Şehitlerin ya da ruhani teröristlerin kanun tanımazlığı onlara ortalama bir vatandaştan esirgenen bir açıklık kazandırır. Ahlaki otoriteleri, işledikleri suçun ciddiyetiyle tam bir paralellik arz eder. Ölçüsüzlüğün bu şövalyelerinin hepsi at tüccarının mirasçılarıdır.
10/22 | Kitap
Alman şair ve oyun yazarı Heinrich von Kleist'ın 1810 tarihli romanı Michael Kohlhaas neredeyse tam bir felaket eseridir. Hızı ve dehşet verici gücü açılış paragrafından itibaren hissedilir:
“16. yüzyılın ortalarında Havel kıyılarında Michael Kohlhaas adında bir at tüccarı yaşıyordu; bir köy öğretmenin oğlu olan Kohlhaas, zamanının hem en dürüst hem de en korkunç kişilerinden biriydi. Bu sıra dışı adam otuz yaşına kadar örnek bir vatandaş olarak görülmüştü. Halen kendi adını taşıyan köyde, ona rahat bir yaşam sağlayan bir çiftliği vardı; karısının ona verdiği çocukları Tanrı korkusuyla, çalışkan ve sadık insanlar olarak yetiştirdi; komşuları arasında onun hayırseverliğine ve adil davranışlarına nail olmamış kimse yoktu; özetle, erdemlerinden birinde aşırıya kaçmamış olsaydı, dünya onu hayır duasıyla anacaktı. Fakat adalet duygusu onu bir haydut ve katile dönüştürdü.”
Kitaba adını veren kahramanın küçük bir ihlalin telafisi peşinde koştuğu anlatı, hem tatmin edici bir şekilde atavistik hem de silinmez bir şekilde moderndir. On altıncı yüzyılda yaşamış bir tüccarın hayatından esinlenen kitabın başlangıçtaki ayrım gözetmeyen şiddeti —hırsızlık, kundaklama, sakatlama, infaz— ikinci yarıda yerini kozmik bir anlaşılmazlığa bırakır. At tüccarının amansız adalet arayışı, yasaların belirsizliği yüzünden sekteye uğrar. (Romanın Franz Kafka tarafından çok sevilmesi belki de şaşırtıcı değil. Yakında nişanlanacağı Felice Bauer'e 1913'te yazdığı mektupta “Bu, gerçek bir saygıyla okuduğum bir hikâye” diyordu). Dipsiz muğlaklığı ve beyhudelik duygusu modern romanı neredeyse bir yüzyıl öncesinden haber verir; sadece Kafka değil, Samuel Beckett, Thomas Bernhard, Witold Gombrowicz ve J. M. Coetzee gibi farklı yazarlar da Kleist örneği olmadan düşünülemez.
Çalışmalarının çoğu gibi hayatı da kısa ve dramatikti. Frankfurt an der Oder’de yedi çocuktan biri olarak dünyaya gelen Kleist, on dört yaşında Potsdam Muhafız Alayı’na katıldı; Napolyon'la savaştı; kısa bir süre hukuk okudu; akıldan ümidini kestiği bir “Kant krizi” yaşadı; Paris ve İsviçre'de huzursuzca dolaştı; bir Alman pastel sanatçısıyla nişanını bozdu; Fransızlar tarafından muhtemel bir casus diye görülerek tutuklandı; sinir krizi geçirdi ve otuz dört yaşında, ölümcül hasta bir arkadaşıyla yaptığı intihar anlaşması sonucu Wannsee kıyısında kendini öldürdü. Çalışmalarında sık sık Avrupa yüksek kültürüne övgüler düzmüş, bu da yaşlı devlet adamlarının tepkisini çekmiştir. (Kleist’ın hem hayranlık duyduğu hem de küçümsediği Goethe, onu “hırçınlık ve hastalık hastalığının İskandinav hayaleti” olarak tanımlamıştır.) Psikolojik kargaşanın içine çekilse bile, düzenli, neredeyse militarist bir hayat onu cezbetmiştir. Bu çatışma Kleist’ın eserlerine dikkat çekici, hatta şoke edici bir paradoks ve kargaşa hissi verir.
