top of page

Üç Okuma Adasında Kıyıcı Zaman

Furkan Güney


Şehir romanı olan Esir Şehir’in diyaloglarındaki tutukluk Kurt Kanunu’nda bozulup, yerini, köşe başında dikilen yurdum delikanlısının ağzından dökülür gibi takır takır işleyen erotik iç/dış konuşmalara ve şehrin Anadolulularının örtük bilinçaltının şekillendirdiği ilişkilerinin, kadın-erkek arası güç dengelerinin ortaya dökülmesinden oluşan uçarılığa bırakıyor.


11/23 | Makale/Kitap

 


Yazı başlığını bizzat Kemal Tahir’in kendi dilinden seçtim. Merhametsiz kelimesi yerine “kıyıcı”yı tercih ediyor. Kıyıcılığın hükümferma olduğu hikâyelerin yazarı o.


Şöyle bir göz gezdiriyorum yazma kronolojisine: 1956’da Esir Şehir, 1957’de Rahmet Yolları Kesti, 1969’da Kurt Kanunu yazılmış. Kemal Tahir Magnum Opus işine geç yaşlarda giriş yapmış, yani genç bir romancı olamamış. Erteleyenler için sevindirici bir not! Tam da bahsedilen üç kitap, bizim bu yazıdaki işimiz.


Romancının paralel dünyalarda çalışma ve bunları işliğinde her nasılsa birbirine değmeyecek şekilde ayrı tezgâhlarda konumlandırma maharetinin nasıl oluştuğuna dair izleme olanaklarına erişebilmiş değilim. Şunu diyorum: Rahmet Yolları Kesti ve Esir Şehir nasıl aynı saatlerde işleyen kafanın ürünü olmuş mesela... Esir Şehir’in işgalin kasveti altında “bunalan” (Esir Şehir’de bu kelimeyi sevmiştir; kendisinden alınmıştır) atmosferini diverjanslığı içinde peşpeşeliği tam oldurulamamış kesitlerin birikmişi olarak tasarlamak, Rahmet Yolları Kesti’nin evin bir yerinde gürültü yapıp ilgi beklemesi mi? Rahmet Yolları Kesti’deki muzır diyalogların alımlılığı mı, yoksa Esir Şehir’deki düzeyli kadın-erkek diyaloglarını Tanzimat romanlarının bir adım ötesine geçemeyecek esneklikte serimletemeyen?


Üç okuma adası seçtim; seçimlerimde bir sebep, bir hedef gizliden beni kontrol ediyordu ama o hedef bu üç adanın hepsinde de Kemal Tahir’in kadınları haklı bulması ve aklaması değildi sanırım. Kemal Tahir’in “kadınlar”ını başka bir yazının konusu olmaya namzet tuttum.



Kurt Kanunu: “Çünkü gerçek umut ölümsüz oluyor”


Marksist estetik iki ana anlayışta temsil edilmektedir. Bir tanesi Volga Irmağı boyunca akmakta, Jdanov aracılığıyla resmi kayıtlara girmekte ve parti tüzüğünde yer bulmaktadır. Diğeri ise Lukács ve Goldman aracılığıyla temsil edilmekte olan estetik anlayıştır. Lukács’ın roman üzerine teorileri Türk Marksist aydınları arasında uzun süre tartışılmış ve büyük ölçüde kabul görmüştür.


Kemal Tahir’in dünya görüşünü tek kelime ile tanımlayacak olsak, bu, Marksizm olurdu. Yazar, her sahih entelektüel gibi kendi ideolojik dünyasının unsurlarını arada sırada irdelemiş ve Marksizmin getirdiği bazı teorileri terk etmiştir. ATÜT [Asya Tipi Üretim Tarzı], buna örnek olarak verilebilir; ancak (tarihi) roman anlayışı önemli oranda Marksist Kuramcı Lukács’a yakınsar.


