top of page

Yara Derin, Bıçak Keskin ve Bir Hiper Metin Olarak Yarabıçak

Ahmet İlhan


Ömer Faruk, Yarabıçak’ta, Baudelaire’in yarattığı bu ikilik çağrışımından hareketle, kendi ikilik metaforunu kurmaya çalışır. Yarabıçak da baştan sona bir çeşit ikilik üzerine konstrükte edilmiştir. Bu oksimoronik ikilik, temelde insan eylemlerinin, edimlerinin, aklının kümülatifi olarak ortaya çıkmakta ve Ömer Faruk, buradaki gizli-açık çelişmeyi-anomaliyi trajik bir arıza olarak not edip, bunu gelecek için bir uyarıya dönüştürmeye çalışmaktadır.


10/23 | Kitap

 


Hem yarayım hem de bıçak!

Tokat benim, yanak da!

Çark benim, çarka gerilmiş beden de!

Kurban benim, cellat da!


Ömer Faruk, Yarabıçak’ta, düşünmeye Charles Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri’nde yer alan bir şiirinden seçtiği bu dörtlükle başlar. Bu dörtlüğü seçişinde elbet bilinçli bir hesaplılık var. Buradaki oksimoronik ikiliği kullanmak ister yazar. Şiirin tümünde başka ikilikler de vardır: “bıçak - yara, çatlak ses - tanrısal senfoni, kan - kara zehir, tokat - yanak, sonsuz gülmeye hükümlü - artık gülümseyemeyen, kendi kalbinin vampiri vs…”


Yarabıçak’ta İkilik Metaforu


Jean Paul Sartre, Baudelaire için “kendisinin uçurum olduğunu hisseden adam” der. Onda hep bir sahtelik, yapaylık, oynama, yaşamı ikilik içinde trajikleştirme çabası olduğunu, bu ikiliği kendi kişiliğinde de yarattığını söyler. Bunu, Baudelaire’in dramı olarak görür ve kendisini görmek için iki kişi olmak gerektiğine, kendisini inandırdığını söyler. Fakat bu ikilik, onun kendisini gerçekte görmesini de engeller. “Hem yarayım hem de bıçak! / Kurban benim, cellat da!” dizelerinde Baudelaire, hem bu ikilik arzusundan hareket eder hem de bilinçliliğini en yükseğe taşıyarak ben’in ben tarafından ele geçirilişini izlemek ister. Baudelaire bir cellatsa, neden kendisini kurban seçmiştir? Belki de Ben’in, kendi diğer ben’ini, ancak eziyet ederek ve eziyet çekerek hissedebildiği, görünür kıldığı ve bu yolla kendi kendisine de sahip çıkmayı başarabildiği bir ikilikten kaynaklanıyordur bu. Ya da insan türünün eylemlerinin tümünün, sonunda onu arzu ettiği cennete ulaştırmak yerine gittikçe cehenneme yaklaştırdığını vurgulamaya çalışıyordur. Ama Baudelaire’in bu hissediş ve görme çabası sonuçta başarısız oluyorsa, içine düştüğü derin yalnızlıkta kendisinin uçurumu da olmak isteyecek, kendisini düşerken seyretmeyi deneyimlemek isteyecektir.


Charles Baudelaire


Burada şiirin yorumlamasından çıkıp Ömer Faruk’un kullandığı metaforun işlevine ve anlamına doğru gelmek gerekecektir. Yazının ilerleyen bölümlerinde ayrıntılarına girilecekse de başlarda şu kadarını belirtmek gerekecektir: Ömer Faruk, Yarabıçak’ta, Baudelaire’in yarattığı bu ikilik çağrışımından hareketle, kendi ikilik metaforunu kurmaya çalışır. Yarabıçak da baştan sona bir çeşit ikilik üzerine konstrükte edilmiştir. Bu oksimoronik ikilik, temelde insan eylemlerinin, edimlerinin, aklının kümülatifi olarak ortaya çıkmakta ve Ömer Faruk, buradaki gizli-açık çelişmeyi-anomaliyi trajik bir arıza olarak not edip, bunu gelecek için bir uyarıya dönüştürmeye çalışmaktadır. Yazar, Yarabıçak’ta, uygarlaşma tarihinin, avcı toplayıcılıktan, toprağı ve hayvanı mülk edinmekten başlayarak, yani en baştan bir sapmayla bugün geldiği aşama itibariyle apokaliptik bir yere evrilmiş olduğunu, uygarlaşmanın esasında bir yıkım, yozlaşma ve trajik bir değer yitimine dönüştüğünü düşünür. Bu betimleme, Hegel’in tarih felsefesindeki tarihsel id’in ilerleyiş perspektifiyle çelişir görünüyor. İyi’ye doğru ileri gitmeyen, tam tersi kötü’ye doğru bir ilerleyişten bahsediliyor. Bunu gerçekleştiren “akıl-id-ruh” hem insanın bir projesi olan bugünün kötü dünyasının hem de olumlu anlamda iyicil insani edimlerin öznesidir. Yani burada “akıl-id-ruh” hem bıçak hem yaradır. İyiliğin de kötülüğün de tanrısıdır. İnsan yarattığı bütün değerlerle varoluşçu anlamda kendini yaratmış, özünü belirlemiştir. Yazarın Yarabıçak’ta birçok örnek düşünce ve veri üzerinden karşı çıktığı da esasta bu verili uygarlık, kültür, tarih, düşünce, düşünme biçimi ve edimlerdir.


Yarabıçak, Ömer Faruk’un, ironik bir durum olarak hem bugüne kadar hakkında çok şey yazılan hem de kendisinden bahsetmenin zor olduğu deneysel bir çalışması. Neden zor? Göçebe düşünce ve yerleşiklikle, kültürle, yazı ve farkla, boşlukla, gölge ve ışıkla, türlü metaforlarla, sayısız göndermeyle ve niyetlendiği göç boyunca bir taraftan saçıp bir taraftan derlediği denklerle yolculuğa çıkmış ve dilin-söylemin anlam üretimine bir direniş devinisiyle göçü yolda dizmeye yeltenmiş bir metnin ne anlattığından, neyi amaçladığından ve nasıl anlattığından bahsetmek, en başta metnin temel iletisinin kazdığı çukura düşmek anlamına geldiği için; ikinci olarak, yapıtın 248 sayfa olan ilk basımında söylenenleri 599 sayfalık ikinci basım için kaleme alınmış bir yazıda tekrara düşme ve özgün bir içerik kuramama tehlikesi yarattığı için zordur. Ayrıca yapıtın hem içeriği, hem biçimi hem de dil ve söylemi yönüyle tek bir kitap gibi olmayan, bir “çok kitap” denemesi olması da bu zorluğu pekiştirir.



