top of page

Kitapkoliklik: Edebi Bağımlılık *

Tom Raabe


Bibliyofil kitaplarını nasıl seçeceğini bilir, onları çeşitli testlere tabi tuttuktan sonra kitap üstüne kitap ekler. Bibliyoman ise onlara bazen hiç bakmadan hepsini üst üste yığar. Bibliyofil kitaba değer verirken, bibliyoman onu tartar veya ölçer.


03/24 | Çeviri

 



Bibliyomanlar ve Bibliyofiller


Son yıllarda yeterince açık olmadığı için, kitapkoliklik (bibliyokolizm) bazılarına nispeten yeni bir bağımlılık, çikolata, iş, alışveriş ya da günümüz insanlarını kanepeye mahkûm eden diğer felç edici davranışlarla aynı safta yer alan başka bir fetiş gibi görünebilir. Oysa kitapkoliklik yeni bir keşif değil, bağımlılarının yenik düştüğü şeyler, yani kitaplar kadar eskidir.


Ama geçmiş asırların uçarı yıllarında başka bir isimle anılıyordu. Aslında, tarihsel olarak, kitapseverlerin davranışlarını birbirinden ayırmak için iki terim kullanılmıştır: bibliyofili (kitap sevgisi) ve bibliyomani (kitap düşkünlüğü). İkisi arasında genellikle motivasyon temelli bir ayrım yapılır. Bir bibliyoman, kitapları edinmek ve onlara sahip olmak için yanıp tutuşurken, bir bibliyofil, kitaplara sahip olmaya karşı olmamakla birlikte, daha ziyade onların içerdiği bilgiyi ve bilgeliği edinmek ister.





Bazı durumlarda bu ayrım sadece bir derece farkından ibarettir; bibliyomanlar, bibliyofilisi çığırından çıkmış kişilerdir. Belirsiz bir gelecekte okumak niyetiyle kitap biriktirmeye başlamış olabilirler, tıpkı önünde sonunda ulaşmak umuduyla Savaş ve Barış satın aldığımız gibi fakat neticede bu his o kadar hoşlarına gitmiştir ki bir noktadan sonra kitap istiflemek/biriktirmek için biriktirmişlerdir. İçlerinde kitap ve okuma sevgisinin öylesine büyümesine izin vermişlerdir ki, özlemleri ancak büyük ölçekte bir sahiplikle giderilebilecek raddeye varmıştır. Bu yüzden onların kütüphanelerinin gücü yalnızca sayılarla ölçülüyordu. Ciddi manada nicelikle ilgileniyorlardı.





Hayranlık uyandıran Fransız koleksiyoncu Boulard'ı düşünelim: on sekizinci yüzyılda yaşamış Parisli bir avukat olan Boulard çılgınca kitap satın alıyor, satın aldıklarını raflara diziyor, dolaplara yığıyor, çalışma odasının her yanına dağıtıyordu; sonunda biriken kitapların oluşturduğu yığın öyle külfetli hale geldi ki koyverdi, böylece kitaplar evinin her odasını ele geçirdi. Daha sonraları büyüyen koleksiyonunu muhafaza etmek için altı ev daha satın aldı. Kitaplar birinci kattan tavan arasına kadar yığılmıştı. Yığınların arasında yürümek, kitap yükseltilerinde tehditkar sallantılara yol açıyordu, öyle ki dikkatsiz bir ziyaretçi her an bir kitap çığının altına gömülebilirdi. Theodore Koch, Boulard’ın muazzam zulası hakkında “Bir cilt kütüphaneye konduktan sonra adeta okyanusun dibini boylamış gibi kayboluyordu" diye yazmıştır. Boulard öldüğünde altı yüz bin ila sekiz yüz bin arası cilt biriktirmişti. Bunların satışı beş yıl sürdü fakat arz fazlası nedeniyle piyasa değerleri yarı yarıya düşmüştü.




Tom Raabe


Başkaları da, işi bu raddeye vardırmasalar bile, bibliyomani konusunda aynı çılgınlığı sergilemişlerdir. La Bruyer, bir kitap koleksiyoncusunu ziyareti sırasında adamın dolup taşan kütüphanesindeki ciltlerde kullanılan siyah Fas derisinin kokusundan neredeyse bayıldığını anlatır; üstelik adam bu kütüphaneye sadece ziyaretçilere koleksiyonunu göstermek için adımını atıyordu.


