top of page

Punctum - Soruşturma (2022)


Yazarlar, çevirmenler ve editörlerden, 2022'de ilk kez ya da yeni baskısıyla yayımlanmış, akıllarında, not defterlerinde, hayatlarında iz bırakmış kitaplara dair notlar.


12/22 | Kitap

 


Ayfer Tunç (Mürekkep Lekesi), Aslı Odman (Sevgili Arsız Ölüm - Babamın Yeri), Berrak Göçer (Personel), Barış Aydın (Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı), Burak Delier (Çalışma Koşulları - Hans Haacke'nin Yazıları - Sentez ve Montaj - Özer Kabaş Yazıları), Fatih Altuğ (Furya Makinesi), Cana Bostan (Grizunun Kokusunu Almak), Barış Yarsel (Hayvan Hükümranlığı), Begüm Kovulmaz (Türlerin Kökeni), Ayşe Güngör (Kıyamet Emeklisi), Ahmet Öz (Uyurgezerler Üçlemesi), Anita Sezgener (manevra alanı - imge kası), Elis Şimşon (Levinas Okumaları - Kartezyen Prens - Descartes ve Siyaset), Murat Erşen (Sıcak Kafa - Çağdaş Sanatın Sahtekârlığı), Süreyyya Evren (Yapay Zekâ ve Kapitalizmin Geleceği: İnsandışı Bir Güç - Tırışkadan İşler), Cem İleri (Düzlükler), Utku Özmakas (Eski Rejim'de Yeraltı Edebiyatı), Yasin Karaman (Dünya Çağları), Cihat Duman (Arap Kızı Camdan Bakıyor - Türkiye'nin Siyah'ları), İlker Şaguj (Sen Buranın Kışındasın).

 

AYFER TUNÇ


Her çağ ve ülke, aslında her yeni iktidar geçmişi tahrif ederek tarihi yeniden yazdıkça içinde yaşadığımız günlerin geleceğe nasıl aktarılacağına ilişkin sorularla dolup taşıyorum. Çağdaşlarımız, ait olduğumuz kuşak, hepimiz ölüp gittikten sonra nasıl tanımlanacağımızı merak ediyorum. Gezegenimizin çöküşüne giden yollara taş döşemiş hissiz kuşaklar olarak suçlanacak mıyız? Ya da daha “yerli ve milli” bir açıdan bakarsak, her yeni sillede susan, sustukça da sıra gelen, -en değerli istisnamız Gezi sayılmazsa- atalet ve itaatin pençesinden kurtulmak için pek de bir şey yapmış, bu nedenle iktidarın istediği yöne “güttüğü” insanlar olarak mı niteleneceğiz? Gelecek bizi ve çağımızı nasıl damgalayacak? 2022’de yeni ve iyi yazarlar okudum, etkilendiğim romanlar da oldu ama Mihail Şişkin’in sekiz öyküden oluşan, anılarının, dolayısıyla gerçeklerin beslediği kitabı Mürekkep Lekesi birkaç nedenle zihnimde ayrı bir yer aldı. Hemen her öykü bir zamanlar benim kuşağımın ve öncekilerin hayallerine yataklık yapan devrimin umut çağlarının nasıl da bir yüce yalan olduğunu ortaya koyuyordu. Gerçi, 21. Yüzyıl’ın ilk çeyreği neredeyse biterken bu bilgi hiç de yeni sayılmaz. Angelopoulos Ulis’in Bakışı’nda parçalanmış Lenin heykelini Tuna nehrinde gezdirirken yıl 1995’ti. Ama Şişkin bunu içeriden, incelikli bir acıyla yazarak bugünü aydınlatıyor, üstelik iyi bir edebiyatla, Rus edebiyatının büyük ustalarından kendisine kalan mirasın hakkını vererek. “Arkadan Düğmeli Palto” öyküsünde şöyle diyor: “Bir zamanlar Kovrovo’daki askeri kamplarda kısa süre sonra parçalara ayrılacak vatanım için kanımın son damlasına kadar savaşacağım için yemin etmiştim. Yeminden sonra bayrağı öpmem gerekmişti, dudaklarıma götürdüğümde burnuma gelen füme balık kokusunu hâlâ hatırlıyorum. Komutanlarımız bayrağımızın üstünde bira içip balık yemişler, sonra da muhtemelen elleriyle kırıntıları gelişigüzel silkelemişlerdi.” Füme balık kokan o bayrak için söylenen ve koca bir çağı dolduran yalanları düşününce aldatılmış olmak hissinin geçmişi tanımlamaya yarayabileceğini düşünmek benim için yeni bir bakış açısı. Mürekkep Lekesi’ndeki öyküler bugün göklerimizde yankılanan ve genç yaşlı demeden hepimizi yerli ve milli olmaya zorlayan yalanların söylendiği ilk ülke ve ilk çağ olmadığımızı yeni kuşaklara kanıtlıyor. Her ülkenin tarihi üstünde balık yenen bayraklar için dökülen kanla yazılıyor. Tarih dediğimiz şey milyonlarca parçadan oluşan devasa bir puzzle. Bitmiş halini görebilen kimse yok, belki tanrı, o da kendi eserini görmek isterse. Her iktidar veya her çağ sürekli bu puzzle’ın parçalarını değiştiriyor. Hep birkaç parça eksik. Edebiyat bu eksik parçaları tahayyül etmemizi, puzzle’ın bitmiş halini tasavvur etmemizi sağlıyor. Bu, harika bir eylem ama tamamlanmış puzzle’ın gösterdiği resim için aynı şeyi söyleyebilir miyiz, emin değilim.


Mihail Şişkin, Mürekkep Lekesi, çev. Erdem Erinç, Jaguar Kitap, 2022.


 

ASLI ODMAN


Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ünün ilk basımından bu yana kırk sene ve on yedi baskı geçmiş. Bu kitabı otuz sene önce lisede, o dönemki hayat arzu ve kaygılarımla buluşturamadan, ‘genel kültür’ çatısı altında hızla okuyup geçmişim. Bu gerçek bu sene yüzüme çarpıldı. Lise zamanlarında coğrafi uzaklara konumlandırdığım arzularımın nesnesi ise bir başka kitap olmuştu. Marquez’in Buendía ailesinin serencamını anlattığı ve Türkçe okuyucuya aslen 1982 Nobel Ödülü vesilesi ile, yayımlanmasından on beş yıl kadar geç ulaşan Yüz Yıllık Yalnızlık’ı. İstanbul’da “okumuş” orta sınıf bir hanede eğitime adanarak büyüyen bir genç kızı büyüleyen uzaklar, uzak iklimler, uzaktaki gerçeklerdeki o büyülü anlatım, o serinkanlı aktarılıveren imge zenginliği olmuştu. Bu kitap ile o dönemde hayatımda -arzunun yatırıldığı yerin görünmezliği gereği tanımlayamadığım- “o” diyarın uzakları o kadar belirleyici olmuştu ki, üniversitede İspanyolca öğrenip, master tezimi de Meksika hakkında yazdığım zaman ancak, esasında tüm bu “Latin Amerika” yöneliminin Marquez ile başladığını fark etmiştim. Otuz sene sonra Sevgili Arsız Ölüm’ü, Annie Ernaux’nun Babamın Yeri’nden sonra, bu kitabın dürttüğü bazı anıların kurduğu ince köprülerin davetiyle, tekrar okumak istedim. Göç, işçileşme, emek sömürüsü, bunlarla dönüşen insan-çevre ilişkisi, hane içi emeğin görünmezliği, gecekondu mahallelerinin oluşumu ve yıkımı hakkında bir “araştırma / eyleme yolu” inşa etmiş bir insan olarak bu kitaba bu kadar sonra ve bu kadar iş-dışı duygusal bir köprü ile geri dönmüş olmak beni çarptı. Marquez’de beni bir genç kız olarak alıp sürükleyen, “büyü”, onun beni uzamda uzaklaştırmasından geçiyordu. Tekin’deki “büyü”nün bana otuz yıl sonra görünür olması ise, tanıdık olanda, bugünde, burada devamının içinde yaşadığımız gerçekliklerin oluşma noktasında, ruşeyminde kurduğu anlatıda zuhur etti. İçinde hâlâ debelendiğim, dönüşmesini arzu ettiğim, çaba gösterdiğim gerçekliklerin büyülü tasvirinde ortaya çıkan katmerli ilişki geçişleri, baba-kız, kız-kuyu, kız-deniz, anne-cinler, galvanizci patron-isteksiz genç işçi abi, ekonomik zorla sınıflı toplumlarda ilerlemenin oyaları olarak ilmek ilmek işlenmişlerdi. Temsilî olmayan büyük bir dönüşüm temsili. Durağan ve kadim (“büyü”) hissi veren bir diyalektik. Büyü, yakına geldi. Gündelik, bugün, burada olan egzotikleşti, egzotik Marquez’in Kolombiyası’nda bir ailenin beş neslini kapsayan büyük dönüşüme kayan arzu ve merakı hâlâ koruduğumu ve “yakınlara” taşıdığımı düşündürdü.


