top of page

Kendinin Hikâyesi

Boris Cyrulnik


“Yaralarınızı ne yapacaksınız? Onlara boyun eğerek, yardımınıza koşanların vicdanlarını rahatlatacak bir kurban kariyeri mi yapacaksınız? Size saldıranlarda ya da yardım etmeyi reddedenlerde suçluluk uyandırmak üzere acılarınızı ortaya dökerek öç mü alacaksınız? Trajedinizi güç elde etme aracı olarak kullanacak bir ideolojinin hizmetine mi gireceksiniz? Bir gülümsemenin maskesi ardına saklanıp da gizlice acı mı çekeceksiniz? Yoksa yaralarınızla savaşıp her şeye karşın insan olmayı başarabilmek için kişiliğinizin sağlıklı yanını güçlendirmeye mi çalışacaksınız?”


04/24 | Çeviri

 

Fransız doktor, etolog, nörolog ve psikiyatr, Boris Cyrulnik (1937), Yahudi olduğu için İkinci Dünya Savaşı sırasında koruyucu bir aileye emanet edilmiş, Nazi aramalarından tuvaletlerde saklanarak kurtulmuştur. Ailesi Nazilerce katledilmiştir. Psikiyatri kariyerini motive eden şey tam da bu süreçte hayatta kalmış olmasıdır. Fransa 'da Psikolojik “Dayanıklılık” (résilience: esneklik, zorluklarla baş etme gücü) kavramını geliştirmesi ve bu konuda yazdığı popüler kitaplarla tanınmaktadır. Türkçede 2023 yılında Monografi Yayınları’ndan (Hasan Can Utku’nun çevirisiyle) iki kitabı yayımlandı. Şahane Bir Mutsuzluk ve Çirkin Ördek Yavruları.

 

Temelde sorduğu sorular şunlardır: 

 

“Yaralarınızı ne yapacaksınız? Onlara boyun eğerek, yardımınıza koşanların vicdanlarını rahatlatacak bir kurban kariyeri mi yapacaksınız? Size saldıranlarda ya da yardım etmeyi reddedenlerde suçluluk uyandırmak üzere acılarınızı ortaya dökerek öç mü alacaksınız? Trajedinizi güç elde etme aracı olarak kullanacak bir ideolojinin hizmetine mi gireceksiniz? Bir gülümsemenin maskesi ardına saklanıp da gizlice acı mı çekeceksiniz? Yoksa yaralarınızla savaşıp her şeye karşın insan olmayı başarabilmek için kişiliğinizin sağlıklı yanını güçlendirmeye mi çalışacaksınız?”


“Travmaya maruz kalan kimi çocuklar nasıl oluyor da her şeye rağmen dayanıklılık geliştirebiliyor, hatta bu travmatik deneyimlerini güç ve yaratıcılık kaynaklarına dönüştürebiliyor? Çetin sınavların ardından yaşama tutunmayı nasıl başarıyorlar?”





Résiience, her şeye rağmen yaşamak ve sonunda depresyona girmekten ziyade travmayı atlatmak anlamına gelir. Bir dirençten ziyade belli bir esneklik ve psikolojik sağlamlıkla, dayanıklılıkla zorlukları yenme gücünü, değişime ayak uydurma, yeni bir başlangıç yapma kapasitesini ifade eder.

 

Frédéric Lénoir dayanıklılık kavramını şöyle açıklar: “İngilizce resilience kelimesi, ‘geri sıçramak’ anlamındaki Latince resilio’dan gelir; geri sıçrama, bir şoka direnme fikri buradan kaynaklanır… kelime 19. yüzyıldan itibaren özellikle fizikte bir çarpışmanın etkisiyle deforme olan bir malzemenin enerjiyi emme kapasitesini belirtmek için kullanılacaktır. 1952’de, Fransız yazar André Maurois, Lélia ou la vie de George Sand adlı kitabında, hayatın önümüzü çıkardığı imtihanları geçmek ve toparlanıp yeniden başlamak (rébondir) için kullanabileceğimiz çeşitli stratejileri tanımlayarak bunu insanlara uyguladı: neşe, mizah, iyimserlik vb. yeşertmek. Freud bu kavramdan kısaca bahsetmiş olsa da, onu psikolojide ilk geliştiren kişi kuşkusuz Amerikalı psikolog Emmy Werner’dir. Dolayısıyla dayanıklılık/esneklik, derin bir travmadan etkilenen bir bireyin kendini yeniden inşa etmesine, bu şoku inkar etmeden, hayatta ilerlemek için gerekli kaynakları kendi içinde bulmasına imkân veren psikolojik süreci tanımlar. (Öngörülemez bir Dünyada Yaşamak, çev. Murat Erşen, Türkiye İş Bankası Yayınları).





Aşağıda çevirisi sunulan metin, Boris Cyrulnik’in 23 Mayıs 2017’de Fransa’da Nantes Üniversite’sinde “Le récit de soi” başlığıyla yaptığı konuşmanın traskriptidir. Küçük değişiklikler dışında konuşma formu korunmuştur.


...





Başımıza gelenler hakkında kendimize bir hikâye anlatmaya neden bu kadar ihtiyaç duyuyoruz? Bu anlatı, mutlu bir olay olabilir, mutsuz olaylar olabilir ki, zaten bunların eksikliğini çekmiyoruz, ikisinin de eksikliğini çekmiyoruz. Hikâyelerimizi anlatmak, birilerine anlatmak ve çevremizdekilerin başımıza gelenler hakkında nasıl konuştuklarını görmek neden bu kadar önemli? Önerdiğim planın, şemanın ana hatları bu şekilde, beş maddelik kesin bir plan ama ben buna aynı kesinlikle uymayacağım. (Gülüşmeler) İlkin, söz öncesi bir anlatı (récit préverbal) olduğu fikrini öne sürerek başlayacağım. Söz öncesi anlatıyı bilerek dahil ettim. Daha sonra açıklayacağım. İkinci olarak, tek başına anlatının (récit solitaire) psikotravmatik sendrom ve depresyona yol açan taşıma bandı olduğunu söyleyebilirim. Bu yüzden bundan kaçınmaya çalışacağız. Üçüncü olarak, paylaşılan anlatının/hikâyenin (récit partagé) bir biçim olduğunu, sözel olduğunu ve yine de insan ilişkisinin temel bir biçimi olduğunu söyleyebilirim. Birlikte yaşadığımızda hikâyeler paylaşırız, kendimizi tanıtırız, takdim ederiz ve bu noktada kelimelerin duygusal ve sosyalleştirici bir işlevi vardır. Daha sonra kolektif hikâye anlatımı (récits collectifs) üzerine birkaç fikir öne süreceğim. İçimizde /bedenimizde derinlerde ne hissediyoruz? Çevremizdekilerin hikâyelerini duyduğumuzda, ailemiz, arkadaşlarımız ve kültürümüz başımıza gelenler hakkında düşündüklerini söylediğinde ne hissederiz? Diğer insanların hikâyeleri üzerimizde nasıl iz bırakır? Son olarak yeni teknolojinin de yeni anlatılar yaratmaya yardımcı olduğunu söyleyerek bitireceğim. Planım bu şekilde.