Boulard ve o yıllarda yaşamış diğer kontrolsüz ve çılgın kitapkoliklerin sorunu, edindikleri kitapları okumamalarıdır. Bu kişiler kitapları sadece satın alıyorlar ve bunun verdiği coşkuyla ipin ucunu kaçırıp daha da fazlasını satın alıyorlardı.


Kitap edinmek konusunda açgözlü bu tiplerin karşısında antik kitap dünyasının beyaz  atlı şövalyesi yer alır: bibliyofil. Onun kalbi ve ruhu temizdir, kitapları içerikleri için sever. Bibliyomanlar sadece ağırlıkları, boyutları ve dış nitelikleri dolayısıyla önemsedikleri kitapları istifleyip kat kat yükseltirken, bibliyofiller hangi kitapları satın alacaklarını dikkatle seçer, sonra da onlara içlerinden barındıkları güzellikler ve bilgelikler için kıymet vererek incelerlerdi. Bibliyomanlar kitaplara dış görünüşleri için düşkünken, bibliyofiller onları içlerinde yazılanlar için severlerdi. Bibliyomanlar için kitaplar korunması gereken hazineler, müze parçaları, merak uyandıran nadirelerdi; bibliyofiller içinse keyif alınacak dostlar. Bibliyomanlar rastgele ve çok sayıda kitap satın alırlar ya da nadir bulunan kitapların peşine düşerlerdi; bibliyofiller ise satın aldıkları kitapları ciddi bir duygusal tartıya vururlardı, öyle ki satın almadan önce bir kitabın yazarını, konusunu ya da başka bir yönünü beğenmeleri gerekirdi.





Tahmin edilebileceği gibi, bu ikisi arasında büyük bir husumet vardır. Bibliyofiller, kitapları yalnızca koleksiyon oluşturmak için edinenler hakkında pek iyi şeyler söyleyemezler, geçmişte bu davranışa yönelik aşağılayıcı sözler çok ileri boyutlara ulaşmıştır. Elbette, zeki ve duyarlı kitap insanlarının satın aldıkları kitapları okudukları vakıadır. Gelgelelim bazı büyük bibliyomanların koleksiyonlarındaki ciltlerin içerdiği bilgilerden bihaber derin bir cehalet içinde yaşadıkları söylenir. Bunlardan biri olan Kont d'Estrees'in hiç okumadığı elli iki bin cilt kitap istiflediği anlatılırdı. Astronomi kitapları koleksiyonu yapan bir diğeri ise, bilim hakkında zırcahil olduğu gibi kitaplarını okumayı ya da başkalarına ödünç vermeyi de katiyen reddediyordu.





Peki ya eşsiz Boulard? Onun da hangi kitaplara sahip olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. “Bibliyomanyak” adlı öyküsünün kahramanını dizginsiz Boulard’a benzeten Charles Nodier, ondan bir kitap istediğinde, bu Fransız beyefendinin ev ev dolaştığını, duvardan duvara uzanan, yerden tavana yükselen kitap yığınlarına vurarak alaycı bir tavırla, “Ya buradadır ya şurada” dediğini anlatır. Hiç şüphe yok ki Boulard feci halde niceliğe düşkün bir adamdı.




Ancak her şey bu kadar siyah beyaz değildir. Eskinin bazı kitapkolikleri sayısız kitap biriktirmiş ama aynı zamanda onları okumuşlardır da. On dokuzuncu yüzyılda yaşamış İngiliz bibliyofil Richard Heber bunlardan biriydi. Bir kitap görmeye dursun o kitap illa onun olurdu. Her türden kitabı, her yoldan, her yerden satın alırdı. Kitaplardan ikişer, hatta üçer kopya almak onun belirgin eğilimiydi. Tıpkı Boulard’ın koleksiyonu gibi, onunki de evinin sınırlarının dışına taştı, 200.000 ila 300.000 ciltlik zulasını yerleştirmek için evine Londra’da iki, İngiltere ve Kıta’da altı olmak üzere toplam yedi konut daha ekledi.





On dokuzuncu yüzyılda kitap-deliliği üzerine bir tez yazan büyük bibliyoman Thomas Frognall Dibdin, Heber’in ölümünün ardından, ömrü boyunca hiç kimsenin görme ayrıcalığına sahip olmadığı kutsal mekanı, yani Heber’in evini görme fırsatına kavuştu. “Etrafıma hayretle baktım,” diye yazmıştı Dibdin. "Odaları, dolapları ve koridorları kitaplarla bu denli tıka basa dolmuş, bu denli kitaplarla boğulmuş bir yer görmemiştim. Bu yanda üçlü sıralar, o yanda ikili sıralar uzayıp gidiyordu… Kitap yığınları ta tavana kadar yükseliyordu; zemin ise kitapların oluşturduğu sayısız, gevşek öbekle kaplanmıştı.” Dahası bu onun sekiz deposundan sadece biriydi. Fakat üstüne üstlük Heber kitaplarını okumuştu da, zaten suyu bulandıran da işte budur. Tarih onun ölünceye kadar okuduğunu ve çalıştığını gösteriyor.