Bu iki kitap arasında köprü kuran ise 2022 senesinde Siren İdemen tarafından Türkçeye kazandırılan Annie Ernaux’nun Babamın Yeri kitabıydı. O fısıltılı çağrıyı yapan Ernaux, sınıflar arası bir göçmen, işçi sınıfı taşrasında doğan bir kız, Cumhuriyet’in yarattığı imkânları “değerlendiren”, “çalışkan bir kız” öğrenci olarak eğitim sermayesi ile yükselen hayatındaki sınıf utancının, baba utancının, sınıf göçünün hikâyesini anlatıyordu. Yakın ailesinden ancak uzaklaşarak dahil olabildiği bir sınıf evreninde ve “çalışarak” ve “evlenerek” üstesinden gelmeye çalıştığı sınıf utancını “mesafeli gerçekçi” bir “ben-anlatı” ile anı ve anı işliyordu. Tekin’de, yazarın kendi coğrafi-biyografisine bakarken kurduğu anlatı, doğadan, hayvanlarla, otlarla, acı ve utançla evrilen bir vücudun ifrazatlarına, seslerine, sanki tepeden bir bakışla dokunan ilişkilerin dokusuna daha çok sesle yer verirken; Ernaux’da “sınıf göçü” daha klostrofobik, pür yapılı çevre ve yapılı sosyal ilişkiler ile sarılı bir sınıf evreninde, ve çok daha mesafeli bir bene gömülü olarak ifade buluyordu. İki yazarda da “sınıf göçü”nün utancı, kaygıları ve acıları kadınlık halinin “kadim yabancı ve tasnif edilen olma” hali ile mahirce yoğrulmuştu. Anlatılan iki dönem ve mekânın ortak çatısı sınıf göçleri ile örülmüş kent ve duygu evreni, refah kapitalizminin uyum talep eden fantazmagoryaları. İlerleme, kalkınma, büyüme, tüketim ekonomisinin genişlemesi, “fırsat eşitliği” mitinin düştüğü yerde “eğitimle var olmaya çalışan kadınlar” tarafından nasıl yaşandığı. 1960’lar Kayseri kırsalından İstanbul gecekondu mahallesine, 1960-70’lerde Normandiya’nın kırsalından Paris’e ortak bir uzam. Sizlere 2022’de bu iki kardeşleşen kitabı önermek istedim. Benim için birbirine ve belleğime köprü olmuş olan. Belki sizler de yan yana okumak veya sizler için başka kitapları yan yana düşüren kitapların nedeni nasılı hakkına düşünmek istersiniz diye.


Latife Tekin, Sevgili Arsız Ölüm, Can Yayınları, 2022.


Annie Ernaux, Babamın Yeri, çev. Siren İdemen, Can Yayınları, 2022.


 

BERRAK GÖÇER


İngilizce tanıtımlarında “22. Yüzyıl’ın işyeri romanı” olarak nitelendirilen Personel gerçekten de her şeyden önce bir ofis hikâyesi. Ama burası Solaris’te, 2001: A Space Odyssey’de karşılaştığımız türden bir ofis – bir uzaygemisi. Gemide çalışan meslektaşlar ise Blade Runner’ı aratmayacak şekilde, insan ile insansı karışımı. Yeni Keşif gezegeninde bulunan değişik nesneler Altı Bin uzaygemisine getirildiğinde mürettebat üzerinde tuhaf etkiler yaratmaya başlıyor. Etkilerin incelenmesi için Ana Üs herkesle teker teker ve tekrar tekrar görüşmesi için gemiye bir komite atıyor. Bu görüşmelerin transkriptleri şeklinde kurulu romanın her bölümü bir tanık tutanağından oluşuyor. Tutanaklardaki diyalog hep tek taraflı, komitenin sorularını ya da yorumlarını ancak çıkarımlarla tahmin edebiliyoruz. Dahası, tanıkların kim olduğu, hatta ne olduğu sorusunun yanıtı da sadece anlattıklarından edindiğimiz ipuçlarında gizli. Tutanakların sırası karışık, bazıları atlanmış, bazılarında ise belli yerler sansürlenmiş. Personel, objektif olma iddiasındaki resmî dairelerin, tek ve somut gerçeği yansıtma iddiasındaki belgelerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini ortaya koyuyor. Yani romanın bütünü, anlatılanlar kadar anlatılmayanlardan da oluşuyor – tıpkı sergilerde eserlerin arasındaki boşluklar gibi. Bir sergide eserlerin salonda konumlandıkları yerin, aralarındaki açıyla mesafenin, bir nevi negatif alanın bütünün parçası olması gibi Personel’de de hikâyeyi girilmeyen odalar, görülmeyen olaylar, kısacası telaffuz edilmeyenler ilerletiyor. Kitabın çıkış noktası düşünüldüğünde bu özelliği yerine oturuyor: Heykeltıraş Lea Guldditte Hestelund’un, “Tüketilmiş Geleceğin Şimdiki Zaman Olarak Kusulması” adlı sergisi için Olga Ravn’dan yazmasını istediği kısa broşür, bu romana dönüşüyor. Hestelund eserlerinde tanıdık olanı yabancılaştırıyor; bu heykeller insanın bedenine ve zihnine kazınmış eski kodları uyarıyor ama aynı zamanda bildiği hiçbir şeye benzemediğinden algısıyla oynuyor. Romandaki nesneler ise karakterlerin sadece duygularına değil fiziksel hislerine de hitap ediyor – bir kokuyu, tadı, tendeki bir hissi canlandırıyor. Bu herkeste farklı etki yaratan nesneler, bulutlara yüklenen hafızalar, yemekhanede oluşan klikler, gizemli şekilde yok olup geri gelen işçiler ve elbette her hareketi gözlemleyen, aracısız erişilemeyen bir Ana Üs – Personel tüm bunlar aracılığıyla insanın işle ilişkisini sorguluyor. İşe yaklaşımımız bizi robotlaştırıyor mu, sahi robotlaşmak ne demek, insanı robottan (ya da robotu insandan) ayıran nedir, bu sorular İskandinav edebiyatına has bir dinginlikle ele alınıyor romanda. Ravn uzayda yaşayan sıra dışı nesneleri kullanarak dünyanın sıradanlaşmış uygulamalarına ayna tutuyor – gelecek, şimdiki zaman olarak sayfalara dökülüyor.


Olga Ravn, Personel, çev. Gül Çakıroğlu, Can Yayınları, 2022.


 

BARIŞ AYDIN


Postmodernizm meselesi her ne kadar gündemden düşmüş, modası geçmiş, yaldızları dökülmüş bir ahir zaman söylencesine dönüşmüş gibi görünse de, bilhassa sanat, felsefe ve sosyal bilimlerle uğraşanların sürekli dönüp dönüp baktığı, meşgul olduğu bir başlık olmayı sürdürüyor. İlk baskısı 1989’da yapılan Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı adlı anıtsal eserinde Fredric Jameson da o vakitlerde ıskartaya çıktığı düşünülen büyük anlatılardan biri olarak Marksizmin, belirli bir toplumsal, tarihsel anda üretilen bütün sosyo-kültürel metin ya da malzemenin muteber ve tatminkâr bir izahını yapmaya halen muktedir olduğu iddiasına somut bir nitelik kazandırmasıyla literatürde kıymetli bir paye edinir. Jameson, toplumsal ve kültürel sahanın edebiyattan mimariye, sanattan felsefeye varıncaya kadar bütününe sirayet eden bu karmaşık olguyu tahlil maksadıyla da G. Lukacs, L. Althusser gibi radikal Marksist düşünürler ile yapısalcılık sonrasının kimi önemli isimlerini ortak bir arayüze yerleştiren karmaşık bir yorumsama tekniği ortaya koyar. Kültürel üretimde vücut bulan ideolojik semptomları sınıfsal yapının basit bir çıktısı olarak görüp bütün bunları ıvır zıvır kabilinden değerlendiren kaba Marksist yaklaşımları eleştiren Frankfurt Okulu’ndan da istifade eden Jameson, buradaki semptomları teşhis etmek ve anlamak için yorumsamacı üst belirleme mefhumunun yanı sıra, kimi genel psikanaliz terimlerini de işe koşar. Kitabın alt başlığında da görüldüğü üzere belli bir tarihsel andaki teorik-pratik müktesebata denk düştüğünü düşündüğü postmodernizm olgusunu E. Mandel’den aldığı dönemselleştirmeyle geç-kapitalizme teyelleyen Jameson, kapitalizmin cari aşamasıyla bu olgu arasındaki iltisaka bakarken bu tarihselliğin mezkûr sosyo-kültürel hegemonyanın çözümlenmesinde kritik önemde olduğunu da vurgulamaktan geri durmaz. Endüstri sonrası çağ, bilgi çağı, çokuluslu kapitalizm gibi terimlerle de ifade edilen bu aşamayı belirleyen temel etkenin bizzat kapitalizmin kendisi olduğundan fazlasıyla emin olan Jameson’a göre postmodernizm, bütün bu yenilik aurası ve söyleminin ardında doğrudan cari kapitalist sistemin sevk ve idaresinde bir kitle kültürü eliyle kurumsallaşan ve gündelik yaşamın neredeyse tümünü temellük eden bir yaklaşımın adıdır. Toparlamak gerekirse, ilkin 1994’te Türkçe çevirisi çıkan, baskısı tükendiği için uzun süre nadir eser gibi sahaflarda kovalanan, 2011’de yine aynı çevirinin gözden geçirilmiş hali başka bir yayınevince yayımlanan ve en son bu yılın ortasında bu kez yepyeni bir çeviriyle kültür dünyamıza arz-ı endam eden Jameson’ın bu kıymetli çalışması, halen güncelliğini koruyan bir klasik olarak tekrar tekrar okunmayı fazlasıyla hak ediyor.