Yarabıçak’ın Düşünce Evrenine Girmenin Zorluğu


Bu düşüncelerle Yarabıçak’ın, okurda ilkin “şaşkınlık” ve “tedirginlik” duyguları yarattığını düşündüğümü söyleyerek girizgâhımı yapmış olayım. Bir kitap için her şeyden evvel, sadece bu durum bile özgün, sıra dışı bir yazı ve fark yaratır demek yanlış bir yorum olmaz sanırım. Şaşkınlık, çünkü kitap, bugüne kadar okuduğumuz hiçbir kitaba ilkin biçim olarak benzemiyor. Uzun bir giriş yazısı, şiirsel alıntılar, aforizmalar, daha önce görülmemiş uzunlukta, yer yer asıl metinden de uzun dipnotlar / açıklamalar, arada küçücük, arada büyükçe yazılar; bazen bir deneme, makale, sohbet, bazen bir öykü, roman veya tamamen yeni deneysel bir biçim ve tür izlenimi bırakan, ödünç alınmış metinlerle metinlerarasılık özelliği taşıyan tuhaf bir biçimsel yapılandırma, okurun şaşkınlıktan bir süre hareket edemediği bir okuma serüveni yaratıyor. Okur, ilkin okumaya nasıl başlayacağını, bu fragmantal yapıda düşünce takibini nasıl gerçekleştireceğini, ana metin ve uzun dipnotlar arasındaki ilişkiyi nasıl kuracağını, adı anılan bütün kitapların, aforizma, alıntı ve dipnotların bilgisine nasıl erişeceğini düşünerek bir şaşkınlık hissine kapılabiliyor. Tedirginlik çünkü Yarabıçak’ta Ömer Faruk o kadar çok düşünceye, disipline, felsefi yaklaşıma, romana, roman kahramanına, tarihsel, sosyolojik, psikolojik betimlemeye yer verir, gönderme yapar, onları referans alır ki; okurun da bütün bu zengin ve derin içerik karşısında kendi bilgisinin boyutuna ilişkin bir şüphe ve tedirginlik duymaması, kitabın içeriğine vakıf olamayacağı biçimindeki kaygıyı taşımaması zor görünüyor. Nitekim bu okurun Deleuze ve Foucault’dan, Bauman’dan, Adorno’dan, Melih Cevdet’ten, Braudel ve Kim Ki Duk’tan, Oruç Aruoba’dan, J. Conrad’dan, Kusturica’dan Mehmet Eroğlu, Gasset ve Haşim’e; Kitab-ı Mukaddes’ten Gadjo Dilo’ya, Kovel’den Cemil Meriç’e, Tanpınar’dan Hasan Ali Toptaş’a... birçok entelektüel, düşünsel, edebi ve felsefi içeriğe vâkıf olmasının beklendiği bir okuma girişiminden bahsediyoruz. Hakan Atalay, “Abdalca bir hayat: Yarabıçak” adlı yazısında bu değiniler zenginliği için şöyle der: “Mister Fa tiplemesinde göreceğiniz gibi, metinde anlatılar, anılar, tespitler, önermeler, şiirler, kahramanlar bir bütünlük içinde arzı endam ediyorlar. Banka Soymuş Bir Devrimci, Melih Cevdet’in Raziye’siyle yaşıyor, Oruç Aruoba Yürüme’yle araya giriyor, kimi zaman Kim Ki Duk’un Boş Ev’indeki delikanlıyla karşılaşıyor, Rakıyı Karanfille İçen Adam’la tanışıyorsunuz; Gülbahar’ın dansıyla Abdûlgaffar el Hayatî’nin özlü sözleri aynı dünyada yaşayıp gidiyorlar.” (Gösteri, Sayı: 319 / 2016) Buna bir de Yarabıçak’ın baştan sona hem biçimsel hem içeriksel bir reddiye biçiminde kurulduğunu da eklersek, okur için ne denli aklını, zihnini, bilgisini hem sınayacağı hem de zorlayacağı külfetli bir okuma tecrübesi yarattığını da görmüş oluruz.


Varlığını bir başkasına devrederek haysiyetli (=özsaygılı) bir varlık olma özelliğinden vazgeçen, böylece mutlak mutluluğa kavuşan evcili görünür kılmak isteyen kukla kostümüyle Venedik Karnavalı’na katılan haysiyetsiz (=özsaygı yoksunu) ya da kuklalığından kurtulamayan kukla. (Fotoğraf: Yelda Baler)


Ömer Faruk’un, bir düşünen olarak en baştan bir düşünme / düşünce haritası edinmeyerek yerleşikliği reddediyor ve yabanıl bir doğada, düşünce için düşünmeyi bir sürek avına dönüştürmeye çabalıyor oluşu üzerinden, Yarabıçak’ta içeriğin yanı sıra dil, yapı ve söylemden daha çok bahsetmek doğru gibi geliyor. İlkin Ömer Faruk’un içerik kadrajından ne göründüğüne bakmak gerekirse:


Göçebe Bir Metnin Ağır Yükü


Yarabıçak metni, anlatım biçimi olarak soyut ve sembolik bir dil evreni üzerine bina edilirken, aynı zamanda somut ve imgelerle dolu bir anlam dünyasına da kapı aralamaya izin verir. Bu, iyi düşünülmüş, titiz bir işçilikle harmanlanmış anlatım biçimi, okur için hem metnin üst dokusundan derinliklerine inmeyi ve çeşitli düşünsel katmanları keşfetmeyi teşvik eder, hem de okuyucuyu farklı yorumlara ve düşünsel yolların izini sürmeye yönlendirir. Bu yaratıcı ve özgün biçimsel form, düşüncelerin ve kavramların etrafında dönerek, birçok farklı tema ve felsefi meseleyi iç içe geçmiş bir şekilde ele almaya imkân sağlar. Metnin tetikleyici dili, sık sık içerdiği sembol ve imgelerle soyut kavramları somutlaştırarak anlamsal görünürlüğü de artırır. Bu sembolleştirme ve imgeleştirme çabası ilkin kitabın adıyla başlar. Nitekim “Yara↔Bıçak” kavramlarının kendisinin başlı başına sembolik bir ifade olarak hermetik bir anlamlandırmaya izin verdiğini, okuru buna teşvik ettiğini ve hatta kışkırttığını anlarız. Bu bağlamda “Yara”nın, derinlik, deneyim ve dönüşümü simgelediğini; “Bıçak”ın ise keskinlik, sorgulama ve dönüştürme anlamları taşımakta olduğunu düşünebiliriz. Okurun ilk başta karşılaştığı bu iki kelime, metindeki temaları ve düşünceleri bir araya getirerek zengin bir sembolik evrenin zeminini yaratır.