Lukács’a göre iyi bir tarihi roman, tarihin sahnesinde gizlenmiş ikincil ya da üçüncü dereceden karakterleri olan ve onların kişisel hikâyelerine odaklanan romanlardır. [1]


Rahmet Yolları Kesti’de olduğu gibi, eskinin sözü geçen kurumları ve insanları yitip gitmektedir ve gücün el değiştirme süreci büyük ölçüde tamamlanmıştır. Roman, özetle finans terimi olan “Ölü Kedi Sıçraması”nın tamamlanmamışlığı ve sonuçlarının İttihat Terakki cemiyetinin ağır toplarını süpürmesi hikâyesidir. Kırılma noktası, yakın tarihimizdeki İzmir Suikasti’dir. Kara Kemal, İttihat Terakki Cemiyeti’nin önemli üyelerindendir. Lakabı Küçük Efendi’dir. Büyük Efendi ise Talat Paşa’dır.



Kara Kemal, Milli Mücadele’nin lojistik kahramanı ve karakol cemiyetinin kurucusu olarak bilinmesiyle birlikte, elinde biriktirdiği servet tartışma konusu olmuştur. Kara Kemal, karanlıkta kalan yanlarıyla kafalardaki soruların birçoğunu da yanıtsız bırakmaktadır. Hatta bazılarına göre, romanda olduğu gibi intihar ettiği bile şüphelidir. Romanda da geçtiği üzere fotoğraf çektirmeyi sevmediği için görünen, iki adet fotoğraftan ibarettir. Esir Şehrin İnsanları’nın Kamil Bey’inde ete kemiğe bürünen Milli Mücadele’nin mimarlarına ateşli bağlılık on sene sonra Kara Kemal’in ağzından kurucu hamlelere yapılan esaslı eleştirilere dönüşmüştür. 31 Mart, basit ve tek anlamıyla Alman yanlısı politikaya geçiş için makas değiştirmedir. Necip Fazıl, uzaktan akrabası da olan Kara Kemal’in gerçek hayatında da ifade ettiği bu eleştirilere (romanı referans göstermeden) Abdülhamid Han kitabında yer vererek Cemiyet’in günün sonunda umum efkârının sultana yapılan muhalefetten pişmanlık olduğunu iddia etmiştir. Sansasyon yaratan bu tarafları bir yana dursun, Kara Kemal’in konuşmalarında güç ekseninde taraf olmayı seçen kaypak çevreleri ve pelteleşen halk vicdanına yönelik incelikli tespitlerini oldukça dikkate değer buldum.


Şehir romanı olan Esir Şehir’in diyaloglarındaki tutukluk Kurt Kanunu’nda bozulup, yerini, köşe başında dikilen yurdum delikanlısının ağzından dökülür gibi takır takır işleyen erotik iç/dış konuşmalara ve şehrin Anadolulularının örtük bilinçaltının şekillendirdiği ilişkilerinin, kadın-erkek arası güç dengelerinin ortaya dökülmesinden oluşan uçarılığa bırakıyor. Alelade olayların bağlantısı mahkeme tutanaklarındaki kadar titizlikle yapılıyor. Anadolulular yine Çorum’lardan Çankırı’lardan geliyor. Emin Bey ise vicdan mağduru olarak bu romanda Kamil Bey’in ruh ikizi oluyor.


Henry David Thoreau


Bilinen bir hikâyedir: Thoreau siyahilere yapılan ayrımcılığı protesto etmek amacıyla kelle vergisini ödemediği için hapse atılmıştır. Ziyaretine gelen Waldo Emerson “neden içeri girdiğini” sorduğunda Thoreau, “peki sen neden içeri girmedin?” şeklinde karşılık verir. Her ne kadar Kara Kemal’in intiharında ve Emin Bey’in yargılanması gibi olaylar arasında tarihsel gerçekliğe ve kronolojiye aykırılıklar gözükse de Kemal Tahir derdini anlatmadan bitirmez. Hegemon düzenin vebalısı diye bir şey yoktur, savunulma hakkı verilmemiş olan, himaye odakları silinip gitmiş mağdurlar vardır. Selim İleri, bir söyleşide Devlet Ana ile kıyaslaması istendiğinde Kurt Kanunu’nu öne çıkarır çünkü kendi ifadesiyle “İnsanlık Sorumu” bölümünün yeri onun romancılığında çok ayrıdır. [2] İnsanlık Sorumu, evinden karanlık sokağa ani olarak çıkan Emin Bey’in sorumluluğuna koşuşudur ve evet, kitabın yarısından fazlasına bedeldir.