Fredric Jameson. Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı. çev. Cem Gönenç, Alfa Kitap, 2022.


 

BURAK DELİER


Ülkemizde son yıllarda sanat yayıncılığı gelişti ve yaygınlaştı. Özellikle güncel tartışmalar yürüten Graham Harman, Jacques Rancière, Boris Groys, Julian Stallabras veya Hal Foster gibi eleştirmen, düşünür ve felsefecilerin kitaplarının hızla çevrilmesi son derece önemli. Türkçe sanat yayıncılığında eksikliğini çektiğimiz şey ise, doğrudan sanatçıların yazdığı yazılar. Elbette birkaç istisna hariç: Küre Yayınları’nın yayınladığı Sanat ve Kuram adlı derleme, tarihsel avangarda odaklı İletişim Yayınları’nın Sanat Hayat dizisinden ve diğer yayınevlerinden çıkan sanatçı manifestoları, Paris Yayınevi’nden çıkan Hugo Ball’un meşhur Zamanın Dışına Kaçış’ı ve muhtemelen şimdi aklıma gelmeyen, orada burada parça parça, gerektiği kadar çevrilerek yayınlanmış sanatçı yazıları. Oysa kendi ya da başkasının sanatı, ya da genel olarak sanat hakkında eleştirmen ya da felsefecilerin değil sanatçıların nasıl konuştuğunu duymak ve bilmek, hani eğer en vazgeçilmez değilse, kesinlikle, sanatı teorik bulanıklıklardan, piyasanın reklamcı, akademinin paketleyici dilinden azade olarak düşünmemizi sağlayacak en zihin açıcı ve kıymetli şeylerden biridir. Çevrimiçi ve ücretsiz ulaşılabilen, biri Arter (Haacke Yazıları) diğeri Salt (Özer Kabaş Yazıları) tarafından e-kitap olarak yayınlanmış iki yayın (ilginç bir şekilde iki sanatçının da benzer teorik düşüncelere atıfta bulunduğunu belirtelim), “saf” diye niteleyeceğim bu özel sanat dilini hatırlatıyorlar.


Türkiye’de, sanat konusunda düşünürken -biraz da sanatçılarımızın yazmamasından- ister istemez eleştirmen ve felsefecilerin teorik jargonunun filtresine mecbur kalmaktayız. Kendi adıma Allan Kaprow’un Essays on the Blurring of Art and Life’ını okuduğumda dilinin yalınlığına, karmaşık ve ağır gözüken sanat/hayat meseleleri üzerine konunun göbeğinden son derece sarih bir biçimde söz almasına hayran kalmıştım. Birebir kendi ağzından konuşan ve doğrudan maddi, fiziksel, deneyimsel olandan süzülmüş sanatsal dert ve kavramlardan -bugün bize fazla iddialı ya da naif gelecek- “hayatın anlamı” gibi felsefi konulara geçebilmesi son derece etkileyiciydi. Bir sanatçı nasıl düşünür? Elinde olan araçlar hangileridir? Nereden, nasıl yola çıkar ve nasıl çalışır? Sanatçı yazıları olmadan bunları öğrenemeyiz; açıkçası bunları bilmediğimizde de sanat hakkında felsefeden veya sosyal bilimlerden devşirilmiş düşüncelerimiz güdük kalacaktır. Sanatçı yazılarına kendine özgü sanatsal, edebi ve felsefi bir tür olarak daha çok ilgi gösterilmesi ve değer verilmesi dileğiyle!


Çalışma Koşulları: Hans Haacke Yazıları, haz.: Alexander Alberro, çev.: Zeynep Baransel, Arter e-Kitap.


Sentez ve Montaj: Özer Kabaş Yazıları, haz.: Tuğçe Kaplan, Vasıf Kortun, Sezin Romi, Salt e-Yayın.


 

FATİH ALTUĞ


MIT’deki Social Analytics Lab’in yöneticisi olan Sinan Aral’ın The Hype Machine adıyla 2020’de basılan kitabının Türkçesi 2022’de Tellekt’ten Sevgi Halime Özçelik çevirisiyle çıktı. Kitabın alt başlığı, konusuna dair önemli ipuçlarını barındırıyor: “Sosyal Medya Seçimlerimizi, Ekonomimizi ve Sağlığımızı Nasıl Bozuyor?” İngilizce alt başlıkta yer alan ek ifade (“And How We Must Adapt”) metnin yeni koşullara nasıl adapte olabileceğimizi de dert edindiğini gösteriyor. Sinan Aral, veri bilimi profesörü, girişimci ve yatırımcı olarak sosyal medyaya dair çok boyutlu deneyimlerini Furya Makinesi’nde bir araya getiriyor ve sosyal medyanın açmazlarını, imkânlarını, politik, zihinsel ve ekonomik düzlemdeki etkilerini / tehditlerini anekdotlar ve analizlerin iç içe geçtiği bir söylemle metinleştiriyor. Sosyal medyayla ilişkimin ifrat tefrit arasında gittiği, önemseme ve fazlaca vakit geçirmeyle kesinlikle uzak durma arasında salındığım bir dönemde Furya Makinesi bana mutedil bir konum sunuyor. Kitabın gücü ise konumların çoğulluğunu özenle sunuşundan kaynaklanıyor. Aral, sosyal medya şirketleriyle yakın ilişkiler kurmuş, ortak araştırmalar yürütmüş olmakla birlikte bu şirketlerin zaaflarının, kusurlarının da farkında. Dolayısıyla sosyal medyanın mahiyetini farklı perspektiflerden sunarak okurun bakış açılarını çeşitlendiriyor. Aynı zamanda özellikle seçimler, borsa, sağlık gibi konularda sosyal medyanın manipüle edilebilirliğine dair özenle anlattığı hikâyeler ve bunların derinlemesine analiziyle, -kişisel olarak sosyal medya karşısındaki tutumumuzun ötesinde- toplumsal olarak neyle karşı karşıya olduğumuzu, müşterek meselelerimizin kolaylıkla suistimal edilebileceği bir kırılganlıkta bulunduğumuzu gösteriyor. Özellikle Rusya’nın hem Kırım işgali hem de ABD seçimleri sırasında sosyal medyayı kendi istediği sonuçları almak için ne derece incelikle kullandığını gösterdiği kısımlarda Furya Makinesi’nin gücü şiddetleniyor; ancak Rusya’yı şer odağı kılmadan, aynı taktik ve inceliklerin sosyal medya şirketleri ve reklamverenler tarafından da kullanıldığı yerlerde, bu güç katmerleniyor. Furya Makinesi’nin gücünün bir başka kaynağı da güncelliği ve tarihselliğinde. Korona salgınının başlarında tamamlanan metin, salgın esnasında sosyal medyanın büründüğü rollerin ilk aşamasına tanıklığı ettiği kadar ele aldığı her konuyu belirli bir tarihselliğin içerisinde konumlandırıyor. Çok güncel olduğuna inanılan bir meselenin benzerinin 90’larda başka bir bağlamda yaşandığını öğrendiğimiz gibi, ilk defa ortaya çıkan meseleler de oluşum süreçleri sunularak ele alınıyor. Böylelikle sosyal medya ağlarının analizi de şirketler, kullanıcılar, yasalar, müzakereler, gerilimler, devletler, fikirler, kanaatler, duygular ve duyulardan oluşan bir terkip dolayımıyla gerçekleşiyor. Furya Makinesi’nde Sinan Aral, sosyal medyanın insanlık için sakıncalarını, kitlelerin sosyal medya dolayımıyla çılgınlaştırılmasının tehlikelerini göstermekte ısrarcı olduğu kadar kitlelerin bilgeliğine mecra olabilecek bir sosyal medya tasavvurundan da vazgeçmiyor. Beğeni merkezli olmayan, insanların dikkatlerini suiistimal etmeyen, kullanıcılarını müşteriden ibaret görmeyen, bilgeliği ve hakikati destekleyen daha iyi bir furya makinesi kurmanın ön koşullarını sunuyor.


Sinan Aral, Furya Makinesi “Sosyal Medya Seçimlerimizi, Ekonomimizi ve Sağlığımızı Nasıl Bozuyor?”, çev. Sevgi Halime Özçelik, Can Yayınları, 2022.