Gilles Deleuze ve Felix Guattari


Yazarın velut anlatım tekniği ise, farklı düşünsel akımları ve filozofları atıflarla bir araya getirerek metni zenginleştirmeye olanak sağlar. Örneğin, Deleuze ve Guattari’nin “göçebe düşünce” kavramının metinde önemli bir rol oynadığını ve taşıyıcı bir kolon olarak tasarlandığını fark ederiz. Göçebe düşünce, Yarabıçak bağlamında sabit kalıplardan kaçarak, sınırları aşarak ve yeni bağlantılar kurarak düşünmeyi ifade ediyor olmalı. Bu kavram, metindeki anlatım biçiminin temelini oluşturan düşünsel serbestliği üretmeye de kaynaklık eder, diyebiliriz. Metin, “boşluk” kavramını da engin bir perspektifle ele alıyor. Yarabıçak’ta “boşluk”, diğer çağrışımlarının yanı sıra ilkin keşfedilmeyi bekleyen potansiyeli, yeni anlamları ve düşünceleri temsil ediyor, denebilir. Ömer Faruk’un tercih ettiği anlatım biçimi de boşluğun düşünme sürecinin merkezinde ve farklı düşünsel katmanları ortaya çıkaran bir etmen olarak varlık bulduğunu işaret eder. Bu yönüyle de Yarabıçak metni, bütün özgün anlatım olanak ve teknolojisiyle okuyucuyu düşünsel bir yolculuğa çıkmaya davet eder. Bu yolculukta dilin sembolizmi ve imgelerin gücü, metni bir bütün olarak deneyimlemeyi teşvik ederken, aynı zamanda her okuyucunun kendi düşünsel yollarını ve yorumlarını - duraklarını keşfetmesine olanak tanır. Bu anlatım kombinasyonu, metnin derinliğini ve çok katmanlılığını vurgulayarak, okuyucuyu düşünsel dünyayı sorgulamaya ve yeniden keşfetmeye yönlendirir. Metin, bir dizi temayı ve felsefi meseleyi ele alarak okuyucuyu düşünsel bir yolculuğa çıkarırken, temelde aşağıdaki motiflere odaklanmaktadır:


Dilin Sınırları ve Gölgelerin Dünyası: Metin, “uygarlaşma” illüzyonunun kanlı bir serüvene dönüşünü sorgulayarak başlar yolculuğa. Ardından “imge”nin yaratma sürecinde hakikatle ilişkisine değinir, daha sonra “ışık-gölge” alegorisini yorumlayarak dilin sınırlılıklarını ve gerçeğe erişimdeki zorlukları ele alır. Gölgelerin dünyası, insanların algılarına dayalı gözlemleri ve dil aracılığıyla yansıtılan anlamları temsil eder. Dilin kısıtlamaları ve yalanları, hakikatin arayışında insanların karşılaştığı zorlukları vurgular.



Göçebe Düşünce ve Sınırların Aşılması: Metin, hem “yazı ve fark”ı hem de Deleuze ve Guattari’nin “göçebe düşünce” kavramını işleyerek, sabit kalıpları ve sınırları aşarak yeni düşünsel bağlantılar kurmanın önemini vurgular. Bu düşünce tarzı, sınırları zorlamak, beklenmedik ilişkiler kurmak ve farklı düşünme yollarını keşfetmek anlamına gelir.


Göçebelik: Michel Maffesoli’nin Göçebelik Üzerine: İnisiyatik Başıboşluk’undan alıntılar yapan Ömer Faruk, yazarın, çağdaş paradoksu göstermeyi mümkün kılan bir “sosyolojik metafizik” uygulama niyetini açımlamaya çalışır. Meffasoli, yüzyılın sonunu karakterize eden toplumsal olguları sorgulayarak, göçebeliğin nasıl çağımızın simgesel figürlerinden biri olarak kabul edilebileceğini gösterir: küreselleşen dünyanın; pürüzlerden uzak - tümüyle pürüzsüz olmak isteyen, “sade” ve mükemmel olma iddiasında, sayılamayacak kadar şeye ihtiyaç duyan, harcamaya odaklı, süreklileşmiş bir “boşluk” duygusuyla yaşayan, evcilleşmenin fantezisine direnen toplumuyla karşı karşıya oluşunun nasılını, niçinini sorgulayan düşüncelerdir bunlar. Yazar bu çalışmadaki düşüncelerin; okuru, “göçebelikten yerleşik yaşama” geçişle karakterize edilen modern çağ üzerine düşünmeye yönlendirmesini arzu ediyor. Maffesoli’ye göre yüzyılımızın post-modern insanı yeni tür bir konargöçerlikle iç içedir: Ulus-Devletin ve büyük ideolojilerin gerilemesi, bu yeni zeitgeist’in etken olmasının nedenidir. Bu çalışmada göçebelik, basit, kesinleşmiş ve tek nedenli bir kazanıma değil, bir dengenin gelmesini bekleyen, heterojen, bazen çelişkili unsurların ifade edildiği karmaşık bir yola dayalı antropolojik bir yapı olarak görülmektedir. Bir bütün olarak toplum gibi birey de bu çelişkili uyum içinde yenilenecektir. Yazar, bu bahiste birey ve toplumun, yerleşik her şeyden uzaklaşarak konargöçerlikle yeni tür “iyicil” bir bilimsel, sosyolojik, psikolojik, devrimsel değil ama evrimsel ilerleyişi, bir karşı medeniyeti kurabileceğine inanır görünüyor. Bu anlamda Nietzscheci bir radikal reddedişle - tersyüz etmeyle; ezberlenmiş, tanıdık ve belirli yollardan dahi gidilmemeli. Çünkü: “Yol sınırdır, sınırlılıktır.” (s. 226) “zihin ve bedeni tesviyeden geçen normallerin (=temsil ed(il)enlerin (=evcilleşenlerin) (= tebaanın)) temsiliyet çizelgesidir.” Nitekim “Riske girmeden, bilinmezi göze almadan, yoldan çıkmaya kaybolmaya cesaret etmeden yapılan her yolculuk kod’un organize ettiği faaliyettir…” (s. 226) Bu yolu ancak “kurdun ve kuşun özgürlüğüne sahip olanlar” (s. 225) kat edebilirler. Anlaşılıyor ki Ömer Faruk, göçebe toplum ve göçebe kültürü betimlerken bütün bir verili uygarlık tarihinin makarasının radikal bir olumsuzlamayla geriye sarılmasını ve yeryüzü yaşayanlarının - varlıklarının, kökten ontolojik bir nitel değişimle yeni bir uygarlık serüvenine açık hale gelmesinin olanaklarını sorguluyor. Göçer olmak; bu yeni dünya / yaşam tasavvurunda, temelde, mevcut dünya sistemini - dünya bilgisini / kültürünü reddetmek, onda oyalanmamak, onda donup kalmamak ve ondan kurtularak yeniyi - doğruyu - iyiyi aramak ve bu arayışın kendisini daim kılmak anlamına geliyor.


The Fight Between Carnival and Lent, Pieter Bruegel the Elder, 1559


Descartes’ın Cogito’su ve Şüphe İlkesi: Metin, Descartes’ın “Cogito, ergo sum” yani “Düşünüyorum, öyleyse varım” ilkesini ele alırken, şüphe ilkesinin düşüncenin temelinde yer aldığına dikkat çeker. Bu bağlamda, düşünmeye ve düşüncelerimize duyulan şüphenin, hakikate daha yakınlaşmada önemli bir rol oynadığı belirtilir.


Boşluk ve Potansiyel: Metin, boşluğun bir potansiyel taşıdığını ve yeni anlamların keşfedilmesini beklediğini ifade eder. Boşluk, düşünsel bir alanda yeni düşüncelerin filizlenebileceği, yaratıcılığın ortaya çıkabileceği bir alan olarak işlev görür.