Bir kez bu yokuştan teker meker kaymaya başladın mı olduğundan yüz kat bin kat kıyıcı kesilirsin. Canavarlaşırsın. Her an alçaklık etmekten artık kendini çekemezsin! Önüne çıkanları bir korkulu rüyada, karakoncolostan kurtulmana biricik engel görürsün. Ezmeden geçemeyeceğine inanırsın. Kızarsın. Kızmaktan da öte bir şeydir bu. Kızmak insancıl bir duygudur. Oysa artık sen insanlıktan çıkmışsındır!



Rahmet Yolları Kesti: “Samsun Şosesini Kesen Herifleriz”


Orta Anadolu’da eşkiyalığın parıltısı yitmeye yüz tutmuş, destanlaştırılıp romantize edilen bir tevatüre indirgenmiştir. Kavlak’ların, Çöllo’ların devri geçmiştir, hikâyesi Uzun İskender’den dinlenmektedir. Köroğlu’nun kır atı göğe çekilmiştir. İsa gibi her hikâyenin günah temizleyicisidir.


Irmağının gürüldemediği ulu dağların ve derin karanlık vadilerin olmadığı ot bitmez coğrafyada bir eşkiya hikâyesi yeşertmek zor. Olaylar Çorum Sungurlu ve çevresinde gelişiyor.


Birçoğu gibi Rahmet Yolları Kesti de bir Kurtuluş Savaşı periferisi romanı. Kemal Tahir kenarda duranlara tutunarak yine meram serimlemesi edimindedir. Ancak Milli Mücadele (Yunan Savaşı) adına bir hesaplaşmanın esamisi yoktur. Milli Mücadele sonuçları itibariyle eşkiyalığın son kalıntılarının süpürücüsüdür; bu kısmıyla bahis konusudur. “Mustafa Kemal Aklı”na öykünülür, yeni kurulan hegemon düzenin azametinden bahsedilir ama diyalogların hiçbiri bunun kritiğinin yeri değildir.


Kavlak Ali, Köroğlu, Çöllo... Bunlardan bir tanesi toplumun umum hafızasındadır, yurt çapındadır; Kemal Tahir bize Çöllo ve Kavlak’ı da tanıtır. Çöllo ve Kavlak zengini üzüp yoksula verenlerdendir. İmparatorluğun çöküş dönemi eşkiyasıdır bunlar. Kavlak bir anlamda ana karakterlerden; Uzun İskender’in halefi ve rol modeli. Kavlak, Uzun İskender’in çıraklık dönemidir, eşkiyalığın bir anlamda mektebidir.



Kemal Tahir; aydınlar ortamında oturup kalkmışlığı da olan Kemal Tahir, okuma boyunca ben burada değilim, ben tahmininizdeki destan anlatıcısı da değilim, sizi şaşırtacağım diyor. En fazla Orta Anadolu coğrafyasının (1920’lere kadarki vilayetler haritasına göre Ankara) dışına çıkmamış bir anlatıcı olabilir, algısını uyandırıyor. Böylece anlatımın da kıyıcılığı yerli yerine oturuyor.


Kapıyı yavaşça vurdu. Neden sonra, gayet kederli, gayet korkak bir karı sesi, yavaşça sordu.”


Esir Şehir’de prosedür dışına çıkmayan Kemal Tahir burada yağmur sağanağının içine okuyucuyu sayfa sayfa çekiyor. Ben Esir Şehir’in ilk cildini yazdığı dönemde, bu roman içinde nefes aldığını düşündüm.