Söz öncesi anlatı



Söz öncesi düşünce



Burada söz öncesi bazı kişiler görüyorsunuz. Normalde konuşmayan biri var çünkü o bir kedi. Ancak insancıllaştırılmış hayvanlar, kediler, köpekler, hatta inekler, bizimle temas halinde yaşayan tüm hayvanlar, belirli bir süre sonra, kullandığımız kelimelerimizin büyük bir kısmını anlamaya başlıyor. Örneğin, birlikte çalıştığım veteriner hekimlerle birlikte bir veterinerlik ve dilbilim grubu kurduk. Köpekler bizim kullandığımız yaklaşık 200 kelimeyi anlayabiliyor. 200 kelime. Bundan daha azıyla kariyer yapan pek çok politikacı tanıyorum. Mesela bunlardan bir tanesi kısa bir süre önce Amerika Birleşik Devletleri’nde başkan seçildi. Peki, kedilerimizin, köpeklerimizin, ineklerimizin ve bazı politikacıların anladığı kelimeler aynı şeyi mi ifade ediyor? Tam olarak aynı şeyi ifade etmediklerini söyleyebilirim ama bunu daha sonra eleştireceğim. Burada biri daha var, [bir bebek], bir beni yok ama yine de söz öncesi olarak pek çok şeyi anlıyor. Pek çok yüz ifadesini anlıyor, kelimeleri anlıyor, sevgi gösterilerini anlıyor, kızdığınızda anlıyor, yani söz öncesi ifadeler var. Anlar, gözlerini yere bakar, ellerini koyar, anlamıştır. Demek ki söz öncesi ifadeler var ve gizemli olan şu ki tüm çocuklarımız, hangi kültürden olurlarsa olsunlar, çevrelerinde hangi dil konuşulursa konuşulsun, herhangi bir dili on ay içinde, yirmi ila otuzuncu aylar arasında, okula gitmeden, öğretmen olmadan, kitap olmadan öğreniyorlar. Herhangi bir dili, hatta çok karmaşık bir dili bile on ayda öğreniyorlar. Yaşadığımız sürece bir daha asla göstereceğimiz zihinsel bir performans bu. Bendeniz 65 yıldır İngilizcede başlangıç seviyesindeyim. İngiltere’de doğmuş olsaydım, tüm İngiliz çocukları gibi ben de İngilizceyi on ayda öğrenirdim. Yani umarım öyle olurdu. Öyleyse tüm çocukların herhangi bir dili on ayda öğrenmesini sağlayan bu gizem nedir?


İşte başka bir adam, bizleri sessiz filmleriyle büyüleyen biri, her şeyi anlıyorduk: âşık olduğunu, zulüm gördüğünü, kendisinden bile daha yoksul bir kadının yardımına koştuğunu, duygulandığını, isyan ettiğini anlıyorduk. Tek kelime etmeden her şey anlaşılıyordu. Tam bir gizem.

 

Ve sonra başına nörolojik bir kaza gelen bir adam var. Arterlerinin tıkanması nedeniyle konuşma yetisini kaybetmiş. Afazik olmuş. Hâlâ pek çok şeyi jestlerle, jest tiyatrosuyla anlıyor. Anlaması sağlanıyor. Kelime hafızasını kaybetmiş, kelimelere erişimini kaybetmiş. Yine de anlıyor... Jest tiyatrosunu anlıyor. Yani tüm bu insanlar derin biçimde insan kalmaya devam ediyor. Yine de insan dünyasını karakterize eden konuşmaya erişimleri yok ya da artık erişimleri yok. Yani bu bir gizem.

 

Anısız bir hafıza var

 

Ama anısız bir hafıza var. Yani artık nörogörüntüleme (neuroimagerie: beyin taraması) sayesinde, bir bebeğin, bizim ya da yaşlı bir insanın başına bir olay geldiğinde, bunun beyinde bir iz bıraktığını biliyoruz, artık fotoğraflayabildiğimiz bir iz bu. Söz konusu olayla ilgili hiçbir anımız yok ama beynimiz olayın izini saklıyor.




Beyin yapıları ve duygusal ilişkide işlevsel değişimler



Gördüğümüz şeyin, bilgi devresinin (circuit des informations) fotoğrafını çekiyoruz, eğer yoğun bir duygusal şoksa bir kez, yoğun bir duygusal şok değilse birkaç kez, böylece bir beyin devresinin hareketinin çizildiğini görüyoruz, böylece hafızamızda bir iz oluyor, beynimizde bir iz var ama yine de hafızamız yok. İşte biz buna bilişsel bilinçdışı (inconscience cognitif) diyoruz. Bilişsel bilinçdışı tabirini psikanalistlerin olduğu bir ortamda ilk kez kullandığımda, üç epilepsi nöbetiyle iki suikast girişimine neden oldum. Ama artık son derece normal karşılanıyor. Nöroloji alanında büyük bir isim olan Yves Agile, bilişsel bilinçdışının, bilginin %99'unu oluşturduğunu söylüyor. Farkında olduğumuz, anısına sahip olduğumuz şeyler, başımıza gelenlerin %1’i bile değil neredeyse. Şu anda hepimiz dünyanın çekim gücüne karşı savaşıyoruz. Bedenlerimiz enerji harcıyor. Mücadele ediyoruz, aksi takdirde yere yapışmış hamur gib ezilirdik. Mücadele ediyoruz, bedenlerimiz ve beyinlerimiz bilgiyi algılıyor ve işliyor ama biz bunun farkında bile değiliz. Bütün bilgilerimizin %99'u için aynı şey geçerli. Bilince ulaşanlardan hatırlananlar, tüm bilgilerin %1’inden daha azını oluşturur. Ama bu %1 temel önemdedir, çünkü bizim kendi (soi, self) hafızamızı oluşturur. Ben böyle bir durumu bizzat deneyimlemiş biriyim. Böyle bir travma yaşamış ve böyle bir sınavdan zaferle çıkmış olan bir kişiyim. Yani hafızamızdaki bu neredeyse hiçbir şey, bu neredeyse hiçbir şey bizi oluşturur. Bizi bilinçli yapan, bilincimizi oluşturan şey budur, ancak bütün bir diğer kısım da ön-bilincimiz, proto-bilincimiz tarafından organize edilir.

 

Hafıza bilincimiz tarafından organize edilir


Söz öncesi hafızaya gelirsek, bir çocuk erken yaşta tecrit edilirse, yani beyninin, beynindeki nöronların etkileşip sinaps oluşturduğu bir zamanda… yani nöronlar arasında bağlantılar görürüz, ilk birkaç yıl boyunca dakikada 200.000 bağlantı. Başka bir deyişle, gelişimimizin bu aşamasında bebeklerimiz ya da bebekken bizler, çevremize dair tüm bilgileri beynimizde dolaştırmışızdır. Fakat bununla ilgili hiçbir anımız yoktur. İlk yıllarımıza dair hiçbir anımız yok. Çevremizde olup bitenlerin beyin devremizi durmadan katettiği yıllara dair hiçbir anımız yok. Beni doğru duydunuz. Ben tıp ve psikoloji öğrencisiyken bize beynin kafatasının içinde olduğu öğretilirdi. Gözüm kafatası boşluğundadır, ancak çevreyle sürekli temas halindedir, bu nedenle beynimiz varoluşumuz tarafından [heykel gibi] şekillendirilir. Erken etkileşimler sırasında, konuşmanın ortaya çıkmasından önce, istikrarlı ve güvenli bir duygusal niş [oyuk] içinde gelişirsek, beynimiz kendini iyi bir şekilde devreleyecektir. Bağlanma teorilerinden (théories de l’attachement) elde edilen veriler ve bağlanma teorileri üzerine yapılan biyolojik ve nöro-görüntüleme deneyleri temelinde eğitim reformu ve siyasi reform gerçekleştiren Kuzey Avrupa ülkeleri -reformlarını 15 yıl önce bu temelde gerçekleştirmişlerdir- reformlardan 10 yıl sonra bu yatırımın nasıl geri döndüğünü yayınlamışlardır. Bu reformlar, çocukların okula başlamasını, öğrenmeyi ve ilk notları geciktirmekten oluşmaktadır. İlk notlar 11 ya da 12 yaş civarında veriliyor. UNESCO raporu, PISA değerlendirmesi -okul değerlendirme raporu yani- Kuzey Avrupa ülkelerine altın madalya getiriyor. En iyi sonuçları onlar alıyor. Okula başlamaları sekiz on yaşına kadar geciktirilen çocuklar, 15 yaşında değerlendirildiklerinde altın madalya sahibi oluyorlar. Ama bizde tam tersi bir politika var.  Asya ülkelerinde ise buna çok daha ters bir politika izleniyor -zira geçen kış Japonya ve Çin'de çalıştım-  entelektüel açıdan inanılmaz bir performans gösteren Japon ve Çinli azınlık beni hayrete düşürdü, ancak aynı zamanda geride kalan, gevşek çocukların sayısı karşısında da çok şaşırdım, çünkü bu sürekli bir koşu. Birçok Japon bana Japonya’da okulun yeni bir istismar biçimi haline geldiğini söyledi. Başka bir deyişle, çocukları o kadar fazla uyarıyoruz ki, iyi sonuçlar ancak fahiş bir insani maliyetle elde ediliyor. İntihar, psikopati, zihinsel bozukluklar, gelişim sorunları. Bu konuda iyiler ama tam tersi bir politika izleyen Finliler ya da Norveçliler kadar iyi değiller. Kuzey Avrupa ülkeleri sadece iyi sonuçlar almakla kalmıyor, gençler son derece barışçıl. Kuzey Avrupa’daki okullarda herkesin gülümsediğini görmek beni şaşırttı. Ne bağırış çağırış var, ne de Fransa’da okul bahçelerinde şahit olduğumuz o kavga eden çocuklar. Sadece nezaket ve gülümseme görüyorsunuz. Tabii konu gülümsemeye geldiğinde, Japonlar bu konuda yeteneklidir. Gülümsemeyi biliyorlar, gerçekten. Çinliler için ortamın imparatorluğu, Japonlar için ise Yükselen Gülüşler Ülkesi var. Bu insanların ilişilerde sergilediği kibarlık ve çekicilik beni büyüledi. Ancak gülümseme çoğu zaman derinlerde yatan bir umutsuzluğu ve kabul edilemez sayıda intiharı, bir dizi psikopatolojiyi ve gelişimsel bozukluğu maskeliyor. Okulda iyi sonuçlar alsınlar diye insanları kurban etmeye değer mi?