Yara ve Dönüşüm: “Yara↔Bıçak” zıt kavramları, derin deneyimler, içsel devinim ve niteliksel dönüşümü temsil eder. Yara; insanın içinde taşıdığı derin izleri, kalıcı değer - duygu - düşünce ve deneyimleri simgelerken, bıçak; sorgulama, çatışma, dönüşüm ve değişimin aracı olarak görülür. Bu ikili, insanın içsel yolculuğunu ve dönüşümünü yansıtan semboller olarak işlev görür.


Karnaval Kültürü: Bu bölüme farklı düşünürlerden alıntılarla başlayan Ömer Faruk, ilkin sanatın kalıcı olma - iz bırakma koşullarının; “sanatçının mutlak özgürlük bilinci ve yapıtın geleceğe cevap verebilme” imkânına sahip olmasıyla mümkün olabileceği türündeki yaklaşımını dile getirir. Fakat bu motifin asıl içeriği, yazar tarafından Yarabıçak’ın temel iletisine uygun olarak düşünülen ve hem hayatın hem sanatın sınırlarında yer alan “karnaval kültürü” nün yaşamın geneline yansıtılması, bir projeksiyon olarak kullanılması yönündeki değerlendirmeleridir. Yazar bu bölümde; Mihail Bahtin’in Rabelais ve Dünyası adlı eserinden ilham alır. Geleneksel olarak karnaval bir şenlik, bir tür popüler eğlence, bir maskeli balo olarak görülür. Bahtin’in amacı karnaval kültürü tanımlaması üzerinden özgün bir yaklaşımla, olayları olağan algılama biçimini bozmaktı. Ömer Faruk’un da yapıtında olayların olağan algılama biçimini bozmayı amaçladığını görüyoruz. Bahtin de bu yüzden karnavalda olanları yeni bir gözle gözlemlemeye, trajik ya da komik içeriklerini panayırlarda gülen kalabalığın bakışından yorumlamaya çalıştı. Karnaval kültürü yaklaşımında Bahtin, karnaval ve maskeli baloların özünü açıklayan teorik bir model ortaya koydu. Bahtin’e göre Rabelais’in romanına nüfuz eden halk mizahı, ortaçağ pazar yeri popüler “kahkaha kültürüne” dayanmaktaydı. Bahtin için popüler kahkaha kültürü, resmi kültürel biçimlere ve uygulamalara karşı bir muhalefet biçimi olarak tanımlanmalıydı. Bu yaklaşım bana bizim sol çevrelerce muhalif gösterilerde gözaltına alınan göstericilerin gülümsemelerini fotoğraflayıp altına “Gülmek, devrimci bir eylemdir!” deyişlerindeki tutumu anımsattı. (Gülmeye yüklenen abartılı bir anlam ve klişe slogan düşkünlüğü...) Nitekim Bahtin de bana göre karnaval kültürüne fazladan önem atfederek popüler kahkaha kültürü, tüm yerleşik otoriter iktidar merkezlerine meydan okuyan farklı bir dünya imkânı yaratıyordu, diye düşünür.


Mihail Bahtin


Ömer Faruk, bu yerleşik otoriter iktidar merkezlerini sadece dini, politik alanla sınırlamaz, o, yazın, sanat, düşün ve siyasi alanın da bu tür merkezlerce işgal edildiğini ve çok uzun zamanlar boyunca gerçek işlevinden alıkonulduğunu düşünür. Bu işgal, Bahtinci “Karnaval kültürü” yaklaşımıyla son bulur mu bilmem ama en azından, mevcut iktidar merkezlerinin otoritelerini sarsmayı, işleyişlerini bozmayı sağlayabilir. Bu nasıl olabilir peki? Şöyle ki: “Karnaval kültürünü” tartışan Bahtin, karnaval sırasında günlük yaşamı yöneten tüm kural ve düzenlemelerin askıya alındığını savunuyor. Bu askıya alma, hiyerarşik sistem ve farklı eşitsizlik türleri ile ilişkili tüm korku, huşu ve görgü kurallarını içerir. İnsanlar arasındaki sosyal mesafe kalkar, serbest bir gayri resmi etkileşim ortaya çıkar; aşılmaz gibi görünen hiyerarşik engeller artık geçerliliğini yitirir.

Ömer Faruk’un bu karnaval kültürü motifini yorumlayışından şunu arzuladığını çıkarmak mümkün diye düşünüyorum: İnsanlığın geldiği bu yıkıcı, kötücül aşamayı tersine çevirmenin bir yolu olarak, her düzeydeki iktidar merkezlerinin hiyerarşik sistemini, sınırlarını, algı dayatmasını, kültürel kodlarını, bilgisini bozma; zora dayalı sistemlerin kural ve düzenlemelerini, yasalarını, otoritelerini, düşünme biçimlerini vs. askıya alma yoluyla geçersizleştirme...



Yazar, karnaval kültürünü, yeni ve mevcuttan tümüyle farklı bir dünya düzeni için bir taslak olarak düşünür. Nitekim bu karnavalesk dünya düzeni, kitabın 489 ve 490. sayfalarında şöyle dile getirilir: “Tüm çitlerin, dikenli tellerin, sınırların, duvarların, bayrakların, milli marşların, düzenli orduların, anıtların, mabetlerin, kalelerin, gökdelenlerin, üniversitelerin, borsaların ve AVM’lerin anlamını yitirdiği o zamansız boyuta gittik.” Bu boyutta görülebileceği gibi mevcut verili dünyanın tümüyle silinişi var, bir olumsuzlama üzerinden tahayyül edilen, yeninin resminin mevcudun yokluğu üzerinden tasarlandığı ve yaratıcı imgeyi tetikleyen bir boşluk olarak düşünülen bir dünyadır bu. Ömer Faruk, bu dünyayı karnaval düzeni olarak tasarlar: “Her ırktan ve cinsten insanın ötekiyle karşılaşarak ona geçebildiği; hayvanlara ve bitkilere dönüşebildiği; ateş, su ve havaya karışabildiği; sarhoş olarak kendisinden çıkabildiği; dışarısıyla buluşabildiği o uçsuz bucaksız sonsuzluğa gittik!”


Ömer Faruk’un karnavalının yalnızca dünya düzeniyle, insan türünün yaşam biçimiyle, yalnızca insan dünyasıyla sınırlanmadığını görürüz. Tasarlanan, tüm yaşam formlarının, bunu da aşan bir tahayyülle tüm varlıkların kimyalarının bir karnavaldaki gibi sınırsız, kuralsız, hiyerarşisiz ve renkliliğiyle bir karmaşa içinde karşılaşabildiği ve hatta birbirine dokunup birbirinin içinden geçtiği, geçerken dönüştüğü, dönüştürdüğü, birbirine karıştığı evrensel bir karnaval düzenidir. Aslında belki sonsuz evrenin kimya ve doğa düzenidir bu ve insanın yüklediği tüm sınırlayıcı anlamlardan azadedir. Bunlarla sınırlı değil tabii Ömer Faruk’un evrensel karnaval düzeni; daha fazlası var ve keşfedilmek üzere okurunu bekler… Ömer Faruk, bu farklı temaları ve sembolleri kullanarak, okuru düşünsel dünyayı sorgulamaya ve yeniden keşfetmeye davet eder. Metin, soyut kavramları somut imgelerle birleştirerek, okuyucunun kendi düşünsel yollarını ve yorumlarını geliştirmesini teşvik eder. Bu şekilde, metin karmaşık düşünsel konuları ele alırken, okuyucuya özgün bir deneyim sunmayı amaçlar.