Anlatının bütün bu lokalliği içinde yurdun genel gerçekliğine taşmayı reddediyor Kemal Tahir; tam anlamıyla soğukkanlı bir anlatıcı ve anlattırıcı olarak.


Uzun İskender’in yağmura teslim edilmiş planı kocaman bir yalan olurken kendisine dair efsaneler kasabada o dakika yayılmaya başlıyor. Soluk soluğa giden olayın anlatımında Kuru Zeynel’in külyutmazlığı Katır Adil’in mezhepsel ve amaçsal sıkışmışlığı da Eğri Kaya’nın ve Yüksek Oluk’un akustiğinde çınlıyor. Uzun İskender için yayılan us almaz tevatürler diğer eşkiya hikâyeleri için de “acaba öyle miydi” dedirtiyor.


Dede’nin gözlerine dolan korku, dünya kuruldu kurulalı yaşayıp göçmüş bütün insanların yüreğini yaracak kadar büyüktü. Dede’nin eşkiya korkusu, seferberlikteki eşkiyalık devrinden kalmıştı. Eşkiyaların keyif için adam kulağı kestikleri, karıların boğazına nar gibi kızarmış sacayak geçirdikleri, çocukların sırtlarını yarıp tuz, kırmızı biber ektikleri, genç kızların ayaklarını paranın yerini söyletmek, anasını babasını yola getirmek için ocakta yaktıkları devirlerden kalma bir korku...



Esir Şehir: “Ya Kadını Tevkif Ederlerse”


Kemal Tahir, aristokrat ağzından -velev ki bu aristokrat yüreğinde vatan ve insanları adına titreşimler hissedeni olsun- konuşurken müthiş bir can sıkıntısı hissediyor zannımca; kalemi zor ilerliyor gibi geliyor çünkü bunu karakterle özdeşleştirmeyerek duyuruyor okura. Kurt Kanunu’nda Abdülkerim, Yorgun Savaşçı’da Yüzbaşı Cemil çarçabuk ete kemiğe bürünürken Paşa çocuğu Kamil Bey’in bürünemediği sorusunun kökenlere dair bir cevabı yok bende.


Milletin en çalışkanı, en heveslisi denebilecek kahramanımızın ondurulamaz topraklara geri dönüşünün hikâyesi başladığı gibi bitti. Bazı fotoğrafların, bir kağıda usturuplu olarak alınan notların üst üste bindirilmesi gibiydi olan biten. Kemal Tahir işgal İstanbul’unun köhnemiş Osmanlı kurumlarında ve bedbinleşip bocalayan insanlarının üzerinde gezdiriyor kamerasını. Yakup Kadri’nin Yaban’ı gibi bir kahır uyandırmıyor çünkü bu bir aslanın düştüğü yerden kalkma kararlılığı hikâyesi olarak da şekilleniyor bir yandan. Paşa çocuğu Kamil Bey, Madrid’deki gönüllü görevinden kavganın arka saflarına imdada yetişiyor.


Kitabın farklı yerlerine saçılmış halde bulunan net fotoğraflardan birinde matbuat dünyasının içine içine yapılan eleştiriler var. Kamil Bey, Türk matbuatının teknik olarak olması gerekenin çok uzağında, çok iptidai olduğuna ve gazete okurunun da yazılı olanı kutsama takıntısından dolayı yeterli düzeyi yakalayamadığına dair yoğun gözlemlerde bulunuyor ve bunu düzeltmeye yönelik ısrarlı adımlar atıyor. Osmanlı aydını dolayısıyla gazete muharriri eleştirisi ile de devam ediyor. Bu eleştiri, küçük görme ve hesaplaşmadan daha çok, Osmanlı aydını ya da Osmanlı şair-i azamı olmanın patolojik görünümlerine dikkat çekip İmparatorluğun çöküşünün bu hizbin çöküşünü hızlandırmasının Kamil Bey’de doğurduğu acıma duygusu ile birkaç sayfada bitiriliyor. Matbuat çalışanlarının ve muharrir’in haleti ruhiyelere ve gazete kağıtlarına yansıyan sarhoşlukları ve boşvermişlikleri karşılıklı olarak birbirlerini desteklemektedir.