Duygusal izolasyon

 

Çocuklar yoksun bırakıldıklarında, izole edildiklerinde, şefkatten mahrum bırakıldıklarında, dokunulduklarında, konuşulduklarında, azarlandıklarında, -ki bu eğitimin bir parçasıdır - prefrontal kortekste bir atrofi [körelme] olduğunu ve hacmin azaldığını görüyoruz. Bu bir tarayıcıda görebilirsiniz. Manyetik rezonanstan bahsediyorum, başka bir deyişle çok özel aletler, çok pahalı ama çok hassas teknik sensörler sayesinde bunu görmek gayet kolay. Eğer salonda nörolog varsa bilir, sevgi eksikliğine bağlı bifrontal atrofi günlük yaşamda görülmektedir. Çünkü nöronlar günlük yaşam tarafından uyarılmamıştır. Bu çocuklar izole edilmiş, terk edilmiş ve yalnız bırakılmışlardır. Onlarla konuşulmaza, oyun oynanmazsa, azar işitmezlerse, prefrontal nöronları uyarılmaz, körelmiş görünürler. Prefrontal lobun işlevlerinden biri rinansefalik midalayı, yani burada bulunan ve yoğun, dayanılmaz duyguların nörolojik temelini oluşturan ince bir nöron grubunu inhibe etmektir. Bu, yaşamının ilk birkaç ayında, nedeni ne olursa olsun -ebeveyn şiddeti, duygusal ihmal, ebeveynin terk etmesi, sosyal güvensizlik, savaş - bir çocuğun duygusal olarak izole edilmesinin ya da terk edilmesinin, beyinde bir değişikliğe/bozulmaya, prefrontal nöronlarda körelmeye, midalada hiperreaktiviteye yol açtığı anlamına gelir, bu da bu çocukların ergenliğe ulaştıklarında her şeyi bir saldırganlık olarak yorumlamalarına sebep olur:  “Ne biçim konuşuyorsun benimle? Neden öyle bakıyorsun bana?” “Sana merhaba diyecektim”. “Bana saygısızlık ediyorsun.”, “Hayır, saygısızlık etmiyorum. İnsanlar birbiyle selamlaşır” vs. Her şeyi şiddet olarak yorumlarlar ve buna şiddetle karşılık verirler, çünkü onlar için her bilgi bir saldırganlıktır. Her bilginin bir saldırganlık olmasının sebebi, duygusal, duyusal olarak izole edilmiş olmalarıdır; bu çocuklar ailevi bir nedenle, şiddet sebebiyle, annenin ölümü, babanın ölümü, depresyon veya Romanya'da Çavuşesku, Fransa'da sosyal güvencesizlik veya şu anda birçok ülkede olduğu gibi savaş gibi sosyal, politik bir karar nedeniyle duygusal, duyusal olarak izole edilmişlerdir… Bu da demek oluyor ki, eğer odada Kartezyen varsa, az önce önerdiğim akıl yürütmeyle iki tatsız saat geçirecekler, çünkü artık bir nedenin bir sonuca neden olduğu bir akıl yürütme mümkün değl...


Bir etkiyi tetikleyen, onu şiddetlendiren ya da azaltan nedenlerin bir araya gelmesidir söz konusu olan. Bu Descartes'tan çok farklıdır. Karmaşık bir düşüncedir. Burada Romanya’da, ama aynı zamanda Kolombiya’da ve Fransa’da da gördüğüm anaklitik [başkalarına psikolojik olarak aşırı bağlı] çocuklardan bahsediyorum.


Duyusal izolasyon

 

Terk edilmiş, duyusal olarak izole edilmiş çocuklara gelirsek, ülkeleri veya ebeveynlerinin dini ne olursa olsun, bir çocuğun etrafında duygusal uyarım olmadığında, beyni körelir ve çok ciddi olabilecek bilişsel bir eksiklik yaşarlar. Çocuğa hızlı bir duygusal ikame sunulursa toparlanabilir (resiliable). Ama izolasyon uzun sürerse bunun önüne geçilmesi kolay değildir, çünkü o zaman beyin değişir.

 

[Eski Romanya’nın kötü günlerinde] Aylarca süren duyusal izolasyonun ardından, kimse onlarla konuşmadığı, kimse onlarla ilgilenmediği, kimse onlarla oynamadığı için böyle çocuklar konuşamıyordu. Bu yüzden konuşmayı öğrenememişlerdi. Tüm zamanlarını sallanarak geçiriyorlardı. Yan yana yüzlerce yatağın olduğu 80 metrelik koğuşlar gördüm, çocukların tek yaptığı sallanmaktı. Bir yatak vardı, çocuk onun arkasında ileri doğru sallanıyordu, milim milim ilerliyordu ve yatak üstündeki çocukla odayı boydan boya geçiyordu. Çocuğun yaptığı tek şey buydu. Ötekilik yoktu, bu yüzden sadece ben merkezli faaliyetler vardı. Böyle durumlarda duygu çok güçlüyse, yavaş yavaş kendine yönelik saldırganlığa dönüşüyordu.




Asla kurulmayan bağlar: zorlukları yenmekte güçlük 

[Erken duyusal yetersizlik / Vahşi çocuk miti]



Beynimiz erken dönemdeki ilişkiler tarafından şekillendirilir

 

Artık birer yetişkin olduğumuzda ne olur? Beynimizin erken dönemki ilişkilerimiz tarafından şekillendirildiği fikrini ortaya koydum. Fakat bu sadece bir fikirden ibaret değil, bunu fotoğraflıyoruz, ölçüyoruz, dozluyoruz. Bias-frontal atrofi söz konusuysa bunu çıplak gözle görebilirsiniz; daha lokal bir atrofi söz konusuysa bilgisayar bilgiyi işler. Beyin çalışırken, onarıcılarımızın katmanlarını/yüzeylerini görebilirsiniz, beyin çok fazla enerji tüketiyorsa kırmızıdır. Yani, bilgisayarın bir termal sensörü var, ısı güçlü, bilgisayar bunu kırmızı renge çeviriyor, kırmızı bir renk görüyoruz, daha az çalışıyorsa sarı, mavi, yeşil oluyor. İşleyen bir beynin renk devrelerine sahip olduğunu görebiliyoruz, çok güzel bir şey. Yani düşünceleri okuyamayız ama çalıştığı alanları görebiliriz. Bu zaten pek çok soruna yol açan bir bilgi ama tabii ki bunun düşünmeyle bir ilgisi yok, beynin çalışmasıyla ilgili. Yani, şimdi, bir değişiklik olduğunda, çocuğu sevgiyle çevrelediğimizde toparlanabiliyor. Sözcüklerin bilgilendirici olmaktan çok duygusal bir işlevi vardır. Başka bir deyişle, bir çocukla ilgilenirken hepimizin yaptığı gibi çocuğu sarıp sarmalarsak, gelişimini sürdürmeyi başaracaktır. Dayanıklılığın (résilience) tanımı budur, ki bu hâlâ naif bir tanımdır, bu tanımdan daha çocuksusu olamazdı. Ancak zor olan, dirençli (résilient) gelişimin devam etmesini sağlayan faktörleri anlamaktır.