 

CANA BOSTAN


Tarihsel hakikatin maden galerilerindeki kafesinde felaketi bekleyen kâhin kanaryanın kabaran tüyleri, yeraltı duvarından söktüğü kömürle bir ve aynı şey haline gelen biçimsiz bedenin harici duyu organıdır. Kuşun tüylerinde tarihin havını tersine tarayacak maden işçisi, az sonra ona kökenini ve fıtratını bildirecek ağızı doyurmaya koyulur. “Neden hatırlamıyorum?” diye soruyor Didi-Huberman; ikâmet ettiğimiz bir yerde yaşanan felaket nasıl olur da unutuşun biçimsizliğine bulanır? Kurguların tarihinde failin kendini bilme anlarına ışık düşüren pasajlar vardır: Heimrad Bäcker’in Tutanak’ında, Reader’da, Atom Egoyan’ın Remember’ında, Udi Aloni’nin Mechilot’sunda. Bu kitapta ise başa gelenin sonradan beliren bilgisi var daha ziyade: geçmişin imajlarının okunabilirlik saatine kavuşması ve maden faciasındaki ölü bedenlerin biçimsizliğinin, grizunun biçimsizliğiyle ya da unutulan şeylerin biçimsizliğiyle ilgisi. Kayıp nesnesinin yasını tutmaya talip yazar egosundan eser yok; yoklukta muhafaza edilen hatıranın etrafını saran ölü dünyayı, bizzat parçası olduğu bu inorganik enkazı kazıyarak, madeni, ait olduğu dirime, tarihe iade ediyor. Pasolini’nin rüya imgeleri, Rocío Márquez’in akustik fenomenleri eşlik ediyor bu eser-eylem’e. Yeraltına kayıtsızlık, tarihin manzarasını bozduğunda ise “estetik” bir müdahaleyle siyaseti gömüyorlar: Santa Cruz del Sil maden işçileri yeraltı işgalleri başlatıyor, yeryüzü payının geri alınması için. La Rabbia’nın gazabı, zamanının haber bültenini bir acil durum çağrısına dönüştürmüştü; köklerdeki tiksintiyle şimdiki zamandan tiksinmek için geçmişe yapılan bir maden kazısı olarak sinema, bir duvarda ya da perdede kendini bakma âlemine sunan hakikat karşısında tercihin ve niyetin yitimidir. Hemen burada Kracauer’in ve Brecht’in derslerini ekliyor yazar referanslarına: Benjaminci bir tarihyazımı için tarihte görülmüş tüm rüyalara geçiş izni sağlayan sinemada hayat, aldanışa-uyanıklık anlamına gelen bir yadırgamayla zuhur etmelidir. Brecht’in yabancılaştırma efekti biraz da bu anlama geliyordu, normal’in yadırganışı. Bu yadırgamanın (a)tonalitesini kuran ses bandı da yine Pasolini’den yankılanıyor. Üç ses: resmi ses, nesir sesi, şiir sesi. Buyruğun bastırdığı uğultu, Ekho’nun kalıntı halindeki kemiklerinin yanıbaşında kendi suretiyle gözleri kamaşan Narkissos’un harici çirkinliğine benziyor. Bir gürültü olarak kodlanıyor ya da ebedi bir sessizlik, işitilebilirlik saati henüz gelmemiş tüm sesler gibi. Didi-Huberman’ın külliyatı da aktardığı bu neşe-dehşet temasına uygun bir “yokluğa” sahip Türkiye’de; tercüme edildiğinde, imajlar üzerine söz almış bazı itibarlı eserlerin gizli kaynaklarının başında geldiği acıklı bir şekilde görülecektir. Kabuklar’ın ardından P. Burcu Yalım’ın harika çevirisi, bu “tehlike”nin yaklaştığını bildiriyor; elbette müstakbel bir kamuya dair umutlu bekleyişin eşliğinde. Georges Didi-Huberman, Grizunun Kokusunu Almak, çev. P. Burcu Yalım, Lemis Yayın, 2022.


 

BARIŞ YARSEL


Çin’in Hebei eyaletinde, -çünkü sanayiye dair akıl almaz üretimin merkezidir bu bölge ve genelde artık kanıksadığımız tuhaflıkların burada gerçekleşmesi yüzünden birtakım tuhaf hikâyelere ev sahipliği yapar- yirmi altı katlı bir domuz mezbahası inşa etmişler. Türlü teknolojik şıngırtının olduğu bu merkezde yılda bir milyon domuz kesecekler. Aynı anda altı yüz elli bin domuzu kapatacakları sekiz yüz bin metrekarelik bir “yaşam alanı”. Otuz bin beslenme noktası var domuzlar için, düğmeye bastıklarında gökdelenin her neresinde olursa olsun, bütün domuzlar aynı anda beslenebilecek. Nüfusun aşırı protein talebine cevap vermek için, asıl işi beton-çimento olan patron, hayvancılıkta bir fırsat görmüş. Başlangıcı janjanlı bu girişimin sonunda nasıl bir hayvan hastalığına evrileceği şu an için kimsenin umurunda değil. Jean Baptiste Del-Amo (yazarın hayvan hakları derneği L214 üyesi olduğunu belirteyim), orijinal dili Fransızca’da Normanlar’dan bu yana neredeyse incelikle sağ kalmış olsa da artık pek kullanılmayan bazı sözcüklere yer verdiği çok “iştahlı” dil seçiminin (toussotant , clouté , éclosent , génétrice) sürüklediği Hayvan Hükümranlığı isimli romanında bir domuz çiftliğinin birkaç kuşak sefaletini anlatıyor. Del Amo ne ilginç sözcükler kullanıp zekâ gösterisi yapıyor ne okuru tiksindirmeyi amaçlayıp şok etkisi yaratıyor. Anlattığı evrenin 20. Yüzyıl’daki vahşetinin duygusunu tam da anlatıcıyı aradan çıkarıp aktarmayı başarıyor. Yazar, domuzları kapatan insanın domuzlardan zerre farkı olmadan nasıl bir vahşetin içinde doğduğunu; hayvanları boğazlayıp, parçalayıp, al-ver yaparken salgın hastalıklara maruz kalmadan yaşamasının mümkünsüzlüğünü kuvvetle ortaya koyuyor. Tek gerçek ise hastalıkların her zaman, ancak başladıktan sonra farkına vardığımız gerçeği. O zaman ne sanayi / teknoloji mucizeleri ne doğayla panik halde barışma çabası yeterli olmayacaktır. Her romanın görülür görünmez bir kalbi, cevher ânı varsa, Hayvan Hükümranlığı’nda babanın cenaze merasimidir herhalde. O sahnede, insanın hayvana boca ettiği, kurbağanın belirişi ve ortadan kayboluşu meselesinde kendini gösteren düşünce biçimi, kitabın ilerleyen bölümünde, 20. Yüzyıl’ın sonlarına doğru ailenin “modern”leşen hayvancılığında pek değişmiş görünmüyor. Belki sadece Jérôme’da, büyüklerin üretim ve kâr odaklı düşüncesinden ayrı, hayvanlarla daha “doğrudan” bir iletişim arayan oğlanda, kendinden önceki aile kuşaklarının günahını sırtlanması ile de ayrıksı bir umut beliriyor. Haplar, ilaçlar, hayvanlara doğum kontrol uygulamaları, dışkı yönetimi ve dahası; çiftlik ne kadar çağdaş yöntemlere yönelse de insanın hayvanla her teması, kırları, köyleri, kiliseleri, ormanları, ağılları veya üzerinde çatı olan herhangi bir yeri anus mundi’ye çeviriyor. Gökdelen domuz mezbahasındaki kokudan, mal olacağı şeyden kaçış yok.


Jean-Baptiste Del Amo, Hayvan Hükümranlığı, çev. Şule Çiltaş, Can Yayınları, 2022.


 

BEGÜM KOVULMAZ


Bu yıl yayımlanmasına en çok sevindiğim kitaplardan birini, bu ay çıktığı için henüz alamadım: Charles Darwin’in devrimci klasiği Türlerin Kökeni’nin İş Kültür edisyonu. Evrimsel biyolog ve genetikçi Prof. Ergi Deniz Özsoy, çeviriyi tamamladığını ve her bölüme güncel bilgiler ışığında dipnotlar eklediğini 2019 sonunda sosyal medyadan duyurmuştu. İlk kez 1859’da yayımlanan Türlerin Kökeni’nin 2021 yılında hayatını kaybeden evrimsel biyolog Richard Lewontin’in ve Özsoy’un önsözleriyle Hasan Ali Yücel Klasikleri dizisinden çıkan bu değerli Türkçe edisyonuna kavuşmak yılın güzel sürprizlerindendi. Beagle’ın Yolculuğu, İnsanın Türeyişi gibi diğer Darwin klasikleriyle Darwin’in mektuplarının da benzer özenle yayımlanma şansına kavuşması dileğiyle, emeği geçenlere teşekkür etmek gerekiyor.


Charles Darwin, Türlerin Kökeni, çev. Ergi Deniz Özsoy, İş Bankası Kültür Yayınları, 2022.



 

AYŞE GÜNGÖR


Bir insan kaç kişidir? Kaç benliği ateşe vermek gerekir bir kişi olmak için? Nelerden vazgeçmek gerekir? Kıyamet Emeklisi’nde, yaktığı, dirilttiği, belirip yok olan, devinip duran benlikleri üzerinden Aziz’in manevi dönüşümüne tanıklık ediyoruz. Onun bir matruşka gibi birbirinin içine geçmiş kişilikleriyle yüzleşmesi, onların birbirlerinden ne kadar ayrılabileceklerini tartması, kendindeki hakikate ulaşma çabasıyla yanmasının hikâyesi bu. Elbette yan yollar, kesişen yollar var bu yolculukta. Nuhu’nun okudukça insandan umudunu kesmiş hali var misal; farklı yerlerden ışık tutarak, karanlığı konuşmaları var. Başka bir yan yol ise, zamanla çoğalan eşyalar ve ev ahalisi. Sadeleşmek isterken sendelediği, içinde kendini gizlemeye çalıştığı bir ev. Günlük hayatın akışları içine gizlenen bir Aziz can’ın nefesi, Baba’nın sözleriyle her seferinde kendi akışını buluyor. Şule Gürbüz bizi Aziz’in tefekkür hali üzerinden kendi iç dünyamızla yüzleştiriyor. Kitap, Öyle miymiş?’ten sonra, araya giren boşluğu sakince yerini bulmuş bir kaya gibi dolduruyor. Metin bir soluk gibi yeri geldiğinde genişliyor, akıyor; kimi zaman da boğaza düğümlenip kalıyor. Gürbüz, incelikle dokunmuş, kütlevi cümlelerden Türk edebiyatı için bir başyapıt inşa ediyor.


Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi, İletişim Yayınları, 2022.


 

AHMET ÖZ


Tarihin ironilerinden biridir. İsveç Akademisi, 1950 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü Hermann Broch’a vermeyi düşündüğünde, Broch’un doğup büyüdüğü ülke olan Avusturya’daki ilgili mercilere konuyu müzakere etmek üzere bir mektup gönderilir ve karşılık olarak şu cevap gelir: “Hermann Broch diye bir yazar ülkemizde tanınmıyor.” Hitlerizmin yarattığı dehşetten kaçıp Amerika’ya yerleşmiş ve ömrü boyunca orada yaşayıp eserlerini yayınlamış bir yazarın o tarihlerde doğup büyüdüğü ülkede tanınmaması şaşırtıcı olmasa gerek. Ama durum hâlâ çok da farklı değil… Broch’un deyimiyle: “Çıldırmadığımız için mi deliyiz?” Hermann Broch, edebiyat, sanat, felsefe ve etik alanlarındaki çalışmalarıyla 20. Yüzyıl’a damgasını vurmuş bir yazar. Tam anlamıyla “bilinmeyen değer”dir de diyebiliriz. Yaşadığı tarihsel dönem nedeniyle “siyasal olan” onun tüm çalışmalarının tam kalbinde yer almaktadır. Israrla tüm insanlığı içine alan “total demokrasi” teorisini savunmuştur. Total sözcüğünün Broch’taki anlamı tüm insanları içine alan, yani evrensel olan demokrasidir; özgürlük idesi ancak total demokrasi yoluyla gerçekleştirilebilir, ona göre. Kitle histerisini, çoğunluk despotizmini engellemenin yegâne yolu da budur. Hem Büyülenme’de hem de Vergilius’un Ölümü’nde ölümsüz bir ifadeye kavuşturmuştur çoğunluk despotluğuna isyanı: Yaşlı, hasta ve sayıklayan dev şair Vergilius “Aeneis’i yakın” der… Roma’nın büyüklüğünü ve ihtişamını öven o başyapıtı yakın, diye sayıklar ateşler içinde, ölüm döşeğinde. Ömrünün son saatlerinde olsa da görebilmiştir çünkü Roma’nın müstakbel çöküşünün nedenini. Köleliği olumlayan her düzen yıkılmaya mahkûmdur. Bu girizgâhın gayesi, Broch’un başyapıtlarından biri olan Uyurgezerler Üçlemesi’ni kısaca tanıtmaktı. Prof. Paul Michael Lützeler’e göre Uyurgezerler Üçlemesi’ni Broch üç farklı miti temel alarak yazmıştır. Broch, Üçleme’nin ilk kitabı olan Pasenow veya Romantizm’de Faust mitini, ikinci kitabı Esch veya Anarşizm’de Schiller tipi özgürlük mitini ve üçüncü kitabı Huguenau veya Realizm’de de Homeros’un Odysseia mitini kullanmıştır. Bu saptamayı yazmak kolay, evet, sadece bu kadarı kolay zaten; anlaması ve açıklaması kitaplar çapında çalışma gerektirdiğinden bu işi uzmanlarına havale ediyorum. Orijinal bir tarih felsefesi, sanat felsefesi ve bilim felsefesi olan ve yazdığı her şey defalarca okunmayı hak eden bu büyük yazarın Uyurgezerler Üçlemesi mutlaka okunmalı. Eser, M. Sami Türk’ün harika çevirisiyle Ketebe Yayınları tarafından yayınlandı.


Hermann Broch, Uyurgezerler Üçlemesi, çev. M. Sami Türk, Ketebe Yayınları, 2022.


 

ANİTA SEZGENER


İkisi aynı anda kımıldıyor. Rüyada parlak. Altın yaldızlı. İkisinin de sim alışkanlığı yok. Ama mutlaka iki yastık. Bir yastık olursa bireylikler kaybolabilir. Her birinin kalbi kendisinde atmalı çünkü. Cıva yok. Metallerden uzağız diyoruz. Derin sular var. İmge kası ve manevra alanı bakışıyorlar orda. Üzünç yok. Nabız var. Mürekkep suda dağılıyor. Meraktayız. Farklı camlara bakılmış yazılmış iki nabız kitap. Ayrı kıvrak. Gölün suyu. Hiç azalmadan. Biri avaz. Biri ayazdan. Manevrada da çalışıyor kas. İmge, kapma aygıtına karşı. Belli bir frekansta bildirmek. Koşu modunda. Boğuntunun dili. Bir Masal eşliğinde. Onun da nefesi. Biçimsizin ketum tarihine yoldaş biri. Haberli var. Bir de onun ölümü. Şiir akışkan, varla yok arasında. Var var, yok da var. İkisi aynı anda var olabilince ekofelaketten. Kayıt-dışı hareketler var. Masanın çekmeceleri. İçgörünün ucunda hem karanlık hem altın yaldız. eller sımsıkı. terleyecek kadar. Unutma var. Hatırlama var. Boşluğu da boşluk bırakan. Okurun kulağına fısıldadığı. Yorgun düşünceden uzakta. İki nabız kitap da minör, kendinden politik. Manevrasal. Çağdaşlarının düğününde. Eş sesli. Kıkırdak metin. Kemiğin uslu metafiziğinde. Şiddet ölçeği.


Petek Sinem Dulun, manevra alanı, Nod Yayınları, 2022.


Murat Üstübal, imge kası, Nod Yayınları, 2022.


 

ELİS ŞİMŞON


Uzun zamandır yeni baskısını beklediğim bir kitaba bu yıl içinde kavuştum: Fol Yayınları, Robert Bernasconi’nin Emmanuel Levinas üzerine kaleme aldığı ve Zeynep Direk’in bir araya getirdiği denemelerden oluşan Levinas Okumaları’nı yeniden bizlerle buluşturdu. Levinas’ın İngilizce konuşulan dünyada okunmasını yaygınlaştırmak için oldukça emek harcamış, bizim de yine Zeynep Direk vasıtasıyla Irk Kavramını Kim İcat Etti? kitabından tanıdığımız Bernasconi, bu denemelerde hem Levinas’ın düşüncesini tanıtıyor hem de filozofa onun düşüncesine sadık kalarak pek çok sarsıcı eleştiri yöneltiyor. Kıta Avrupası felsefesinin adeta kurucu hareketi olan yabancı düşmanlığının ve bundan kaynaklanarak geleneğe sinmiş her tür önyargının ifşacısı olan Bernasconi’nin Levinas’ın felsefesinin ruhunu taşıdığını söylemek yanlış olmaz. Ne var ki, Bernasconi bu önyargıların bir kısmını Levinas’ta da bulur. Levinas’ın düşüncesine sadakatini elden bırakmadan ama aynı zamanda bizzat bu düşüncenin temel kabullerinin altına dizdiği eleştirel patlayıcılarla Bernasconi yeni düşünsel potansiyellerin yaratımında büyük bir katkı sunar ve bugün Levinas’ı daha iyi anlamanın ve fikirlerini ancak onun perspektifini genişleterek kullanabileceğimizin en verimli örneğini teşkil eder.

Utku Özmakas, bu yıl sessiz sedasız yayımlanan ve kendi deyişiyle “her şeye rağmen yazma direncini” keşfetmesine vesile olan Kartezyen Prens: Descartes ve Siyaset adlı kitabında okuru, temposu hiç düşmeyen bir maceraya davet ediyor. Bir felsefe metninin polisiye türüne özgü bir dinamizmle örülüşünün mümkün olabileceğini ve bunun hem merakı hem de hazzı her daim zirvede tutabileceğini gösteren Özmakas, izini sürdüğü meseleye tüm duyularının kudretini seferber ederek yaklaşma yöntemine başvurarak, metnin temel sorusuna ilham kaynağı olan Ulus Baker’in yanında, onun anısıyla yürüyor. Özmakas, bu kitapta adeta bir dedektif gibi çalışıp René Descartes’ın, modern felsefenin zeminini kurarken farkında olmadan etrafa saçtığı delilleri bir bir toplamakla kalmamış, hem klasik hem çağdaş yorumcuları tavizsiz sorgulamalardan geçirip, ifadelerindeki açıkları ve tutarsızlıkları didikleyip, tanıklıklarının tereddütlerini ve hikâyelerinin boşluğa düştüğü anları sabırla ve özenle biriktirmiş. Özmakas’ı bu işe sürükleyen gizem ise Descartes’ın epistemolojik devrimciliği ile siyasi muhafazakârlığı arasındaki o tuhaf ve şüpheli gerilimsizlik. Yokluğuyla şaşkına çeviren bu heybetli gerilimsizlik, filozofların suskunluklarının, sıklıkla başvurdukları metaforların ve akıl yürütme sürecindeki slalomların neleri gizlediğini ya da ele verdiğini deşifre etme konusunda hüneri su götürmeyen Özmakas’ın dikkatinden kaçmamış. Yakın okumanın sürükleyici bir yakın takibe dönüştüğü metin, “felsefecinin bir dedektif olarak portresi”ni de sunuyor.