Romanın her yerinde, Nedime Hanım’ın gazete idarehanesinde, kendisi yıkılıp Selamlığı kalan köşkte, Fuat Mahir Bey’in evinde, mahkeme salonlarında, insanların üstü başında, her yerde kurum bağlamış kirlilik ve parasızlık hükmünü sürmektedir. Kamil Bey’e “bu pis dünyaya bu pis deniz pek yaraşıyor” dedirtmektedir Kemal Tahir; deniz bile bu pislikten nasibini almıştır. Tevfik Fikret’in “Sis” şiirinden beri yaşayagelen Köhne Bizans, çöküşün büyük dekorudur.


Kemal Tahir ve Nazım Hikmet


Levanten bir kişilik gibi görünen Kamil Bey, Milli Mücadele için çalışmakta, Milli Mücadele için çalışır görünen adam aslında aleyhine çalışmakta (Niyazi Bey), gebe bir kadın mücadelenin en önünde vuruşmakta ve daha önce Türk subaylarına “sürtünen” kızlar şimdi yabancı subaylara yanaşmaktadır. Tam anlamıyla puslu bir ortam, tam anlamıyla bir “at izi it izi” atmosferi.


Dostoyevski, Goncourt Kardeşler, Anatole France, Tolstoy (adı anılmasa da), Ahmet Rasim kitabın içinde arzı endam edip çıkmaktadırlar. Kemal Tahir, Kamil Bey üzerinden yer yer Batı Edebiyatı ile hesaplaşmaktadır. Tolstoy, aldatan kadını romanını yazmaya layık gördüğü için hedefe konmaktadır. Her ne kadar dini, tasavvufi müesseseler çöküş dönemi insanlarında beyhude teselli üretim araçları olarak görülse de, kadının yeri yine de toplum normlarına göre biçilmiştir Kamil Bey’de.


Ahmet Rasim’e aydınlar güruhu içinde ayrı bir yer verilmektedir; mücadelenin timsali olan Nedime Hanım’ın yakınındadır. Ahmet Rasim, geçimini sağlamak için yazı yazmak dışında bir yol denememiş ve bu şekilde ailesini geçindirmeye çalışmıştır. Abdülhamid’i kızdırdığı için devrin yasaklı kalemlerindendir, yani inatçı ve direniş hattındadır. Kemal Tahir, Ahmet Rasim’in ibretlik bir parasızlık hikâyesini anlattıktan sonra Ahmet Rasim’in devrin baskısına Abdülhamit devrini yeğlediğini söyler ancak bunun anlık bir söz olduğunu araya sokuşturarak bahsi kapatır. Kemal Tahir yine fotoğrafı ekleyip sayfayı çevirir. Özetle, gazete idarehanesine dahi nüfuz eden goygoy rutinini ayakta tutan (özellikle) şairler tablosunda Ahmet Rasim medarı iftihardır.


Ne Garp kafası ne de Şark’ın kafasını iki elinin arasına almış köhneliği! Ulus Baker’in dediği gibi, antagonizmanın ortasındaki zihnin kararığını* eylem temizleyecek ve sağaltacaktır.


Oysa biz bugün şiire ne kadar muhtacız. Kavgacı şiire... Ben, “sanat sanat için” yahut “sanat güzellik için” falan diyenlerin ne demek istediklerini şimdi anladım. “Sanat sanat için” demek, “sanat kuvvetlinin emrinde” demek...


 

* yazım yanlışı yoktur. sözcük seçimi bana aittir (F.G.)


[2] [İlgili bağlantı] (“Hayat Bir Sanat”, 14 Aralık 2019 Tarihli Program)

Üst
bottom of page