 

Aynı tema etrafında çok disiplinli ekipler oluşturmamız gerekiyor. Yani farklı disiplinlerimiz var, uzmanlık alanlarımızı koruyoruz ama her biri diğerinin uzmanlık alanını duyuyor. Bizimle birlikte çalışan ve laboratuvarlarında yalnız kalsalardı, dilbilimcileri veya psikanalistleri hep küçümseyecek üst düzey nörobiyologlar var, çünkü sadece nörobiyolojinin önemli olduğuna kani olacaklardı. Asla psikanalist olamayacaklar ama psikanalizin var olduğunu biliyorlar, dilbilimin var olduğunu biliyorlar ve bu da onların üniversitelerde bize öğretilmeye çalışılan sekter yönlerini törpülemelerini sağlayacak. Öte yandan, pek çok psikolog ve dilbilimci nörobiyolojinin var olduğunu, ancak insanlık durumuyla ilgili her şeyi açıklamadığını öğrenecektir. Hatta nörobiyolojinin var olduğunu, ancak bunun insanlık durumunun sadece bir bölümü olduğunu söylemek gereklidir, çünkü aksi takdirde tüm açıklayıcı güce sahip olmalarına izin veririz oysa her şeyi açıklama iddiasındaki bir teori, totaliter bir teoridir. Evet, hepimizin içinde biyoloji var, ama sadece biyolojiden ibaret değil. Ama bunu anlamak için multidisipliner ekiplere ihtiyacınız var.

 

Şimdi Denis Offer’in testine bakalım. Bir psikososyolog olan Denis Aufer, 14 yaşında 77 gençten oluşan bir grup seçip onlara yaklaşık elli soru sordu. Daha sonra anketlere verdikleri cevapları sakladı ve 34 yıl sonra adresleri sakladığı 77 gence mektuplar gönderdi, telefon görüşmeleri yaptı ve 77 kişiden 67’sini buluyor. Ve onlara aynı 50 soruyu soruyor.

 

Şimdi 48 yaşında olan eski gençler, onca yıl önce verdikleri cevapları unutmuşlar. Tamamen unutmuşlar ama Denis Offer’in önünde cevaplar var. Ben de bugünkü sunum için bunlardan üçünü ayırdım.

 

14 yaşında, “Okulda sıkılıyor musun?” sorusuna gençlerin %25'i “Okulda çok sıkılıyorum” cevabını veriyor. 48 yaşında “Okulda çok mu sıkılıyorsunuz?” diye sorulduğunda, % 58'i "Okulda amma da sıkıldım” diye cevap veriyor.

 

“Okulda popüler misin?” sorusuna 14 yaşındakilerin %25'i “Evet, sorun yok, arkadaşlarım var, idare ediyorum” diyor. 48 yaşına geldiklerinde, %53’ü "Okuldayken acayip popülerdim? Kızlar bana deli olurdu. Sadece kız arkadaşlarım vardı.” diye cevap veriyor.  Okulda bedensel cezaya hâlâ izin verilen yerleri saymaya başlıyor. Öğretmenlerin çocukları dövmesine izin verildiği günlerdi. Salonda savaş öncesini yaşamış insanlar var. Eskiden “Pisagor teoremini anladınız mı?” diye sorarlardı, bilemedin mi, gel buraya aç bakalım ellerini, çat cetvel parmak uçlarınızda patlar, canınız çok yanardı ve hop Pisagor teoremini anlardınız. Bu eğitim yöntemleri günümüzde artık mümkün değil. Okuldaki sonuçlar da düştü tabii, mutlaka fark etmişsinizdir. Offert, “Peki, bu bedensel ceza sizi aşağılıyor mu?” diye sorduğunda Gençlerin %82'si “Herkesin içinde dayak yemek beni aşağılıyor” diye cevap verirsen, 48 yaşında yaklaşık %30'u “Başkalarını da dayak yerken gördüm, o kadar da önemli değil” diyor.

 

Bu, hayatın anılarımızı temsil etme şeklimizi değiştirdiği anlamına geliyor. Sınavlara girmek, yarışmalara katılmak, okul okumak, çalışmak, herkes gibi başarısızlıklar yaşamak, duygusal başarısızlıklar, sosyal başarısızlıklar, sportif başarısızlıklar, kısacası arada ciddi şeyler olduğu anlamına geliyor. Anılarımız yaşımızla ve varoluş koşullarımızla birlikte evrilir. 20 yaşındayken yazdığım otobiyografimle, 40, 60 veya 80 yaşımda kaleme aldığım otobiyografim aynı olmaz. Asla aynı otobiyografi olmaz, çünkü 20 yaşında önemli olan şey 60 ya da 80 yaşında önemli değildir.

 

Anı elden geçirilip düzeltilir. 14 yaşında sevdiğim kız beni terk ettiğinde acı çektiğimi düşünürüm. Fena halde acı çekmişimdir. Şimdiyse “İyi ki beni terk etmiş.” Yine de ne acı çekmişim be. Böyle böyle, geçmişimizin ve otobiyografimizin temsilini sürekli yeniden elden geçiririz.

 

Michel Delarge ile Toulon Üniversitesi’nde çok basit bir deney yaptık. Michel bir derse başladı, sonra öğrencilerden biri olmayan bir meslektaşı dersin yapıldığı salona girdi ve dersin 10. dakikasında bir skandal yarattı. Neler söylemesi gerektiği üzerinde anlaşmıştık ve rezaleti çıkarırken olanları filme aldık. Dersi veren Michel Delarge'a öğrencilerin hep bir ağızdan konuşmasını engellemek için sözlerin şiddetini artırma talimatı verildi ve içeri giren adam “Bu saçmalık   da neyin nesi yahu? Ben İspanyol antropolojisi dersine geldiğimi sanıyordum, ama hiç ilgimi çekmeyen bir psikoloji dersine girmişim” deyip, kapıyı vurdu çıktı. Söylenecek kelimeler ve kıyafetler üzerinde anlaşmıştık. Michel sesini yükseltti de yükseltti, öğrenciler bir şeyler karaladı ve dersini bitirdi. Bir ay sonra Isabelle bir anket yaptı.

 

“Michel’in falanca konuda yaptığı dersi hatırlıyor musunuz?”. “Evet, hatırlıyorum.” “Şu sorulara cevaplar mısınız?” “Nasıl giyinmişti? Hangi sözleri söyledi? Ve bu olayı nasıl yorumluyorsunuz?” Salonda 50 öğrenci vardı. Psikoloji okuyorlardı, yani öğrencilerin çoğu kızdı.  Kızlar kıyafetlere çok önem veriyorlar... (Gülüşmeler)

 

Bir ay sonra 50 öğrenciden dördü hiçbir şey olmadığını söyledi. Dersten 10 dakika sonra çoktan derin bir uykuya daldıklarına dair kanıtımız var. (Gülüşmeler). 46 kişi “Üzerinde ne vardı?” sorusunu yanıtladı: Bu yüzden kadınların önemini vurguladığımı söylüyorum: Akıl almaz yanıtlar: “Yeşil bir kazağı vardı.”, “Yok canım, yeşil yakalı beyaz bir kazağı vardı”, “Hayır, hayır, Kırmızı bir kazağı vardı.” Cevapların hiçbiri birbirini tutmuyor “Saçını topuz yapmıştı.” “Yok, saçını yana yatırmıştı.” “Hayır ya, saçı kısaydı.” Hatta biri başında motosiklet kaskı olduğunu bile söyledi.  Görüyor musunuz, adam psikoloji dersine motosiklet kaskıyla geliyormuş. (Gülüşmeler) Mesele hızla sarpa sardı, neyse. Bunu nasıl açıklamalıyız? Şaşırtıcı bir şekilde, kullanılan kelimeleri görüntülerden daha iyi hatırladılar. Tahmin ettiğimizin aksine, biz görüntülerin kelimelerden daha iyi hatırlanmasını bekliyorduk ama tam tersi oldu. Bunu nasıl açıklayanımı bilemiyorum.