Ömer Faruk


“Banka Soymuş Bir Devrimcinin İtirafları” adlı kurgusal metinde ise yazar, bir taraftan bütün dünyada sağ ideolojiler zaferler kazanır, sol ideolojiler kaybederken, bir taraftan da ideolojiler çağının tükendiği söylemleri güç kazanmışken, kadrajına daha dar bir alanı alarak kendi sol-devrimci anlayışı ile Türkiye özelinde sol-devrimci pratiğin spekülatif bir eleştirisini yapar. Yazar, sol işlerin gidişatının tanımını yapmaya çalışırken dünya solunun sağ liberalizm ve post-modern kapitalizm karşısında argümansız kalmışlığını, entelektüel tükenmişliğini veya patinajını çok fazla söz konusu etmeden, daha çok bizdeki arkaik sol pratiğin eleştirisine odaklanır. Bu eleştiriyi kurgusal bir metin içinde sürdürmesi şüphesiz, meselenin bütüncül entelektüel boyutunu çok yönlü ve derin biçimde sergilemesine engel olur. Türkiye solu özelinde sunduğu haklı eleştirilerinin, mevcut sol çevrelerin yorgun, bezgin ve tükenmiş ruh hallerinin “sükût suikastına” uğraması da meselenin derinleşmesine ve boyut kazanmasına izin vermiyor denebilir. Oysa özellikle bu tartışmaların yapılması günümüz için hem hayati hem acil bir mesele olarak görülmeliydi.


Düzenli Ordu Kurma, Bayrak Sallama, Milli Marş Besteleme Suçunu İşlememiş Olan Çingeneler


Ömer Faruk’un yüklediği anlamlar ve düşünsel tarihi arka planı bağlamında göçebe düşünce ile Çingeneler arasındaki ilişki, felsefi bir perspektiften ele alındığında oldukça ilgi çekici bir anlam ağı içinde hareket etmeye imkân sağlar. Deleuze’cü bir perspektiften bakan Ömer Faruk, Çingenelere özgü bu yersizliği, yurt edinmemeyi, konargöçerliği Yarabıçak’ta şöyle ifade eder: “Özünde geleneksel felsefedeki ‘doğruluk’, ‘aşkınlık’ ve ‘tanrısallık’a karşı çıkmayı’, ortak görülerle ters düşmeyi, genel geçer kabulleri çiğnemeyi gözeten bir düşünme biçimidir’ (s.35). Göçebe düşünce kavramı, anlamsalın sabit kalıplarından kaçınmayı ve farklı disiplinler arasında serbestçe dolaşmayı teşvik eden bir yaklaşım olarak değer bulur. Çingeneler ise, genel olarak insan türünün kadim ve yaygın reflekslerinin tersine, yerleşik yaşam biçiminden kaçınarak sürekli hareket eden, konargöçer yaşam tarzını benimsemiş topluluklardır. Bu iki kavram arasındaki anlamsal ilişki, özellikle göçebe düşüncenin felsefi ilkeleriyle uyumlu bir yaşam tarzını benimseyen Çingenelerin deneyimlerini yansıtması açısından ilginçtir. Bu yaşam tarzı, düşünmenin / düşüncenin geleneksel kalıplarını zorlar ve farklı kültürler arasında köprüler kurarak yeni perspektiflerin oluşmasına zemin hazırlar. Göçebe düşünce ile Çingeneler arasındaki ilişki, farklılıkların ve çokluğun değerini vurgular. Çingenelerin bu hareketli yaşam tarzı, sabit ve alışılagelmiş düşünce kalıplarını sarsar / zorlar ve farklı kültürlerin etkileşimine açık bir zıt-uygarlık tahayyülüne alan açar. Bu bağlamda, Çingenelerin yaşam tarzı, göçebe düşüncenin temel prensipleriyle uyumlu bir şekilde çalışır ve sınırların aşılmasını teşvik edici sembolik bir rol üstlenir.



Çingenelerin göçebe yaşam tarzı, farklı fiziksel-kültürel coğrafyalar ve sosyolojiler arasında sürekli bir etkileşimi de gerektiren bir akışkanlık için olanak sağlar. Bu da yeni fikirlerin, görüşlerin ve deneyimlerin paylaşılmasına ve çeşitli bakış açılarının zenginleşmesine imkân tanır. Bu yönüyle, diyebiliriz ki göçebe düşünce ile Çingeneler arasındaki ilişki, felsefi düşünce ve yaşam tarzının nasıl birbirini besleyebileceğini gösteren bir örnektir. Sonuç olarak, bu iki kavram da sınırları aşmayı, farklılıkları değerlendirmeyi ve yeni bağlantılar kurmayı teşvik eder. Hatırlayalım: “Göçebe Düşünce”, Fransız filozoflar Gilles Deleuze ve Félix Guattari tarafından geleneksel hiyerarşik ve sabit düşünme kalıplarına karşı bir alternatif olarak sunulmuştu ve sınırları, tanımları reddederek farklı konular, kavramlar ve disiplinler arasında serbestçe dolaşma, bağlantı kurma ve yeni ilişkiler kurma yeteneğini vurgulamak için kullanılmıştı.


Göçebe düşünce, düşüncenin sabit ve baskıcı yapılarını yıkmayı amaçlamak üzere kurgulanmıştı. Deleuze ve Guattari, düşüncenin kanıksanmış ve alışılagelmiş yollarını terk ederek, farklılıkları bir araya getirip yeni yollar ve bağlantılar oluşturmanın, yaratıcılığı teşvik edeceğini ve özgürce düşünme yeteneğini geliştireceğini düşünmüşlerdi. Ömer Faruk’un Yarabıçak’ı, bu içerikten beslendiği bir deneysel çalışma olarak gördüğünü ve bu çalışma yoluyla kendi özgür düşünce marjının sınırlarını belirlediğini, bir taraftan da bu sınırlardan taşmanın tekinsizliğini tecrübe ettiğini söyleyebiliriz. Yarabıçak metninde, sınırların aşılması, göçebe düşüncenin temel prensiplerinden biri gibi gösterilir. Çünkü göçebe düşünce, ara yolları, patikaları, uçurum kenarlarını kullanarak sınırları aşmayı ve beklenmedik ilişkiler kurmayı teşvik eder. Oysa geleneksel düşünce kalıpları, düşünce yolları ve kavram haritaları sınırları çizer ve bu sınırlar genellikle farklı düşünce alanları arasındaki iletişimi sınırlar, yeniliğin ve yaratıcılığın yollarını tıkar. Göçebe düşünce, bu sınırları kaldırmayı ve farklı disiplinler, kavramlar ve fikirler arasında bağlantılar kurmayı hedefler. Düşüncedeki bu devingen akışkanlık daha önce bir araya gelmeyen farklı kavramlar veya alanlar arasında ilişki kurarak, yenilikçi düşünce biçimleri geliştirme fırsatı sunar. Ayrıca, farklı disiplinlerden gelen bilgilerin ve fikirlerin etkileşimine dayanan kapsamlı ve yaratıcı düşünceye olanak tanır. Ömer Faruk’un farklı disiplinlerden yararlanma çabasının altında da bilginin, disiplinlerin sınırlarıyla sınırlanamayan akışkan, geçirgen, etkileşime, bağlantı kurmaya ve sentezlenmeye uygun doğasındaki yaratıcılıktan yararlanmak ve bu noktadaki farkındalığı artırmak vardır. Bu bağlamda, Yarabıçak metni, göçebe düşüncenin ve sınırların aşılmasının felsefi ve edebi açıdan nasıl işlenebileceğini göstermeyi amaçlayan özgün bir örnektir diyebiliriz.