Peki, bundan nasıl bir anlam çıkarmalıyız? Eğer bir insan iki yüz üç yüz bin kitaba sahip olup yine de akıl sağlığının sınırlarında kalabiliyorsa, bir diğeri ise sekiz evi hiç okumadığı ya da yüzüne bile bakmadığı kitaplarla doldurabiliyorsa, bu durum kitapkolikliğin sürekliliğinde koordinatlarımızı belirlememize nasıl yardımcı olabilir?


Öyleyse günümüzün kitapkolikleri için en önemli soru -turnusol testi- şu: Kitaplıklarımızdaki kitapların kaçını okuyoruz? Kaç tanesine bilinçli olarak gerçekten göz gezdiriyoruz? Öyle ya, akıl sağlığının zerresine bile sahip çıkmak için, satın aldığımız kitapların en azından bir kısmını okumamız gerekmez mi? Okunanlar kataloğuna katmak -asıl mesele bu değil mi? “Mania” ve “philia” arasındaki sınır nereye düşer? İkisini ayırmak için hangi normatif ölçütü kullanıyoruz? Satın alınan kitapların yüzde sekseni mi okunuyor? Yüzde altmışı mı? Yüzde yirmisi mi? Çizgi nereye düşüyor?





Bu sorulara yalnızca bizler -her birimiz ayrı ayrı- yanıt verebiliriz. Yıllar önce okuma niyetiyle satın aldığımız ama bir türlü okumaya fırsat bulamadığımız o eski klasiklerden kaç tanesi raflarımızda yer tutuyor? Sevdiklerimizden kaç tane “mesajlı” hediye aldık -Her Kadının Erkekler Hakkında Bilmesi Gerekenler, Endişelenmeyi Bırakıp Yaşamaya Başlamak ve 30 Günde İnce Kalçalar gibi, insanların okuyup hayatımızı değiştireceğimizi umarak bize verdikleri bütün o kitaplar- elimize geçer geçmez onları çöpe atmanın en mantıklı ve uygun yol olacağını bildiğimiz halde onlara tutunduk kaldık? Kaç kez raflarımıza bakıp “Bu kitapların bazılarından kurtulmalıyım” diye düşündük ama sonra düşüncelerimizi hayata geçirecek cesareti kendimizde bulamadık? Yoksa tehlike çanları çalıyor da biz de Boulardvari bir kara sevdanın pençesine mi düşüyoruz?


Bunlar ciddi endişeler. Çünkü kitapkoliklerin yolu kara sevdadan başka bir yere çıkmaz. Düpedüz çılgınlık başlar: kaçık bibliyotafya (kitapları istifleme ve gizleme/gömme), korkunç bibliyofagizm (kitap yeme), vahşi bibliyoklazm (kitapları yok etme) ve tekinsizliğin sayısız diğer tezahürü...




11'e 10 Kala, Pelin Esmer, 2009


Okumakolikler


Onları ofisteki yemekhanede görürüz, gevezelik eden kalabalıktan soyutlanmış, kendi başlarına otururlar, gözleri kalın bir kitapta gezinirken sosyalleşmekten kaçınırlar. Onları bir otobüs durağında, hemen ayaklarının dibinde akan fırıl fırıl trafikten habersiz, kapağı janjanlı bir kitabı gözlerine tutarken görürüz. Hatta onları belediye otobüslerinde bile görürüz, elleri başlarının üstündeki tutamağı sımsıkı kavramış, böylece aracın aniden durup kalkmasına rağmen, bir şekilde hem okudukları kitaptaki yerlerini kaybetmemeyi hem de ayaklarını yerde tutmayı başarırlar.