Michael Kohlhaas, Kleist'ın tutkulu, grotesk, histerik ve son derece tuhaf eserlerine iyi bir giriş kapısı açar. Her şey, bürokratik bir karmaşayla başlar ve başladığı gibi bürokratik bir karmaşayla sona erer. Kohlhaas, Leipzig’deki bir panayıra giderken, seyahat iznini görmek isteyen şövalye Wenzel von Tronka’nın emrindeki bir kale muhafızı tarafından durdurulur. Gerekli vizeden yoksun olan Kohlhaas, en iyi atlarından ikisini ve onlara göz kulak olması için güvenilir seyisini teminat olarak bırakmaya zorlanır. Dresden’den geçerken bir hükümet noterinden izin belgesinin aslında uydurma olduğunu öğrenir. Michael Kohlhaas'ta sıkça görüldüğü gibi, yasaya ne zaman başvurulsa yasa insanın açgözlülüğü tarafından bozulur. Kale muhafızı bu çarpıklığın simgesinden başka bir şey değildir, yasa hakkındaki bilgileri sayesinde onu kendi özel amaçları için şekillendiren ya da saptıran birçok figürden ilkidir. Kleist, kendine hizmet eden teknokratik yorumcuyu tanıtmıştır modern edebiyata.
Kohlhaas peş peşe olağanüstü zalimliklere uğrar. Geri döndüğünde atlarının yıkılmak üzere olduğunu ve seyisinin fena halde dövüldüğünü görür. Tazminat talepleri Tronka ve maiyeti tarafından gülünç karşılanır. Trajik bir şekilde, çok sevdiği karısı, hükümdara kocası adına dilekçeyi ulaştırmaya çalışırken ölümcül şekilde yaralanır. (Aşırı hevesli bir muhafız göğüs kafesini haşin bir mızrak darbesiyle ezmiştir.) Kleist, bu büyük acı şölenine çok az psikolojik süs katar. Kahramanının başına gelen aksilikler bir kıssanın sıkıştırılmışlığı ve vurdumduymazlığıyla aktarılır, ama kıssadan hisse çıkarılması da zordur. Kleist, Eyüp’ün acımasız, motivasyonu belirsiz, biraz alaya almaktan çekinmeyen Tanrısı ile yaşadığı aynı dehşet verici uzaklığı yaşar.
Böylesine katı bir sadizmle karşılaşınca Kohlhaas hiç vakit kaybetmeden kendini “intikam işine” adar. Bir grup sadık adam toplayarak gece karanlığında Tronka’nın kalesine saldırır, bulduğu herkesi öldürür ve kaleyi yakarak küle çevirir. Avı Tronka kaçmayı başardığından, çevredeki topluluklara baskın düzenlemeye, evleri ve kiliseleri yakmaya ve isyanını bastırmak için gönderilen askeri müfrezeleri bozguna uğratmaya devam eder. Sonunda affedilmesine aracılık edecek kişi de Martin Luther’den başkası değildir. (Aralarındaki olanaksız, gizli baş başa görüşme diyalektik bir mucizedir. Luther ona “kudurmuş, şaşırtıcı ve dehşet verici adam” der). Kohlhaas Dresden'de yargılanmayı beklerken, yağmacılarından birinden gelen bir mektupla tuzak kurulur. Bir hain olarak ele verilir ve derhal başı vurularak idam edilmeye mahkûm edilir.
Kohlhaas belirli türde bir kahramanın arketipidir: Tahammül sınırının ötesinde kışkırtılan küçük adam. Bu figür esasen moderndir ve kurmaca eserlerle filmlerde pek çok örneği vardır. Joseph Roth'un Rebellion (İsyan) romanındaki Andreas Pum ya da Joel Schumacher’in Falling Down (Sonun Başlangıcı, 1993) filmindeki William Foster gibi haksız muameleye uğramış adamların kendilerini acımasızca cezalandıran toplumlara sonuçsuzca saldırmalarını alkışlarız. Şehitlerin ya da ruhani teröristlerin kanun tanımazlığı onlara ortalama bir vatandaştan esirgenen bir açıklık kazandırır. Ahlaki otoriteleri, işledikleri suçun ciddiyetiyle tam bir paralellik arz eder. Ölçüsüzlüğün bu şövalyelerinin hepsi at tüccarının mirasçılarıdır.