Dom za vešanje / Çingeneler Zamanı, Yönetmen: Emir Kusturica, 1988


Ömer Faruk bu çalışmasında, devletin ve toplumun dayattığı kavramların, düşünce kalıplarının, düşünme alışkanlıklarının ve algısal kodlamalarının insanların kimliğini ve özgürlüğünü nasıl sınırlayabileceğini göstermeye çalışır ve ayrıca söz konusu göçebe düşünce bilincinin yardımıyla her tür sınırlandırmaya karşı bir direniş mevzisinin nasıl kazılabileceğini göstermek ister. Çünkü insanların; ulusal semboller, lider figürleri, geleneksel kurumlar gibi kavramlar etrafında toplandıkça, özgün kimliklerini ve özgürlüklerini nasıl da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarını bilir. Ayrıca metinde imlenen “ihlal” çağrısının, sınırları aşarak normlara meydan okuma anlamında kullanıldığı, mevcut düzenin kabul edilen kurallarına karşı bir çıkış ve özgürleşme çabası olarak yorumlandığı ve “ihlal”de bulunmamanın yaşamı büsbütün “ihmal” anlamına geldiği de açıktır. Fakat bu anlatıda Ömer Faruk’un itiraz ettiği mevcut düzene, reel “uygarlık”a karşı işaret ettiği bir çeşit “karşı uygarlık”ın nasıl ve hangi dayanaklarla kurulabileceği açık değildir. Yani mevcudun eleştirisine yoğunlaşılmış bir yıkıcılıktan bahsedilebilir, ancak alternatifinin neyle ve nasıl inşa edileceği üzerinde çok düşünülmemiş, denebilir. Tabii bilinçli olarak da bu kodlama yapılmamış olabilir; ki bu ihtimal daha kuvvetlidir. Öyle ki göçebe düşünce burada tümüyle radikal bir uygarlık reddi, hiçbir şeyin kalıcı olarak kurulmadığı bir boşluk, hiçlik arzusu gibi mi düşünülmüş, diye sorulabilir.


Yazı ve Fark Arasındaki Boşlukta Tasarlanan Evren


Ömer Faruk, refleksiyon gerçekleştirirken aynı anda hem düşünen özne olarak kendisine, hem düşünülen şey olarak düşünme nesnesine ve nesneyle arasındaki ilişkiye; hem yazı ve fark bağlamında sözcük / ses / biçim ile taşıdığı varsayılan bilgi arasındaki ilişkiye, hem düşünme fiilinin kendisine ilişkin sürekli bir şüphe, sorgu ve tekinsizlik alanının içinde hareket etmeye özen gösteriyor. Yazı ve Fark kitabında Jacques Derrida; farklılık, çeşitlilik, dil, yazı ve düşünce gibi kavramları incelerken geleneksel düşünce biçimlerini aşarak yeni bir felsefi yaklaşım geliştirir ve bunu özellikle “fark” ve “yazı” kavramları üzerinden yapmaya çalışır. “Fark”, Derrida için oldukça merkezi bir kavramdır. Onun perspektifinden fark, özgünlük ve çeşitliliği ifade eder. Derrida, farkın varlığın temel özelliği olduğunu savunur ve bunu “ayrımların düşünülmesi” olarak anlatır. Ona göre, her şey ayrımların birbirine bağlılığıyla oluşur ve bu ayrımların çeşitliliği “fark”ın kendisini oluşturur. “Yazı” ise, Derrida için sadece metinsel anlamda değil, daha genel olarak ifade biçimleri anlamında kullanılır. Derrida, geleneksel felsefenin düşünceyi sabit ve belirli anlamlara indirgeyen bir yaklaşıma sahip olduğunu düşünür. Oysa Derrida, düşüncenin ve ifadenin değişken, hareketli ve çoklu olabileceğini öne sürer. Bu bağlamda “yazı”, sabit anlamlardan çoklu ve akışkan anlamlara geçişi ifade eder.


La Bohémienne endormie / Uyuyan Çingene, Henri Rousseau, 1897


Bu bilinçle hareket edilerek kurulan Yarabıçak’ta bu yaklaşım, yazma ve düşünme çabasını aynı anda hem sürekli kurulan hem de sürekli bozulan bir kaotik zeminde sürdürmeye dönüşüyor. Tıpkı evrensel doğa gibi zıddını da kendinde barındırarak, gücünü zıddından alıp kendini zıddında yaratarak ve zıddıyla yok ederek sürekli bir yaratıcı devinim içinde tutuyor. Buna göre düşündüğümüzde “Yara↔Bıçak”, hem sembolik bir anlam taşıyan hem de metaforik bir düşünceyi ifade eden güçlü bir kavrama dönüşüyor. Bu kavram, Derrida’nın Yazı ve Fark eserinden esinlenen bir perspektifte ele alındığında, yukarıda belirttiğimiz üzere farklılık, çeşitlilik ve değişim temasının bir araya geldiği bir noktayı da temsil edebiliyor. “Yara” da farklılık ve çeşitliliği simgeliyor denebilir. Nitekim her yara, kendine özgüdür ve diğer yaralardan farklı bir hikâye taşır ve kendine özgü deneyimlerin, duyguların, anıların sonucudur. Bu açıdan, her yara, birer farklılık noktası olarak görülebilir. Derrida’nın felsefesinde vurguladığı gibi, farklılık sadece bir ayrım değil, varoluşun temel bir özelliğidir. “Yara” kavramı da bu bağlamda, farklılık ve çeşitliliği sembolize edebilir. Diğer yandan, “Bıçak”, değişim ve dönüşümü ifade eder. Bıçak, bir şeyi keserek dönüştüren bir araçtır. Bu açıdan, “Bıçak” kavramı, sabit ve belirli anlamlardan çıkarak farklı anlam katmanlarını keşfetme sürecini temsil edebilir. Derrida’nın “Yazı ve Fark” perspektifine göre, düşünce ve ifade de sabit değil, akışkan ve değişken olabilir. “Bıçak”, bu değişim ve dönüşüm sürecini sembolize ederek, yeni anlamların doğmasına zemin hazırlar. Öyleyse “Yara↔Bıçak”, aslında birbiriyle ilişkilendirilebilecek “yin↔yang” gibi iki zıt kavramın birleşimidir, diyebiliriz. Yara farklılığı ve çeşitliliği, bıçak ise değişimi ve dönüşümü temsil eder. Bu kavram, hayatın karmaşıklığını ve çokluğunu yansıtan bir metafor olarak da düşünülmüş olabilir. İnsan deneyimindeki her yara, farklı bir hikâye taşır ve bunlar, bıçak gibi düşünce ve ifade aracılığıyla keşfedilebilir, dönüştürülebilir. Ayrıca “Yara↔Bıçak”, boşluğun varlığı ve göçebe düşüncenin özgürlüğü arasında bir denge kurmaya çalışıyor da denebilir. “Boşluk”, içinde potansiyel olan, keşfedilmeyi bekleyen bir alanı ifade ediyor olmalı. Nitekim Derrida’nın felsefi perspektifine göre, boşluk düşünme sürecinin özündedir ve yeni anlam ve kavrayışların doğduğu yerdir. “Yara”, bu boşlukları sembolize edebilir. Her yara, kendine özgü deneyimleri ve anıları içeren bir “boşluk” olarak düşünülebilir. “Yara↔Bıçak”, bu bağlamda, düşüncenin derinliklerine inerken, potansiyel boşlukları ve farklı anlam katmanlarını keskin bir şekilde araştırmayı temsil eder.