Kelime hafızası ile görünün hafızası aynı değildir.

 

Michel’le, kelimelerle görüntülerin neden aynı hafızaya sahip olmadığını anlamaya çalışmak için bunu daha düzenli olarak tekrarlamaya karar verdik. Şöyle deneysel düzenek bulduk.


Bir dizi, bir düzine korkutucu fotoğraf, bir düzine kadar da güya güzel fotoğraf gösterdik: Bir plaj, bir bebek, meyve ağaçları, korkutucu fotoğraflar, araba kazaları vb.




Ayrıntılara dair kusursuz hafıza / Bulanık anı



Bir grup insana fotoğraflar gösterip hiç konuşmamalarını söyledik. İnsanlara tek kelime etmemeleri talimatını verdik...

 

Fotoğraflar tek kelime edilmeden gösterildi. Başka bir gruba aynı fotoğrafları gösterdik ama bu sefer yorum yapmalarını istedik. “Gördüğünüz bu fotoğraf hakkında ne düşünüyorsunuz?” “Siz bu fotoğraf hakkında ne düşünüyorsunuz?” İnsanlar evlerine döndüler falan, onları bir ay sonra tekrar gördük. “Beyefendi, hanımefendi” -deneysel olarak konuşmayan insanlar bunlar- “Fotoğrafları hatırlıyor musunuz?” “Evet, hatırlıyorum.” “Korkutucu fotoğraflar var mıydı?” “Evet, evet, vardı.” “Fotoğrafları tarif etmeye çalışın. Ne hatırlıyorsunuz?” “Aa, her yerinde yara izleri olan bir kadın vardı. Derin yaralar taşıyordu, gözleri oyulmuştu, burnu kırılmıştı.” “Peki, güzel fotoğraflar da var mıydı?” “Galiba bir iki tane vardı.”

 

Sonra fotoğraflar hakkında konuşmaları ve yorum yapmaları talimatı verilen grubu aldık. “Beyefendi, hanımefendi, fotoğrafları hatırlıyor musunuz?” “Evet, çok iyi hatırlıyorum.” “Korkutucu fotoğrafları var mıydı?” Evet, bir fotoğraf hatırlıyorum. Yüzünde yara izi olan bir kadın vardı ama sadece yüzeysel bir kesikti. Şöyle yüzünü güzelce silip bir iki dikiş atılsa tamadır. Çok ciddi bir şey değil.” “Pek, güzel fotoğraflar da var mıydı?” “Evet, kırmızı gelinciklerle kaplı bir çayır fotoğrafı hatırlıyorum.”

 

Olaydan hemen sonra, resimleri gösterdikten hemen sonra konuşmuş olmak, olay hakkında konuşmuş olmak geçmişin temsilini değiştirmişti. Başka bir deyişle, bu konuda konuşmuş olmak hikâyeleri olumlu yönde, konuşmamış olmak ise olumsuz yönde etkilemişti.

 

Yani burada bu fikri ortaya koymamızı sağlayan küçük bir deneysel tertibatımız var: bir kaza, bir travma, duygusal izolasyon, size gerçekten acı çektiren gerçek bir kayıp yüzünden hayatta savunmasız kaldığınızda; bir darbe aldığınızda -yaralanıyoruz, yetim kalıyoruz, savaş görüyoruz, sosyal güvensizlik yaşıyoruz- gerçek hayatta bunlardan dolayı acı çekiyoruz. Gerçekliğin temsilinde, anlattığımız hikaye aracılığıyla gerçekliğin temsilini yeniden şekillendirmemize olanak tanıyan bir olasılığa, belli derecede bir özgürlüğe kavuşuyoruz. Ya da bir dereceye kadar kötü etki de oluyor, çünkü birkaç kez üst üste falan kadının yoksul olduğunu ve asla iyi olmayacağını söylersek bunun karşısında insanlar sessiz kalabilir, hatta acıyı daha da kötüleştirebiliriz. Başka bir deyişle, travmatik belleği gözden geçirip, psikotravmatik sendromu ağırlaştırabiliriz.

 

Bu yüzden sistemli bir akıl yürütme kullanıyorum. Artık bir etkiye neden olan bir neden değil söz konusu olan, etkiyi onarabilecek, giderebilecek (résilier) veya ağırlaştırabilecek nedenlerin bir araya gelmesi. Eğer yargıda bulunma yetisini ve sözlü olarak detaylandırma yetesini kaybetmiş olarak tekrarlarsak başka, bir anlatı oluşturmak için sözlü olarak detaylandırırsak, bana güven ilham eden veya beni susturan biriyle paylaşırsak başka… Beni susturan bir kültürde mi yaşıyorum yoksa tam tersine bana ses veren bir kültürde mi yaşıyorum? Şimdi bana ses veren bir kültür örneğine bakalım.


Gelecek bize ait

 

Georges Pérec - umarım okumuşsunuzdur. Eğer okumadıysanız, gelecek size ait.

 

Georges Pérec 1936’da Paris'te doğuyor ve ailesi savaş sırasında ortadan kayboluyor. Savaş sonrası dönemde, ailesinin neden kaybolduğunu bilmiyor, kime Yahudi denir bilmiyor, bu onun için hiçbir şey ifade etmiyor, ailesinin neden kaybolduğunu anlamıyor Tek bildiği tek başına olduğu. Bir teyzesi onu yanına alıyor ama kimse olanlar hakkında konuşmuyor. Ailesinden geriye kalanlar bundan bahsetmiyor. Savaş sonrası yıllarda Fransız kültüründe kimse olup bitenler hakkında konuşmuyordu. Çünkü olanları söze dökmek çok zordu, kaldı ki savaş sonrası Fransa’sı, yeniden inşa edilmesi gerekiyordu. Fransa eski görkemine sahip değildi, açlıktan kırılıyordu. Fransız ordusu Alman akınları karşısında tükenmişti. Almanlarla işbirliği Fransız tarihinin gurur verici dönemlerinden biri değildi. Ama insanların delicesine fakirlik çektiği otuz yıl boyunca sokaklarda neşenin eksik olmadığın ben bizzat şahidim. CGT’nin (Confédération Générale du Travail: Genel Emek Federasyonu) işçilerden hafta sonları çalışmalarını ve ücretsiz fazla mesai yapmalarını istediği bir dönemdi. Genel Emek Federasyonu ha! (Gülüşmeler). Ancak savaş sonrası yıllardaki koşullarda yapmak zorunda olduğumuz şey buydu, Fransa’yı yeniden inşa etmek, karne dağıtılan bir bağlamda sosyal güvenliği icat etmek zorundaydık. Yiyecek için karneneler vardı. Ve bu bağlamda CGT Sosyal Güvenliği icat etti. Karne dağıtılırken sosyal güvenliği icat etmek inanılmaz bir ütopyaydı. Ama işe yaradı. Herkes için ortalama yaşam süresini ve yaşam kalitesini arttırdı. Harika bir ütopyaydı ama gerçekçi, gerçekleşen bir ütopyaydı. Yapılması gerekiyordu. Ama bu ütopyaya, bu güzel ütopyaya ulaşırken, 1940 savaşının tüm kurbanları şükranla anılıyordu. Bunun hakkında konuşamazdık.