Robert Bernasconi, Levinas Okumaları, çev. Zeynep Direk, Özkan Gözel, Rüya Kalıntaş, Çiğdem Yazıcı, FOL Kitap, 2022.


Utku Özmakas, Kartezyen Prens, Descartes ve Siyaset, zoom Kitap, 2022.


 

MURAT ERŞEN


Bir süredir distopik, post-apokaliptik edebiyat ve sinema eserlerine yöneldi dikkatim büyük ölçüde. Ayrıca, yirmiye yakın dil bildiği halde anlamadığı bir dilin konuşulduğu bir yere giden bir dilbilimcinin hikâye edildiği Epepe (Ferenc Karinthy, Doğan, 2001), Eliade’nin yıldırım çarpması sonucu gençleşen bir dilbilimciyle, her nöbet geçirdiğinde daha eski bir dili konuşan bir kadının ilişkisini anlattığı Yıldırımla Gelen Gençlik (Mistik Öyküler, İthaki, 2000, Ford Coppola bunu 2007’de sinemaya aktarmıştı) ya da Ted Chiang’ın yazdığı ve Denis Villeneuve’ün 2016’da filme çektiği (Arrival), zaman ve mekân algıları tamamen farklı uzaylılarla iletişim kurmaya çalışan biliminsanlarını konu alan “Hayatının Öyküsü” (Geliş, Monokl, 2007) gibi dili ilgilendiren anlatıları keyifle okuduğum için, 2022’de yayımlanmış olmasa da, bu sene diziye aktarıldığından Afşin Kum’un Sıcak Kafa’sı özel bir ilgiyi hak ediyor bence. Konuşma yoluyla yayılan bir delilik ve saçmalama salgınıyla baş etmeye çalışan bir dünyayı anlatıyor kitap. Aslında Tony Burgess’in 1995 tarihli Pontypool adlı romanı (Öldüren Kelimeler, yön. Bruce McDonald, 2008) benzer bir fikirden yola çıksa da, Afşin Kum’un romanı gayet orijinal ve keyifle okunan Türkçe bir bilimkurgu. Covid salgını öncesinde yazılmış olması da ilginç ama asıl dikkate değer tarafı, metnin popülist sağ siyasetin ve sosyal medyanın bir alegorisi olarak okunabilmesi. Salgın başladıktan sonra devletin biyopolitik ve nekropolitik dispozitiflerini derhal sahaya sürüp olağanüstü hali olağanlaştırmak suretiyle totaliter yapısını nasıl da daim kılmaya çalıştığını yakınen tecrübe ediyoruz. Öte yandan diğer önemli tarafı “abuklama”nın nasıl başladığıyla ilgili teorileri. Özellikle devlet başkanının televizyon konuşmasının “deliliği” milyonlara bulaştırması hikâyesinin de altını çizdiği gibi, aslında hiçbir açıklamanın kâr etmeyeceği durumlarda bile, saçmalığın daniskası da olsa liderlerinden bir açıklama duymak için kulak kabartıp bunu tekrar etmeye başlayan kitleleri düşününce ya da milyarlarca insanın her an kendilerine kamera yaklaşmış veya mikrofon tutulmuşçasına durmadan görüş bildirmesinin yarattığı akıl tutulmasına şahit olunca, kitap hedefini on ikiden vurmuş gibi görünüyor.


Diğer takdire şayan kitap, Avelina Lesper’in Çağdaş Sanatın Sahtekârlığı. Sanat kabul edilen şeyin günümüzde bir ideolojiye, itiraz kabul etmez bir tutuculuğa dönüştüğü iddiasıyla çağdaş sanata ateş püskürürken, “şimdi bu sanat mı?” diye soranların şaşkınlığına ve hatta öfkesine tercüman oluyor yazar. Güya demokratikleşmiş sanatın yeni anlayışı, eserlerden çok “fikir”lere ve aktivizme önem vermek, sanatçının sanat addettiği her şeyi sanat olarak görmek ve küratörü sanatçıdan üstün tutmak şeklinde özetlenebilir. Lesper, dogma haline gelen bu yönelimin, düşünce yarattığı söylenen sıradan nesnelerin birden büyülü bir dönüşümle sanat eseri haline gelmesini eleştirirken, zekâmızın, hassasiyetimizin ve elbette “eleştirel ruh”umuzun devre dışı kaldığını iddia ediyor. Bu anlamda bir diğer abuklama sahası da yeni sanat dünyası olabilir. Sanat piyasasının ve çağdaş sanat denen şeyin tekerine çomak soktuğu için bir tartışma başlatmasını umduğum bir müdahale ama böyle bir tartışma büyük ihtimalle olmayacaktır.


Afşin Kum, Sıcak Kafa, April Yayıncılık, 2022.


Avelina Lesper, Çağdaş Sanatın Sahtekârlığı, çev. Emrah İmre, Tellekt, 2022.


 

SÜREYYYA EVREN


Yapay zekânın toplumların genel işleyişlerine, insana, doğaya ve doğa fikrine dair temel kavrayışlarımıza ve özellikle de iş süreçlerine yapacağı etkileri gözden kaçırıyor muyuz diye düşünüyordum bir ara. Yapay zekâ konusunu çok önemsememe karşın yapay zekâ üzerine kitaplar bana sıklıkla cazip gelmiyor nedense. Ama bu inceleme cazip gelmişti ve Punctum’un soruşturması için bakınırken 2022’de yayımlanmış olduğunu gördüm. E alayım bari masaya dedim. Yapay zekânın ne derece belirleyici olacağını işleyen bilimkurgu kitapları ve filmlerindeki olası gelecek tahayyüllerini okumuş ve görmüş olmak, geleceğin vaat ettiği sertliğin algılanışını yumuşatıyor mu diye de düşünmedim değil. Ya gerçekten distopikse, ya hiç ilginç olmayacaksa gelecek, en klişe bilimkurgudaki duruma doğru banal ve dijital adımlarla paldır küldür ilerliyorsak ve inkâr her şeyden tatlıysa? Steinhoff ve arkadaşlarının kitabı hiçbir şeyi değilse yapay zekâlı geleceğin öngörülebilirliğinin yaygınlığını net ortaya koyuyor. Gerçi anarşist kaynaklardan ve perspektiflerden yararlanışları sınırlı ve okurken iyi de bu söylendi” diye düşünüyor insan yer yer; belki bunun bir telafisi olarak genç yaşta kaybettiğimiz anarşist düşünür ve yazar David Graeber’in (1961-2020) Tırışkadan İşler’iyle birlikte okumuştum bu kitabı. Dolayısıyla meselenin iş süreçleri kısmı epey aklımda kaldı. Sevgili David Graeber’in daha önce makale olarak bildiğim ‘bullshit jobs’ teorisinin (bence çalışan bir Türkçe çeviriyle Türkçede ‘tırışkadan işler’in) yani çalışanların toplumsal bir faydaya / karşılığa dönüşmediğinden kuşkulandıkları ama para kazandıran iş kollarının, pratikteki çalışan deneyimlerine dair detaylı görüşmelerle genişletildiği bir kitap, Tırışkadan İşler.


Yapay zekâ tırışkadan işleri arttıracak mı azaltacak mı? Bir işi tırışkadan yapan işin kendi neliği mi çalışanın beklentileri ve motivasyonları mı? Her konuda yeni olma baskısı değer üretmenin tek koşulunun bu olduğuna dair yaygın bir kabul mü doğuruyor? Steinhoffların kitabına bir alıntıyla dönelim: “Yapay Genel Zekânın [karmaşıklık ve hız konusunda insan beyniyle yarışan veya onu geçen, genel bilgi edinip onu manipüle edebilen ve onunla akıl yürütebilen ve esas olarak sınai veya askeri operasyonların normalde insan zekâsına ihtiyaç duyulan herhangi bir evresinde kullanılabilir yapay zekâ sistemleri] yaratılması durumunda pek çokları bunun bir teknolojik tekillik durumu olacağına, yani katlanarak artan teknolojik ilerlemenin sonucunda bugün anladığımız anlamıyla insanî meselelerin sona ereceği denli büyük değişimlere yol açacağına inanıyorlar. Araştırmalar ve sermaye birikimi bir yandan devam ederken, Yapay Genel Zekânın geliştirilmesi Marx’ın halihazırda değindiği sefil senaryodan daha kötü bir sonuca, Homo sapiens’in bir artı tür olmasına kadar gidebilir. Yani Yapay Genel Zekâ insansız bir kapitalizm ihtimalini gündeme getirmektedir.” (s. 152) Bunları insansız savaş uçakları üretimiyle sahne alma iddiasında bir ülkede yazıyor, okuyor, düşünüyor olmamızda da ilginç bir yan var mı bilmem. Libya’daki Kargu-2 uçağı gerçekten tarihe bu anlamda geçti mi BM raporunda belirtildiği gibi, hiçbir insan araya girmeden kendi kendine mi karar verdi çatışmalar sırasında? Yeni gündeme gelen, Aralık ayında ilk uçuşunu gerçekleştiren ‘komutan’ uçak da dedikleri insansız savaş uçağı Kızılelma’nın en önemli özelliğinin diğer insansız savaş uçakları adına karar alıp onları yönetebilmesi olarak sunulmasına ne demeli?