Bunlar, toplumun tüm katmanlarında varlığını hissettiren popüler bir kitapkoliklik türüne duçar olmuş okumakoliklerdir. Her zaman, her yerde her şeyi okurlar. Okumakolikler arasında en revaçta tür, romantik edebiyattır örneğin. Ellerindeki kitaplar sanki aynı tornadan çıkmıştır: kapaklarında, yüzde 85 oranında dekolteli dolgun bir genç kız, bir tür tutku çılgınlığının yarattığı ikilem içinde, kuzguni saçları arzu rüzgârlarıyla dalgalanırken, arkasında onu inatla omuzlarından kavramış, daha dalgalı bir araziye geçmeye hazır terli bir aygırla resmedillir. Ya da tamı tamına polisiyeye benzer bunlar; bir hafiye kanlar içindeki bir cesede kuşkuyla bakar, fötr şapkalı kötü adam bir kapıdan içeri süzülürken bize sadece arka tarafını gösterir.





Elbette, biz daha “normal" bibloyofiller de sürekli okuyoruz. Ancak bizi okumakoliklerden ayıran şey temelde, okumakoliklerin okuduklarının çok azını hatırlamasıdır. Tüm kahramanlar silik bir şekilde tasvir edilmiş tek bir figürde birleşir; tüm olaylar bir dizi amorf eylem ve tepkide eriyip kaynaşır. Fakat yine de bu ayrım yeterli değildir, çünkü çoğumuz okuduklarımızın çoğunu hatırlayamayız. Öyleyse ayrımı daha belirgin kılmalıyız. Bunun için okumakolikliğin şu üç temel özelliğini göz önünde bulundurun:

 

1. Okumakoliklerin okumakta oldukları kitabı tarif etme şekli. “Etrafta dolaşıp kadınlarla birlikte olan bir adam hakkında” falan gibi şeyler söylerler, bu yüzden biz de Henry Fielding’in Tom Jones’unu mu yoksa Harold Robbins’in Maceracılar’ını mı okuduklarını kestiremeyiz. Okudukları herhangi bir şey hakkında asla spesifik konuşmazlar.




 

2. Kitaplarını ele alış biçimleri. Onlar için okudukları kitaplara sahip olmak öncelikli bir mesele değildir. Bazı okumakoliklerin evlerinde sadece bir düzine kitap olabilir! Kitapkolikler için sahip olmak hiçbir şey ifade etmez. Bir gün kitapçıdan bir düzine kitap almaları, kitapçıyı bir sonraki ziyaretlerinde takas edecekleri bir düzine kitaba sahip olacakları anlamına gelir - tabii ki hepsi bu arada okunur. Belli sebeplerle, okumakoliklerin en verimli avlanma alanı ikinci el kitapçılardır.


3. Hızlı okurlar. Yalnız hızlı okuyanların hepsi okumakolik değildir, fakat hiçbir okumakoliğin kağıt yakmaktan çekinmeyeceği tartışılmaz bir gerçektir. Biz yavaş okuyan bibliyokolikler için hayli can sıkıcı olabilir bu durum. Onları bir gün işte Michener’e [1] özgü bir çanta dolabını karıştırırken -ki görünüşe bakılırsa asla dört yüz sayfadan az kitapları okumazlar-, bir buçuk gün sonraysa başka bir Michener destanına başlamış görürüz. “Kaynak’ın [2] bin yüz sayfasının tamamını okudun mu?" diye sorduğumuzda, sanki misafir odamızda Elvis’in yaşadığını söylemişiz gibi bakarlar yüzümüze.





Ayrıca, okumakolikler her zaman üretkenlikleriyle övünüyor gibi görünürler. Okudukları kitapların içeriğinden değil, ne kadar uzun sürdüğünden bahsederler. “Bakıyorum da Tom Clancy’nin Executive Orders’ını okuyorsun.” gibi şeyler söylerler. “Bunu birkaç hafta önce Friends dizisinin reklam aralarında okumuştum.” Ya da “Vay, Don Delillo’nun Underworld’ü, ha? Güzel kitaptır ama okumanız iki üç saatinizi alır."



Çeviri: Punctum Dergi


 

(*) Tom Raabe, Biblioholism: The Literary Addiction, Fulcrum Publishing Golden, 2001, s. 68-74, 86-88.


[1] James A. Michener (1907-1997), birçok neslin hayatını kapsayan, belirli coğrafi bölgelerde geçen ve ayrıntılı tarihsel bilgiler içeren aile destanlarıyla tanınan Amerikalı kurgu yazarı.

[2] James A. Michener’in 1965’te yayınlanan bu tarihi romanı, tek tanrılılık öncesi günlerden modern İsrail Devleti’nin doğuşuna ve 1964'e kadar Yahudi halkının ve İsrail topraklarının tarihine dair bir araştırmadır.

Üst
bottom of page