Georges Pérec


Bu yüzden Georges Pérec konuşamıyor, ailesinin neden kaybolduğunu, neden kaçmak zorunda kaldığımı kimseye soramıyor. Kimse ona cevap vermiyor. Böylece kişiliği bölünüyor. Bu yüzden bu fotoğrafı getirdim. Kişiliği kiye bölünüyor. Ancak kişiliğindeki bu psikolojik bölünme toplumun inkârıydı. Muhtemelen zorunlu bir inkâr. Eleştirmiyorum. Uyum sağlamak zorundaydı, yeniden inşa etmek zorundaydı. Dört yıllık umutsuzluktan sonra, hatta belki daha da fazla, bunu yapmak zorundaydınız. Bu da kurbanları susturdu. Böylece direnişe katılanlara yüksek bir değer verildi. Fransa’da 220,000 kişiydiler. Direnişçilere şükürler olsun ama 40 milyon kişi değildi, sayıları 220,000’di. Ama 220,000 kişi de büyük bir ordudur. Böylece filmler, romanlar Direnişçileri yüceltti…. Muhtemelen kültürel olarak Fransızları yeniden canlandırmak ve kendilerine olan saygılarını bir nebze olsun geri kazandırmak için bunu yapmak gerekiyordu. Ama yaralıları susturdu, ister Birinci Dünya Savaşı’nın yaralıları olsun, isterse Chauva’dan kurtulan Yahudiler olsun… aynı şey Cezayir Savaşı’nda da oldu, yine soykırıma uğrayan Ermeniler için de geçerliydi. Adaptasyona yönelik bir şeydir bu, ancak bu uyum sağlama süreci zorunlu olsa da yaralıları susturur, onları ikiye böler, çünkü kendilerini tam olarak anlatamazlar, her şeyi söyleyemezler, sadece sizin duyabildiğiniz kadarını söyleyebilirler. İnkâr ettiğiniz için duyamadığınız şeyler hakkında sessiz kalırlar, bu da bir mezar odası (crypte) yaratır, onların kişiliklerinde bir bölünmeye yol açar. Ve bu kişilik bölünmesi, çocuklarına geçen bozuklukları da kısmen açıklıyor. Çünkü Pérec’in nesline mensup çocukların aileleri kimi zaman konuşkan, anlatan, güven veren aileler olsalar da aniden kaygı verici bir hale bürünüyorlardı. “Annemi seviyorum, beni güvende hissettiriyor, ona çok bağlıyım fakat ona neden benimle doğduğu memleket hakkında hiç konuşmadığını sorduğumda, tıp! Hakkında hiç konuşmadığı bir sürü teyze ve amca var. Bu sessizlik ne anlama geliyor?” Çünkü müzikte olduğu gibi, sessizlik de konuşmanın bir parçasıdır. Hikâyelerimizde de sessizlik önemlidir. Ama burada sessizlikle geçilen kocaman bir boşluk/delik var. Bu boşluk/delik ne anlama geliyor?

 

Ve böylece çocuklar ikircikli bir şekilde bağlandıkları ebeveynlerin dilini geliştirirler. Çünkü bu ebeveynler bazen güven verici, bazen de güvensiz olabilir. Savaş hakkında konuşmazlar, kökenleri hakkında konuşmazlar, travma hakkında konuşmazlar, çünkü çevre tarafından şekillendirilmişlerdir, çevre tarafından ikiye bölünmüşlerdir.

 

Tam bir esrar perdesi...


Dayanıklılık edebiyatının önemi

 

Bu nedenle dayanıklılık literatürünün önemi büyüktür. İnsanları hazırlamak gerçekten çok önemlidir. Özellikle travma yaşandığında, savaş yaşandığında bunu acımasızca söyleyemezsiniz. Çünkü her şeyden önce yaralı kişiye, hayatta kalan kişiye bu duygusal olarak söylenemez.

 

Mesela o kadar sevdiğiniz sevdiğin baban dört yıl hapis yatmıştır ya da çok sevdiğin annen, ailede hayatta kalan tek kişidir. “Neden annemin ailesindeki herkesi öldürdüler? Bütün bunlar ne demek oluyor?” Yani çocukken duyduğum gibi, kültür der ki, eğer ebeveynleriniz öldüyse büyük günahlar işlemiş olmalılar. “Bu da ne demek oluyor şimdi? Ailem büyük günahlar mı işledi? Bu yüzden mi öldürdüler onları?”  Ailem öldürüldü çünkü toplumsal söylem, toplumsal stereotipler bir temsili ve dolayısıyla çocukların bedenlerinde deneyimledikleri bir duyguyu kışkırtır. Çünkü bir hikâye tarafından kışkırtılan duygu (émotion) bedende hissedilir. Ve daha önce de söylediğim gibi, duygu, bir hikâye tarafından kışkırtıldığında bile, beyin üzerinde etkili olur, beynin çalışma şeklini değiştirir ve hatta vücudun çalışma şeklini değiştirir.

 

Descartes çok fena yanılmıştır. Descartes gerçekten sistematik akıl yürütmeyle, nedenlerin bir araya gelmesiyle ilgileniyor. Bu nedenle sanatçılara ve yazarlara söz vermeliyiz.

 

Peki Victor Hugo Cosette’lerden [Sefiller romanındaki bu kurgusal karakterin adı, özellikle ev işleri için yetişkinler tarafından istismar edilen çocuklarla eşanlamlı hale gelmiştir] bahsederken ne yapıyor? Cosette ya da Gavroche [Sefiller’de Paris sokaklarında yaşayan bir çocuk karakter. Adı “sokak çocuğu”yla eşanlamlı hale gelmiştir] hakkında konuştuğunda, kültürü değiştirme sürecinde Hugo. Victor Hugo’dan önce, yetimler aileleri olmayan, bu nedenle değersiz çocuklar olarak görülüyordu. Bu yüzden kızlar çok amaçlı hizmetçiler olarak yetiştirilir, oğlanlar da çiftlik işlerine koşulurdu, nasılsa aileleri yok, vur abalıya.




Young Cosette sweeping, Emile Bayard, 1862



Victor Hugo: Dayanıklılık edebiyatı

 

E böyle olunca da kimse bunları okula göndermeye, eğitmeye zahmet etmezdi. Tabii okula gitmeyip okuma yazma öğrenemeyince sosyalleşmekte zorlandılar. Başka bir deyişle, kendi kendini gerçekleştiren bir kehanet oldu yani gözlemlediğimiz şeyi kendimiz yarattık. İyi gelişim göstermiyorlar, sarıp sarmalanmadıkları, iyi bir çevreyle kuşatılmadıkları için iyi gelişmeleri için bir neden de yok zaten. Bunlar bugün hâlâ duyduğumuz hikâyeler ha: “Geldikleri mahallelere bakın. O mahalleden çıkan birinin okumasını nasıl bekliyorsunuz?” Çocukken ben de benim hakkımda böyle şeyler söylendiğini duyardım. “Eğitim almalarını nasıl bekliyorsunuz? Bir meslek öğrenmelerini nasıl bekliyorsunuz?” Bugün yine bunları duyduğumda, “Çocuğun ailesine bakın efendim, geldiği mahalleye bir bakın!”, “Burs istemenin bir anlamı yok, okuyabilecek durumda değil besbelli.”, bunları duyduğumda, hafızamda bir şeyler çağrıştırıyor, hafızamda yaralar açıyor. İnsanların günümüzde bazı çocuklar hakkında böyle konuşması beni öfkelendiriyor. Oysa bu çocukları gerektiğince sarıp sarmalasanız, herkes gibi onlar da, kimi zaman başarısızlıklardan paylarını alsalar da, aralarından heyecan verici performanslar sergileyenler olduğunu keşfedeceğiz ama çoğunluğu, hepimizin yaptığı gibi, bu salondaki herkes gibi, bazen iyi, bazen o kadar da iyi olmayan bir şekilde idare edecek.

 

Fakat Victor Hugo, bir kurgu yaratarak, Cosette ya da Gavroche’dan bahsederken, bu çocukların mahrem bir dünyası olduğunu, onları böyle terk edemeyeceğimizi, ölmelerine izin veremeyeceğimizi, onlarla biraz ilgilenirsek, bazılarının iyileşeceğini, bazılarının tekrar iyi yönde  gelişim kaydedeceğini söylüyor. İşte résilience’ın tanımı.