Steinhoffların kitabı (Graeber’in kavramını ödünç alıp yayacak olursak) insanın genel olarak tırışkadan bir türe dönüşümünü hazırlayan teknolojik gelişim patikasını didikliyor, inceliyor, bir sürü geri dönülesi ve tartışılası noktayı açıyor. İnsanın doğaya verdiği zarar, ekolojik duyarlılık, insanmerkezciliğin eleştirisi ve benzerlerinin, sıklıkla genel olarak insan karşıtı fikirlerin güçlenmesine ve insanı özellikle korumak gerektiğine dair etik duyarlılığı etik dışına itmesine şaşkınlıkla bakıyordum son dönemde. Buradaki beklenti, insanı tahttan indirirsek, ormanın, taşın ve suyun tahta oturacağı fantezisinden bir şekilde besleniyor. Ama tahta çok daha yakın başka güçler olduğunu Steinhofflar net hatırlatmışlar sanki bu yapay zekâ kitabında. Aslında, genel olarak insanın ivedilikle tırışkadan bir türe dönüştürülmesinin (gene pek çok bilimkurgudaki gibi banal bir sosyal tahayyülle bir grup elit insan ve teknolojik güçleri lehine elbet) önündeki mevcut tek engel insanı koruyan etik değerler gibi görünüyor. Fakat esas etik pozisyonun insanın korunması değil tam tersine insanın dokunulmazlığının sarsılması ve yıkılması olduğunu doğacı olduğunu iddia eden bir yerden öne sürdükçe (bunu sanat çok yapıyor gibi düşündürüyor bazen) yapay genel zekâ ile insanı tırışkılaştırmanın önü de açılıyor olmasın?


Nick Dyer-Witheford, Atle Mikkola Kjosen ve James Steinhoff, Yapay Zekâ ve Kapitalizmin Geleceği: İnsandışı bir Güç, çev. Barış Cezar, İletişim Yayınları, 2022.


David Graeber, Tırışkadan İşler, çev. Burak Esen, Everest Yayınları, 2021.

 

CEM İLERİ


Gerald Murnane’in Düzlükler’inin isimsiz anlatıcısı, isimsiz düzlükler halkına dair hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olanaksız “İçeriler” filminin yönetmeni, uçsuz bucaksız Avustralya düzlüklerinin kaşifi, manzara yorumcusu, başı sonu belli olmayan bir coğrafyanın tapu kadastrocusu, hemen hiçbir şeyin olup bitmediği bu biricik yerin olaysız, hareketsiz, karaktersiz anlatısının aynı zamanda hem yerli hem yabancı, hem sıradan hem ayrıksı öznesi, bölgeye ulaşmaya, dahası orada gizli anlamı bulup çıkarmaya çalışan bir stalker, yerin hafızasını ortaya koymaya çalışan bir arazi sanatçısı, ova yorumcusu, ufuk tarayıcısı, film projeleri direktörü, kamerasız yönetmen, harita uzmanı, yirmi yılını kütüphanede geçiren bir münzevi, henüz kimsenin görmediği görüntülerin koleksiyoncusu, kendi notları arasında kaybolmuş bir romancı, “alınyazısı, bütün çekişmeli temaları bizzat kendi hayatında, hatta daha iyisi, filminde uzlaştırmak olan bir adam”… Düzlükler’in çağrışım alanı da son derece geniş: Görünmez Kentler, Kafka’nın kıpkısa öyküleri, Borges’in alegorileri, Karasu’nun masalları, çayırın belirli bir parçası üzerine spekülasyonlar gerçekleştiren Bay Palomar… Bir yandan da, aynı anda pek çok şey (bilimkurgu, belgesel, antropolojik araştırma, kurmaca, bir film için arka plan notları ve ilham malzemesi kataloğu vs.) olmak isteyen yapısıyla, edebiyattan, anlatıdan, kurmacadan çok, herhangi bir bienalde karşımıza çıkabilecek bir çağdaş sanat yapıtını akla getiriyor: Pierre Huyghe, Dominique Gonzales-Foerster, Philippe Parreno, Kutluğ Ataman gibi sanatçıların kurmaca ve belgesel görüntüleri anlatının olanaklarıyla bir araya getirdikleri, mekânsal işlerine benziyor. Okurken kendinizi benzer bir mekânda, sayısız ekran karşısında, eşzamanlı bir görüntü, ses, kavram akışının ortasında buluyorsunuz. Bu anlamda hiçbir yere ait olmayan bir metin bu: yazınsal geleneklerin, kültürel imgelerin, yerel kodların nasıl okunabileceğine dair; kıtaların, sınırların, keşiflerin, kültürlerin, disiplinlerin, dillerin, efsanelerin, mitlerin belirsizliğine dair bir metin. Düzlükler herkese hitap eden bir kitap değil kesinlikle, her seferinde tek bir kişi için yazılmış bir metin. Düzlükler’in her okuru, metnin biricik sahibi, yerlisi, gediklisi: “Düzlükler halkının konuşmalarını dinlerken sırtlarını yaslayacakları ortak fikirlere itibar etmedikleri hissine kapılıp şaşırdım; aralarından biri, bir bütün olarak düzlüklere kendi atfettiği bir şeyi genelgeçer kanı gibi sunduğunda diğer herkes rahatsız oluyordu. Sanki düzlükler halkının her bireyi sadece kendi açıklayabileceği bir bölgenin yegâne sakini gibi görünmeyi tercih ediyordu.”


Gerald Murnane, Düzlükler, çev. Roza Hakmen, Harfa Yayınları, 2022.


 

UTKU ÖZMAKAS


Sadece iyi bir tarihçi değil, aynı zamanda çok iyi bir hikâye anlatıcısı da olan Robert Darnton’ın Eski Rejim’de Yeraltı Edebiyatı adlı eseri salt edebi bir okuma keyfi sunmuyor, aynı zamanda tarih yazarken iğne deliğinden geçerek bir hikâye anlatmanın, başka bir deyişle sosyal bilim yaparken zanaatkârlığın önemini de gösteriyor. Fransız Devrimi’nin edebi arka sokaklarında erotik edebiyatın dip dalgalarının siyaset sahasında nasıl büyük devrimci darbelere yol açabildiğini ortaya koyarken, belgeden hareket eden ama o meşhur ve meşum belge fetişizmine düşmeyen, mikrodan makroya açılan kapıları sürekli zorlayan, geçmişe hakikatin yegâne kaynağı muamelesi yapmayan ve neşeli bir şaşkınlığı her daim korumamızı sağlayan bir düşünme ve okuma deneyimi sunuyor, yazar. Elbette Suat Başar Çağlan’ın güzel çevirisinin bundaki payını es geçmemek gerekir.





Robert Darnton, Eski Rejim’de Yeraltı Edebiyatı, çev. Suat Başar Çağlan, İstanbul: Zoom Kitap.

+1: Georg Simmel, Schopenhauer ve Nietzsche, çev. Emre Gürler, Beyoğlu Kitabevi, 2022.


 

YASİN KARAMAN


Bence 2022’de yayımlanmış kitaplar arasında “tinsel bir olay” yaratmaya en uygun aday Schelling’in Dünya Çağları’nın (Weltalter) Türkçe çevirisi. Bunu ben değil de ünlü bir filozof söylemiş olsaydı bile beğenmeyenler çıkardı. “Hayırdır, 1800’lerin başında Berlin Üniversitesi’nde okuyan çulsuz bir öğrenci misiniz; nörofelsefenin tartışıldığı, yapay sinir ağlarının geliştirildiği şu dönemde tin mi kaldı?” diye itirazlar yükselebilir ama bu iddialı sözü ben değil, Türkçe baskıya yazdığı önsözde Slavoj Žižek söylüyor. Haksız da sayılmaz, zira Schelling öyle güzel yazıyor ki, okudukça bir süre sonra tin diye bir şeyin gerçekten var olduğuna inanmaya başlıyorsunuz. Tinsel bir olay olmanın dışında kıta felsefesine, Alman idealizminin tarzına kamusal alanda burun kıvıranların guilty pleasure’ı olacağını da ben öne sürüyorum. Peki, kitap başka nelerden bahsediyor? Görünce derhal Alman idealizmi kokusunu alabileceğiniz pek çok problemden: Başlangıç (Anfang), zemin-neden (Grund), özgürlük (Freiheit), Tanrı’nın bile üstündeki Tanrılık (Gottheit), kadim saflığın bozulmaya maruz kalıp şeylerin mevcudiyete gelmek zorunda kalmasının nedeni ve nasılı. Schelling’in felsefe ve fiziği kendi tarzında birlikte düşünme çabasını görmek de ayrıca ilgi çekici. “Tüm fiziksel niteliklerin belirişi bir titreşim olarak anlaşılmalıdır…” (s. 47) cümlesini görünce insanın aklına internet mecralarında kâh Albert Einstein’a kâh Nikola Tesla’ya atfedilen “tüm yaşam titreşimdir, her şey titreşir” türünde nereden alındığı belirsiz aforizmaların kaynağının da bu kitap olduğu şüphesi düşüyor. “Bu şekilde o, ebedi gizlenmedir; hiçbir zaman etkin bir rolü olmaz, kendini hiçbir zaman bir varolana dönüştürmez” (s. 53) yahut “İnsanlara, dünyanın dışında ve üzerinde bulunan bir ilke bahşedilmiş olmalı. Yoksa bütün yaratıkların arasında neden bir tek o, günümüzden geçmişin en derin karanlığına kadar olayların gelişimini geriye doğru takip eder?” (s. 14) cümlelerini okuyunca bir an “acaba Martin Heidegger mi okuyordum?” diye duraksayıp kitabın kapağına tekrar bakma ihtiyacı duyuyorsunuz. Elbette her-şeye-rağmen-Heidegger sevdalıları Pierre Bayard’dan cesaret alıp bunun aslında bir “önceden intihal” olduğunu söylerlerse de itiraz edecek değilim. Kısacası okumaya değer, düşündüren, reaksiyon üreten bir metin var karşımızda.