Sonuç olarak, “Yara↔Bıçak” kavramı, farklılığın, çeşitliliğin, değişimin ve dönüşümün birleştiği bir noktayı temsil eder. Her yara, kendine özgü deneyimlerin ve anıların bir ürünüdür ve bu yaralar, düşünce ve ifadeyle keskin bir bıçak gibi dönüştürülerek yeni anlamların ortaya çıkmasına olanak tanır; Derrida’nın felsefi perspektifinden bakıldığında bu kavramın, hayatın karmaşıklığını ve sürekliliğini ifade eden güçlü bir sembolizmi taşıdığı da fark edilir.


Düşünmeler Üzerine Düşünme


Bilindiği gibi Fransızcada réflexion terimi, hem bir şey üzerine düşünme, hem de yansıtma anlamına geliyor. Ayrıca bu kavram, düşünmenin kendi üzerine düşünmesi anlamına da geliyor. Ömer Faruk’un norm dışı kitabı Yarabıçak’ta yapmaya çalıştığı şey de bir çeşit felsefi refleksiyon gerçekleştirmek. Nitekim yazar, özellikle çağdaş Fransız düşünürlerin, düşünmeye açtığı belirli kavramlar, “göçebe düşünce, yazı ve fark, uygarlık, boşluk, kültür…” ve başkaca çok sayıda düşünce üzerinden hareket ederek ve bu belirli, kayıtlı düşüncelerin altını çizerek; içlerini dışlarına, dışlarını içlerine çevirerek onlar üzerinden düşünme edimi gerçekleştiriyor. Yani düşünmelerin / düşüncelerin üzerinde düşünme faaliyeti gerçekleştiren ve bu yönüyle çok sayıda düşüncenin ve düşünürün izdüşümüne dönüşmüş bir çeşit hypertext, Yarabıçak.


Ömer Faruk, hiperteksti, okurun istediği gibi bilgisine erişebileceği bir düğümler ağı olarak çeşitli türden bilgilere bağlanmanın ve bunlara erişmenin bir yolu olarak kullanmış görünüyor. Nitekim bu çeşit bir metin, doğrusal olmakla sınırlandırılmamış, refere edilen diğer metinlerle bağlantılar içeren, okuyucunun doğrusal bir yol izlemek zorunda kalmadan direkt kendisini ilgilendiren bilgiye atlamasına izin veren bir dizin içeriyor. Uzun dipnotlar da ana metin ile ipini koparmadan okumak isteyen herkese ek bilgi sağlamak için tercih edilmiş. Bilgiyi birbirine bağlamak için yer yer ana metinden daha uzun dipnotlar / açıklamalar, çok sık başvurulan alıntılar, aforizmalar; düşünce tarihinde öne çıkmış, yaratıcı ve şaşırtıcı yaklaşımlar; çok sayıda farklı esere ve eser kahramanına yapılan göndermeler (örneğin Melih Cevdet Anday’ın Raziye romanı ve ana kahramanı gibi…), bunlarla kurulan analojiler ve nihayetinde “Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları” başlığı altındaki kurgusal metin, Yarabıçak’ı en önce içerik ve biçim konstrüksiyonu bakımından özgün kılıyor.



Ömer Faruk’un kurgusal metinde sergilediği sol ideolojik yaklaşımların / edimlerin bir çeşit eleştirisi de, Yarabıçak’ın bütününe yayılmış olan Kartezyen yaklaşımıyla bir uyum gösterir. Ömer Faruk’un oldukça hacimli, zengin içerikli bu çalışmasında tek tek yer verdiği düşüncelerin, gerçekleştirdiği düşünmelerin her birinden bahsetmekten çok, onun ne yapmaya çalıştığını anlamanın, eseri anlamak açısından daha önemli olduğunu düşünüyorum. Belki de benzer bir kaygıdan hareketle, kitaba girizgâh mahiyetinde bir sunum metni yazan Şükrü Argın, “Devlet ve İhlal” başlıklı yazısının bir yerinde Yarabıçak için şöyle der: “Descartes’ın cogito’su ve onun yazgısı; bir metin, bir kitap için de geçerli midir? Tuhaf gelebilir ama öyle olduğunu düşünüyorum: Şüphe içinde düşünüp durmuyor ise, bir metnin, bir kitabın var olduğu söylenemez çünkü. Kendi içinde düşünmeyen, içinde sadece düşünceler barındıran bir kitap ya da metin, okurun karşısına geçip seyre dalabileceği bir ‘duvar’dır, o kadar… (…) Ömer Faruk’un Yarabıçak’ı tam da böyle düşünen metindir işte. İçinde hiçbir anahtar yoktur, –sol anahtarı bile yoktur. Kilitleri kurcalar sadece –kurulmuş kilitleri yoklar. Düşüncelerin içinden uyuklayarak değil teyakkuz halinde düşünerek geçer ve her halükarda ısrarla ‘akıntıya karşı’ yüzer.” (Yarabıçak. s. 35)