 

Opera

 

Kimileri opera delisidir, benim karım öyle mesela, daha ilk haykırışta hangi operanın geldiğini bilir. Opera olağanüstüdür. Ağlarsınız, muhteşemdir, ölümden başka bir şey yoktur, korkudan başka bir şey yoktur, harikadır. [Olaylar] Müzikle, libretto ile dönüşüm geçirir, geçmişim hakkında sızlanmam artık, geçmişimin heyecan verecek lirik bir temsilini yaratırım. Sizinle konuşabilirim, bir travmayı Victor Hugo'nun yaptığı gibi dokunaklı bir temsile/performansa dönüştürebilirim. Charles Dickens, bu yazarların yaptığı gibi, İtalyan operası ya da Rus operasının yaptığı gibi [yazar]...





Sonuçta, çevremizde travma hakkında konuşma tarzının ve başkalarından duyduğumuz hikâyelerin, yaralı kişinin travmasını deneyimleme biçimini değiştirdiğini görebiliriz. Çünkü biz insanlar iki kez acı çekebiliriz. Gerçek hayatta ilk darbeyi alırız -kırılan bir bacak, aşağılanma, sınır dışı edilme, hapishane, açlık ve benzerlerini yaşayabiliriz. Gerçek dünyada acı çekeriz. Sonra da başımıza gelenlere dair oluşturduğumuz temsil nedeniyle ikinci kez acı çekebiliriz. Bu yüzden yalnız kalırsam, kara kara düşünür ve ikinci acımı daha da kötüleştiririm. Etrafımdaki insanların bunu hak ettiğimi ya da daha aşağı bir sosyal gruba mensup olduğumu söylediklerini duyarsam, insanlar ebeveynlerim kötü bir aileden geldiği için gelişimimin kötüye gitmesinin normal olduğunu söylerse, hikâye/anlatı acıdan kurtulmamı engeller. Ama dönüşüme uğrayan ve yaralının mahrem dünyasına, duygularına dokunan bir anlatıya oturtulursa, eğer insanlar onunla ilgilenirse tekrar gelişme sağlayacaktır.  Evet, bu trajedi -elbette bir trajedidir bu- lirik bir temsile kavuşturulabilir. Böylece bir dereceye kadar özgürlük elde edilebilir ve ikinci acı düzeltilebilir. Başımıza gelen talihsizliği, aldığımız darbeyi düzeltemeyiz, olan olmuştur, ebeveynlerimizin ölümü, cinsel saldırıya uğramak, bacağımızın kırılması, bunları yaşamızdır artık ama bir travmayı, bir yaralanmayı temsil etme şeklimizi elden geçirip değiştirebiliriz…

 

Eldeki beyin taramlarına bakıldığında ikinci seferin ilkinden çok daha acı verici olduğu görülür. Örneğin, erken yaşlardan itibaren izole edilen ve daha önce bahsettiğim nöro-duygusal kırılganlığa maruz kalan gençlerde nasıl sonuç verdiğini görmek şaşırtıcı… Oysa bu kırılganlığı geliştirmiş kişiler, duydukları toplumsal söylemler sayesinde onu yeniden şekillendirebilirler. Bunu örneklemek için Medusa’nın Salı tablosunu seçtim.




Théodore Géricault - Le Radeau de la Méduse (1818-1819)


Resimsel bir temsil olan bu tablo, davranışları yeniden şekillendirmiştir. Medusa’nın Salı batmadan önce, battığı anda, kaptan ve tayfalar kanoları denize bırakırlar, kendilerini kurtarırlar ve mürettabatı terk ederler. Hayatta kalanlar bir sal yapar ve sonuçta gerçeklik dönüşüme uğrayarak ortaya efsanevi Medusa’nın Salı çıkar. Birçok insan bu resmi görmeye gider. Orada, bilmiyorum görebiliyor musunuz, ufukta küçük bir yelken var. İşte bu bir anlatı, bir hikâye, anlama kavuşturulmuş bir imge olan resimsel bir temsil. Bu insanların, bu masum erkek ve kadınların Medusa’nın Salı’nda öldüğünü, çünkü meslekten insanların onları terk ettiğini, ölüp gitmelerin müsaade ettiğini söyleyen bir imge. Ve bir skandala neden oluyor. Bu resim çeşitli hikâyelere yol açıyor, bir skandal patlak veriyor ve böylece kültüre yeni bir görüş getiriyor. Bir tekne batarken profesyoneller, kaptan ve mürettebat önce yolcularla ilgilenmek zorundadır. Kaptan tekneyi en son terk eder. Bu da bir davranış değişikliğine, kültürel bir değişikliğe yol açıyor. Resim, hikâyeleri tetikleyerek, tartışmaları kışkırtarak ahlakı ve anlatıların muhtevasını değiştiriyor.

 

İnsanlar

 

Homo habilis 2,5 milyon yıldır var. Ama biz insanlar sadece 200.000 yıldır konuşuyoruz. Bu da, biz insanların 2,3 milyon yıl dünyada konuşmadan var olduğumuz anlamına geliyor. Hayvanlar gibi iletişim kurduk. Mimikler, duruşlar ve çığlıklar aracılığıyla iletişim kurduk. Gösterge denen zımbırtıyı bulmamız, el işaretleri, çizimler ve davullardan oluşan keyfi, konvansiyonel işaretleri icat etmemiz 2,3 milyon yıl sürdü. Konuşmayı bilmeden önce davulla iletişim kurduk, bir kodla. Nasıl konuşulacağını bilmezden önce, kelimeler icat etmemize ve hikayeler anlatmamıza olanak tanıyan keyfi işareti icat etmeden önce imgeler aracılığıyla iletişim kurduk. Bunu biliyoruz çünkü… Genetik bir mutasyon yoktu ve sol temporal lobun iç yüzünde sylvian arterin [Orta beyin atardamarı ya da diğer adıyla orta serebral arter] izinin ortaya çıktığı görülüyor. Dolayısıyla, bunun iki temporal lobta hipertrofiye [aşırı büyümeye] neden olduğunu ve bunun da temporal lobun iç kısmındaki izi işaretlediğini biliyoruz. Burası dil bölgesi. Ayrıca, bunun insan olduğunu biliyoruz çünkü DNA bize bunun insan olduğunu söylüyor. Konuşmayan, insanlardı. Kültürel bir şey oldu, kodu, keyfi işareti icat etmemize yol açan bir anlaşma. Konuşmaya başladık. Beynimiz 200,000 yıl önce farklı bir şekilde gelişmeye başladı. Bu noktada, yapaylığın dünyasını, aletin yapaylığını ve sözün yapaylığını yarattık. İnsan dünyasını yarattık. Ve bu hikâyeleri... Hepsi bu. Ve bu hikayeler de dönüşüm geçirdi çünkü matbaa…


Bu yüzden konuşmamı, yazının dünyayı temsil etme biçimimizi nasıl değiştirdiğinden bahsederek bitireceğim. Çünkü yazı aynı zamanda bir anlatıdır. Diyelim ki 3000 yıl önce, bugün Irak diye adlandırılan yerde, yani Sümer’de yazı ortaya çıktı. Sümer yazısını kimin icat ettiğini bilmiyoruz. Başka bir deyişle, birisi dedi ki, iki blok kil ve bir parça kamış alacağız, işaretler üzerinde anlaşacağız ve ticari bir sözleşme yapacağız. Bir deveyi, iki keçi ve üç kilo muzla takas edeceğiz…


Neticede bir şey icat ediyorum. Değiş tokuş, hesap kitap yapacağız ve elimizde kanıt olarak sözleşme bulunacak. Kili güneşte kurutacağız, oldu bitti.




Yazılan bir kelime konuşulan bir kelimenin tercümesi değildir


Bu da keyfi yazılı işareti icat ederek düşünceyi maddileştirdiğimiz anlamına gelir. Onu yazıya dökerek, ona seslilikten (vocalité) daha üstün bir maddesellik izlenimi veriyoruz. Diyoruz ki, kelimeler uçar gider, yazı kalır. Bunun nedeni muhtemelen yazılı kelimenin handiyse daha maddi olmasıdır, halbuki aslında neden yazının olmayan bir dünyayı temsil etmesidir. Ama elimizde yazılı malzeme var.