F. W. J. von Schelling, Dünya Çağları, çev. Mehmet Barış Albayrak, Ayrıntı Yayınları, 2022.


 

CİHAT DUMAN


Böyle sorulara verilen cevaplarda, eksik’ten başka bir şeyi kalmamış sinirli müellifler hasetten vefat etmesin ya da övgücüye kumpas kurmasın diye tercüme kitaplar sıralanır. Çeviri kitaplar bol keseden övülür. Hem öven kârlı çıkar hem övülen. Evet, o roman 2022’de de yazılmadı. Hatta tercüme kitaplarda da rastlayamadım o romana. Ebru Ojen ve Serhan Ergin yeni kitap çıkarmamış belli ki [Tashih sırasında o romancılardan olan Şule Gürbüz’ün bu yıl eser çıkardığını hatırladım, bu da benim ayıbım olsun]. Burayı atlıyoruz. Şiirde, kendimden de anladığım üzere durum vahim. Durum vahim, Ferah hariç. Yıl içinde ya da bir önceki yıl dahil olmak üzere okuyup etkilendiğim 15-20 kitabı da daha evvel başka bir mecrada belirtmiştim tek paragraflık açıklamalar eşliğinde. Onları tekrar etmiyorum. Ayrıca heyecanla beklediğim Otto Rank çevirisini çıktığı gün aldım fakat iki aydır tek sayfa okumadım, mütercim Orhan Düz’e teşekkürler. Sefa Kaplan’ın son deneme kitabını da henüz edinemedim. Alsam kesin ondan nasıl etkilendiğimi yazardım bu yazıda. Kısa bir tefekkürden sonra böylece heybemizde tek kitap kalıyor: Arap Kızı Camdan Bakıyor. Anı ve deneme kelimelerinden “anıma” diye uydurabileceğimiz bir türün dördüncü kitabını bu yıl Aras Yayıncılık’tan neşretti Ümit Bayazoğlu. Yazarın Uzun İnce Yolcular (2004), Hatırda Kalmaz Satırda Kalır (2013), Ümit Dünyası (2022) kitapları deneme, anı, inceleme, portre tür adları altında çıkmış. Yazar, bir gazetecinin edebiyat yapma uğraşı ile bir edebiyatçının haber yazma deneyimi arasında gidip gelen bir üslup tutturuyor ve muhakkak çok sevilmiş bir –ya da birden çok- edebi esere dayanıyor meselenin ucu. Hem anı hem anma hem anımsama hem de denemeyi içinde barındıran bu tarza artık anıma diyebiliriz. Arap Kızı Camdan Bakıyor bu topraklardaki zenci meselesini hem yazarın sübjektif bakışıyla hem de meseleye çarpık bakan başka yazarların eserleriyle ele almakta. Bazı şahısların anılarından ve edebiyatçılarımızın kurmacalarından zencilerin evde süs eşyası, köle, hayvan, cariye, çocuklara oyun arkadaşı olarak kullanıldığını, Eminönü’ndeki köle pazarında satıldıklarını, iğfal ve “telef” edildiklerini öğreniyoruz, maalesef. Eğitim kurumlarında, camilerde ve medreselerde yıllardır Müslüman Türklerin kimseyi köleleştirmediği, köleliğin yasak olduğu, din kardeşliğinin müsavatla açıklandığı martavalına güzel bir cevap vermiş Bayazoğlu bu eserde. Beni hayrete düşüren şey bu kadar göz önünde olan bir caniliğin cumhuriyet öncesine ait olmasına rağmen cumhuriyette bile yadsınabilmesi, bununla yüzleşilememesi arkadaş! Laik cumhuriyet aydınları cumhuriyetlerine leke gelmesin diye görece daha az yamyamlık barındıran bu kepazeliği böyle gizledilerse asıl suçların üstünü kim bilir ne emeklerle örtüyorlardır. Cumhuriyeti hazırlayan, kolaylaştıran, nihai çözüme elleri ve ayakları alıştıran cumhuriyet öncesi olaylara harikulade bir kuşkuyla bakmamız gerektiğini anlıyoruz Ümit Bayazoğlu’nun bu anıma kitabını okurken.


Ümit Bayazoğlu, Arap Kızı Camdan Bakıyor - Türkiye'nin ''siyah''ları, Aras Yayıncılık, 2022.


 

İLKER ŞAGUJ


Bir yerin kışında olmak biraz doğrudan, düpedüz tenhada olmak demektir. Kış aylarında bazı mezralara ulaşım yoktur ve diğerlerinden kopukluğu, tek başınalığı, günlüğüne iç dökmesiyle insan da -bazen ulaşımın şahsi olarak bazen dışsal sebeplerden ötürü- kendisine giden yolun kapandığı, kapatıldığı bir mezradır. Dahası o mezranın yerleşiğidir. Bu yerleşiklik onu da mezralaştırır, izbeleştirir. Edip Cansever’in “insan yaşadığı yere benzer” dizesinin ispatı, Hulki Aktunç’un henüz genç yaşta kaleme aldığı, bazılarını özensizliği sebebiyle kaybettiği işte bu günlüklerdir. İlkin sevdiklerinden uzaklaştığı, sonrasında akranlarıyla birlikte kaldığı yurtta kendi ayrıksılığını fark ettiği için günlüklerine tutunan genç yazarın bunalımı, yerleşikliğini sürdürdüğü mezradaki kışın, yaşadığı coğrafyadakinden de çetin geçtiğini bize gösterir. Kendi ayrıksılığını anlatırken yazar ülkeye dair dertleri hakkında da bir şeylerin izahına girişir. Bir gencin, etrafındakilerin umursamayacağı belki de haberi dahi olmadığı konular hakkında kafa patlatırken kendi yazarlık serüveninin tasasını dile getirmesiyle hem ayrıksılığını hem de kendisini bu ayrıksılığın pençesine düşürenlere duyduğu öfkeyi açığa vurduğunu gördüğümüz bu günlüklerde, o gencin kışında olduğu mezranın çetinliği sayesinde kendisinin de nasıl çetin bir ceviz olduğunu görürüz yine. Yakın arkadaşlarıyla yaşadığı çatışmalar, içsel çatışmaları, çevresine bakışı, cinselliğe olan merakının en eski örnekleri, yaşananlara dair duyduğu sahici öfke, meraklarını dile getirememenin, paylaşamamanın verdiği büyük huzursuzluk… Askeri lisede yaşananlar sebebiyle oradan nasıl kaçıp çok sevdiği, aslında hiç kopamadığı ve eserlerinde çokça yeri olan İstanbul’a, yaşadığı çok kültürlü ve dilli ortama döndüğünü bu günlüklerden öğreniriz. Oraya gidişini bir Firak olarak adlandırışını ve bu ayrılığın zaten ayrıksı olan yazarı ne kadar derinden etkilediğini okuduğumuz günlükleri önemli bulmamın bir sebebi de, edebiyatın birçok türünde eser vermiş yazarın bu türlere elinin uzanmasını günlük tutuşuna bağladığını kendi ağzından dile getirmesidir. Şiir, deneme, öykü ve roman türlerinde bu kadar rahatlıkla yazabilmesini günlük türünün bunların tümünü içerdiğini belirterek açıklar. 1964-1967 yılları arasında yazılmış bu günlükler bana göre kitabın sonlarına doğru sıkıcılaşır. Bunun sebebi belki de yazarın kışında olduğu mezrayı terk edip yuvasına dönmesi yahut yaş almasıdır, bilmiyorum, ancak Sen Buranın Kışındasın, Hulki Aktunç’tan bize kalan önemli kaynaklardan biridir bana kalırsa. Hem yazar hem de şair olan edebiyat kişisinin gençlik buhranları ve duygulanımları okur için bir zihin otopsisi sayılabilir, yazarlık meraklısı içinse yoldaşlık macerası, hemhâllik… “Eskiden okuduklarımı olmaktan keder duyardım. Şimdi yazdıklarımı olmaktan da keder duyuyorum” diye yazar örneğin, 4 Mart 1964’de günlüğüne, Erzincan Askeri Lisesi’nde okurken. Zamanında böyle düşünmüş bir yazarı, ülkesinin ve edebiyatının derdiyle dertlenen bir genci yerinde görmek isteyen, yanı sıra yazarlarla sahici bağlar kurabilen her okurun ilk fırsatta damlaması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.


Hulki Aktunç, Sen Buranın Kışındasın - Günlükler (1964-1967), Yapı Kredi Yayınları, 2022.


 


Üst
bottom of page