılık veren Güney Afrikalı Zulu halkının efsanevi lideri.

[3] Alison Flood,“Wikipedia bumps women from “American novelists” category”, The Guardian, [İlgili bağlantı]

[4] Emmet Asher-Perrin, “Lady Teenage Coder Fixes Your Twitter So No One Can Spoil The Game of Thrones For You Again” [İlgili bağlantı]

[5] Dan Vergano, “Invasion of the Viking women unearthed”, Science Fair, [(July 19, 2011, USA Today] [İlgili bağlantı]

[6] Karen Maitland, “Sword and Scalpel,” The History Girls, [İlgili bağlantı]

[7] Foz Meadows, “PSA: Your Default Narrative Settings Are Not Apolitical”, Shattersnipe: Malcontent & Rainbows, [İlgili bağlantı]

[8] Esther Ingliss-Arkell, “The frozen calm of normalcy bias”, io9, [İlgili bağlantı]

Üst
bottom of page