Şükrü Argın’ın altını çizdiği hususun da, yukarıda ifade ettiğim gibi, Ömer Faruk’un ne anlattığından çok nasıl anlattığı, anlatılan şeye dair tutumu ve ne yapmaya çalıştığı olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan da önemlisi, bilgi denilen şeye dair şüpheci, sorgulayıcı, ezber bozucu tutumun kendisini öne çıkarmaya çalıştığını görüyoruz. Bilgiye, düşünceye ve düşünmeye tersten bir bakışla, yani Descartes’çı katı aklı değil ama metodik şüphe ve analizi işleterek ve neredeyse tüm geleneksel varsayımları göz ardı ederek, özgür düşünmeyi ve araştırmayı uyandırmaya ve düşüncesinin tam bağımsızlığını işletmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Fakat Ömer Faruk’un, Descartes’çı metodik şüpheden akıl yoluyla mutlak bilgiye, doğru bilgiye ve artık şüphenin kıskacından kurtulmuş saf bilgiye ulaşmak istemediğini, daha çok bu metodu işleterek, yerleşik bilgi ve algının hem formunu hem içeriğini bozmak istediğini; ancak bunların yerine kendi doğru bilgisini de yerleştirmeyerek salt tekinsiz bir düşünce / düşünme yolculuğuna çağrıda bulunduğunu söylemekte yarar var. Bu yolculuğun, durup nefes almayı belki içerdiğini ama yerleşmeyi, yerleşikliğin yozlaştıran, iktidara dönüşen ve gerçek anlamda düşünmeyi dışlayan doğasını kabul etmeyen bir yönü olduğunu söylemek gerekir. Düşünmenin bu göçebe niteliğinin metaforu olarak da yazar tarafından -ne kadar isabetli bir metafordur tartışılır ama- göçebe bir millet olan Çingenelerin seçildiğini de görüyoruz. Millet demişken, Ömer Faruk’un Çingeneler için millet sözcüğünü bilinen tanımıyla kullanmadığını, çünkü onların “millet” kavramının tanımlı anlamını taşımadıklarını, bir millet olmanın düşünsel ve edimsel haritası içinde davranmadıklarını söylemek lazım. Diğer taraftan Çingene motifinin Melih Cevdet Anday’ın Raziye romanındaki ana kahramanı Raziye’nin de ele avuca sığmazlık, norm ve form dışılığıyla, ve bunların tümüyle reddiyle, özgürlük, saf bir doğallık, yaşamı dolayımlı değil doğrudan hedefleme ve bir yere yerleşememe, sabitlenmeme gibi düşünce ve durumların temsilcisi olduğunu söylemek lazım.



Ömer Faruk, Raziye karakterinin bu yapısı ile kendi “göçebe düşünce”si arasında bir benzerlik, bir analoji kuruyor. Kendi kurgusal metninde yarattığı kadın kahramanı da Raziye tiplemesinin bir benzeri olarak biçimlendiriyor. Levent Şentürk’ün Yarabıçak ve Raziye arasındaki benzerliği de not ettiği kapsamlı değerlendirmesinde, bu benzerlik şöyle tariflenir: “Melih Cevdet Anday’ın Raziye romanındaki karakter, devrimci gencin sevgilisi haline getirilir. Bununla da kalmaz, anlatıdaki devrimci, romandaki devrimcinin yerine geçer; iki hikâye birbirine eklemlenir. Hayatı kaymış münevver eleştirmen karakterinin argümanlarının, Raziye’deki çiftlik sahibi dayıyı eleştirmek için kullanılması bir başka katlanma noktasıdır. Bir noktada ana karakter diğerine Raziye romanını tavsiye eder; böylece anlatıda karmaşık bir katmanlaşma daha kendini gösterir.” (Levent Şentürk, Yarabıçak: “Merkezî Havlayanlara” Karşı “Aşağı Doğru Tırmananlar”, Cogito 82, Kış 2016) Raziye’deki Dayı karakterinin, Çingenelerin göçerliği, yersiz yurtsuzluğu, bilinen tanımıyla millet olmayı reddedişleri, özgürlüklerine düşkünlükleri üzerinden onlara saldırışı, onları medeniyet, akıl ve bilim dışı ilan edişindeki pozitif aydınlanmacı tavır, Ömer Faruk’un da Yarabıçak’ta karşı çıktığı yaklaşımlardan biri oluyor. O, tam tersi, bu göçebeliğin, evrenin hem doğasına hem ruhuna daha uygun olduğunu, sürekli akan ve devinen bir evrende yerleşik olmanın yanılgısını işaretliyor. Nitekim iktidara dönüşmüş yerleşik, kadim, muhkem tüm dini, etnik, politik, ideolojik ve hatta bilimsel yapıların dünyayı yağmaladıkları bir han-ı iştihaya çevirdikleri, zalim ve hunhar bir ilerlemeci çizgiye tapındıkları; oysa Çingeneler gibi göçerlerin, insanlığın bu kanlı tarihinde ve apokaliptik ilerleyişinde neredeyse tek sayfa katkılarının olmadığını söylemek lazım. Ömer Faruk’un da altını çizdiği şeyin bu olduğunu varsayabiliriz.



Tüm Kodları Unutun!


Sonuç olarak diyebiliriz ki Yarabıçak, Deleuze’ün da ilham aldığı bir Nietzsche’ci düşünme çabası olarak ilkin, onun “aktif nihilizm” diye tarif ettiği bir perspektiften yola çıkıyor ve hep yolda olmayı, bir menzile varmamayı ve (hatta bir menzil olduğu fikrini dışarıda bırakarak) yolculuğun kendisini daim kılıyor. Bilindiği gibi Friedrich Nietzsche’ye göre aktif nihilizm seçkinler ve özgür ruhlar içindir. Bu düşüncenin, her şeyi sorgulamaktan ve her şeyin zorunlu olarak yanlış olduğu ilkesinden yola çıkmaktan oluşan bir düşünme biçimi vardır. Nietzsche’nin, “Nihilizm, yalnızca her şeyin yok olmayı hak ettiği inancı değil, yok edilmesinin gerekli olduğu inancıdır” derken, onun kurulu, muhkem ve sabit kültürel ve düşünsel yapıların hükümranlığını yıkmayı, sarsmayı ve onları yükseltildikleri yücelik konumundan aşağı indirmeyi kast ettiğini biliriz. Ömer Faruk da bu bilinçle yola çıkmış, göçebe düşüncenin taşıyıcısı olmuş gibidir ve bu nedenle yol boyunca sistemli bir biçimde yerleşik düşünme ve kanılara saldırır. Göçebelik burada, uygarlığın verili biçimine, onun kodlarına karşı çıkarken, onu yıkmayı tasarlarken Nietzsche’ci bir yaklaşımla dinleri, kadim felsefi düşünceleri, ideolojileri, kültürel aktiviteleri, kanunları, sözleşmeleri, kurumları ve var olduğu biçimiyle devleti yeniden kodlamanın reddiyesidir. Ömer Faruk da bu yüzden olsa gerek; Yarabıçak’ta karşı çıktığı uygarlaşma tarihinin zıddını kurmaz ya da neyi arzuladığını bildirmez. Kısacası bir kodlama çabasına girişmez. Yalnızca anarşizan, özgürlükçü bir politik tavrın gerekliliğini iletir.


Zor bir metin, zoru seven okurlar için…



* Yarabıçak, Ömer Faruk, Yeni İnsan Yayınevi, 2023.

Üst
bottom of page