 

Sonra matbaanın icadı geldi. İşte burada karmaşık düşünceyi yeniden buluyorum. Başka bir deyişle, temel bir teknolojik icat olan matbaa, iki çoksatar: ilk çoksatar İncil ve ikincisi de büyücülerin çekici [Malleus Maleficarum: Cadı Çekici: 1486 yılında Dominikan Tarikatı rahibi Heinrich Kramer (Institoris) tarafından yazılmış demonoloji literatürünün en ünlü kitabı]. Samimi bir şekilde Hıristiyanlığa dönmesini sağlamak için birine nasıl işkence yaparsınız? Kısa bir süre önce Kolombiya’daydım, Hıristiyan Engizisyonu’nun bulunduğu Cartagena'daydım ve Kızılderililerin samimi bir şekilde din değiştirmelerini sağlayan, matbaa yoluyla bunu kolaylaştıran işkence araçlarını gördüm. Sizi temin ederim ki işkence aletlerini gördüğünüzde, Katolikliğe ya da başka bir şeye içtenlikle dönersiniz. (Gülüşmeler)


Faydalı bir etkisi oluyor, birlikte yaşayacağız. Bir savaş limanı olan Toulon'da yaşıyorum, burada denizciler var, Nantes’taki kadar çok değiller ama hayli var. Aslında Nantes ve çevresinde pek çok insan askeri kariyer yapıyor ama nerede emekli oluyorlar biliyor musunuz? Toulon'da. Ordunun arşivleri yeniden keşfediliyor ve matbaanın icadından önce tek efendi... Gemide Tanrı’dan sonra tek efendi kaptan olduğu için sorgulanamaz diktatörlüklere dair raporlar var. Bunun hayat basit bir sebebi var, kaptanı denize atarsanız, ona isyan ederseniz, herkes ölürdü, çünkü içinde bulunulan durumu analiz edebilecek tek kişi o. Fakat matbaa icat edildiği andan itibaren, bir tayfa durumun nasıl değerlendirileceğini çabucak anladı, elinde kağıtlar vardı, tereddüt edince birileriyle konuştu, okulda çalışmalarını yaptı, öğrendi, durumun nasıl analiz edileceğini böyle böyle kolayca öğrendi. Bilgi paylaşıldığı anda da, eğer kaptan diktatörlük taslıyorsa, denize atılabilir, zira her zaman durumu değerlendirip tekneyi limana geri getirebilecek bir mürettebat üyesi olacaktır. Bilginin paylaşılması demokrasiye doğru atılan ilk adımdır. Yani, yazının yararlı etkisi, bilginin paylaşılması, yazının kötü etkisi ise cadıların çekici. Aynı mantık bugün internet için de geçerli. İnternetin faydalı tarafı gerçek zamanlı olarak inanılmaz şeyler öğrenebilmemiz.

 

Sihir gibi. Hatırlıyorum da, ben stajyerken, antibiyotikler dalga dalga yayılmıştı. Faydalıydılar ama çok fazla veriliyorlardı ve bu yüzden etkileri azalmaya başlıyordu. Ama 55-60 yıllarında ufak dozlarda antibiyotik verilince olağanüstü etkisi oldu. Frengi bu şekilde ortadan kalktı. Ama şimdi yeniden ortaya çıkıyor çünkü başka değişkenler de var. Oysa frengiyi gerçekten yok ettiğimizi düşünmüştük, gelgelelim tekrar baş gösterdi. Bir profesörün şizofreninin basil kökenli olduğunu ve antibiyotik tedavisinin şizofreniyi iyileştireceğini söylediğini duydum. Bütün genç psikiyatristler bana “Sen neden bahsediyorsun yahu?” dediler. “Öyleymiş ama, bizim disiplinin büyük isimlerinden falan profesörden duydum" diyorum. “Olmaz öyle şey, antibiyotiğin şizofreniyi tedavi edeceğini söylemiş olamaz.” Fakat, bu korkunç makineye yazıyorum ve adamın yayınlarının neredeyse gerçek zamanlı olarak karşıma çıkıyor, bu da onun gerçekten de [böyle söylediğini ispat ediyor]. Öte yandan bu makineler çöp kutularına dönüştüler. Bu makinelerle kontrol edilemeyen bir sürü iftira, hakaret yayılıyor.

 

İntiharla ilgili raporumu Jeannette Bourgham'a sundum ve diğer insanların, Japonya’daki diğer kültürlerin -özellikle Çin'de çok sayıda intihar vakası yaşanıyor- intihar hakkında ne düşündüklerini ve anketlerin ne dediğini öğrenmek için internette biraz gezindim. Japonya ve Çin'de intihar üzerine çalışan akademisyenlerle anında temas halindeydim. Yani harika bir makine. Rastgele yazıyorum. Bir kadın, 17 yaşındaki kızının intihar ettiğini söylüyor. Odasında şarkı söylediğini duymuş, “masa hazır, yemeğe gel” diye seslenmiş ama sessizlikle karşılanmış, odasına çıkmış bir de ne görsün kız kendini asmış. Bu korkunç travma hakkında konuşma ihtiyacı hissettmiş, bunu internete koyma ihtiyacı hissetmiş. Yorumlara bir bakıyorsunuz, “Seni aptal sürtük, ona doğru dürüst göz kulak olmalıydın.” Hayda…

 

Gördüğünüz gibi, tıpkı matbaa gibi hem bir mucize hem de dehşet saçıyor. Demokratik tartışmaya duyulan ihtiyaç da burada yatmaktadır. Bununla bitireceğim. Bir tartışma yürüttüğünüzde aynı fikirde olamazsınız. Cinsiyetimiz farklı, ilgi alanlarımız farklı, aynı geçmişe sahip değiliz, aynı dinden değiliz, aynı kültüre sahip değiliz. Anlaşmamızı nasıl beklersiniz? Hepimiz aynı hakikati göremeyiz, hepimiz aynı dünyayı göremeyiz, aynı gelişime sahip değiliz, kökenlerimiz farklı, tarihimiz/hikayemiz farklı, hepimiz farklı olaylar ve hikâyeler tarafından şekillendirildik, yapılandırıldık, yontulduk. Tek bir hakikat üzerinde nasıl hemfikir olabiliriz? Sadece fikir birliğine varabiliriz? “Bak aynı dili, aynı kültürü, aynı toprakları ve aynı çıkarları paylaşıyoruz.” Böylece bir fikir birliğine varılabilir. Bu nedenle demokratik tartışmaya ihtiyaç var. Ama bu demokratik bir tartışma değil, totaliter bir dil. Hakikate sadece bir kişi sahiptir ve o kendi hakikatini dayatacaktır, buna katılmayan herkes sınır dışı edilecek, yeniden eğitilecek, işkence görecek, aforoz edilecektir. Bu totaliter bir dil. Şu da var ki pek çok diktatör demokratik yollarla seçildi. Bugün bile Orta Doğu'da pek çok diktatör demokratik yollarla seçilmiştir, umarım bu bizim başımıza gelmez. Yani bu totaliter bir dil.




Konformizm ordusu


Buna dair birkaç kelam edip bitiriyorum. Burada size sunduğum fikir şu: Neyin gerçekte olduğunu ayırt etmemiz gerekiyor, dolayısıyla bilimsel yöntemleri kullanarak neyin gerçek olduğunu bulacak bilim insanlarına ihtiyacımız var, bir de gerçeğin temsilinde bulunanı ayırt etmemiz gerekiyor; burada bir dereceye kadar özgürlüğümüz ve dolayısıyla sorumluluğumuz vardır. Dolayısıyla birlikte yaşayabilmek için, hikâyelerimiz, temsillerimiz aracılığıyla gerçekliği kasten yeniden şekillendirerek hareket edebiliriz.

 

Bakın burada kendimi fotoğrafladım, size kendimi gerçekte aşağı yukarı sizin beni gördüğünüz gibi gördüğümü söylemek için, ama aynı zamanda kendi hakkımda oluşturduğum temsili, kendimle ilgili sahip olduğum fikri de fotoğraflamayı başardım, o da işte burada.




TEMSİL / ALGI. Boris Cyrulnik'in yansıması / Boris Cyrulnik'in imajı



Dinlediğiniz için teşekkür ederim.



 

Çeviren: Murat Erşen


 

Kaynak: Boris Cyrulnik - Le récit de soi, Nantes Université. [İlgili bağlantı]


 


Üst
bottom of page