Çok sayıdaki Kohlhaas sinema uyarlamasından iki örnek:
Michael Kohlhaas (2013) ve Falling Down (1993)
Bu tür adamların başvurduğu esrik şiddet Kleist’ın ana temalarından biridir. Ancak romanında olmasına izin verdiklerini –dine karşı hakaret, rakiplerini ortadan kaldırma, felaket, kehanet sahneleri— düzyazısının Latinceyi andıran sağlamlığıyla dengeler. Karakter ve olaylar sürekli çoğalmasına rağmen hava geçirmez, ağır taştan bir tabakayı andıran, katı ve itibarlı bir dildir bu. Kleist hummalı kabuslarını bir mantıkçı kesinliğiyle inceleyerek şaşkına çevirir bizi. Kohlhaas Luther’e, “Sizin söylediğiniz gibi, ben bu toplumun dışına itilmiş olmasaydım, insanlığın büyük kısmına karşı açtığım savaş günahkâr sayılabilirdi” der. Kleist, kendisini musallat olan şeytanları barındıracak muhteşem, resmi yapılar inşa eder. İnsanların kalplerinde ve onlara rehberlik eden kurumlarda derin bir gizem, amansız, boyun eğmez ve nihayetinde yıkıcı bir şey bulur.
Dünyayı doğru yola sokmaya kararlı olan Kohlhaas, mahkemelerin gizemli aygıtında açıklık arar. Bunlar hukuku değil, hukukun katılaşmış bir uzantısını ya da kalkülüs veya bale gibi can sıkıcı biçimsel bir disiplini temsil etmektedir. Kohlhaas ilk andan itibaren boyundan büyük işlere kalkışır. Baş döndürücü bir soyluluk hiyerarşisine ve belirsiz yargı yetkisine tabi olan adalet her fırsatta ondan kaçar. Doğru konumları işgal eden hasımları yüzünden yakarışları kesintiye uğrar, reddedilir ya da görmezden gelinir. Rakibinin zaafının kokusunu alan Tronka ve maiyeti “suçlarını toptan inkâr etmek için önünü tıkayan kurnazca argümanlar öne sürmeye” başlar. Evraklar ve akla yatkın olasılıklar birike birike bir bariyer oluşturur. Sonunda Kohlhaas işlediği suçlar nedeniyle değil, düşük statüsü nedeniyle cezalandırılır.
Kleist’ın kitabı medeni olandan duyulan hayal kırıklığının masalıdır. Kohlhaas’a beslenen acıma hissi, kısmen onun hukukun üstünlüğüne olan sarsılmaz inancından kaynaklanır, her ne kadar hukukun gizemli (şifreli) önkoşullarını yerine getiremediğini kanıtlasa da. Tüm onur duygusuna rağmen, Dresden’den yetişmiş olanlar için kolay bir av, ilkeli avanak bir köylü olduğu ortaya çıkar. Mahkemelerde kurnazlık (sophistication) doğruluktan daha geçer akçedir. At tüccarı, orta sınıfın yeni yeni doğmakta olan bir özelliğini somutlaştırır: Yönetimin kapıları önünde korku ve kafa karışıklığı. Bu vizyonun huzursuz edici, soğuk ışığı Kafka’ya giden yolu aydınlatır.
Kleist çoğu zaman mutlu —ya da mutlu görünen— sonları kabul etmeye hazırdı: Örneğin Markiz O'nun kahramanı ikinci evliliğini yaptığında ya da Hamburg Prensi'ndeki baş karakterin rüya-taç giyme töreninde durum budur. At tüccarının kendi sonu ise en iyi ihtimalle muğlaktır. Kohlhaas idam edilmek üzere yola çıktığında beklenmedik bir şekilde avukatını meydanda bulur. Kendisine asıl davasının nihayet mahkemede görüldüğü bildirilir. Tronka “sağlıkla parlayan” iki atı da geri getirmiştir. Gözden düşmüş şövalyeye ayrıca iki yıl da hapis cezası verilmiştir. Kohlhaas “duygularına yenik düşüp, ellerini göğsünde kavuşturmuş” halde dizlerinin üzerine çöker. Fanatik arayışı tamamlanan kahramanımıza ölmekten başka bir yol kalmamıştır.
Adli cinayetin bir zafer biçimi olarak sunulabilmesi Kleist’ın el çabukluklarından bir diğeridir. (Hayaletlere yaraşır kahkahası sanki Kohlhaas’ı darağacına kadar takip eder.) Peki son olarak, böylesine kükreyen bir tutku, suç ve sonuç çığından ne anlamalıyız? Michael Kohlhaas bir saplantı patolojisi, hukuki bir bilmece, hatta bir tür muhteşem alay olarak nitelendirilebilir, ancak bunların hiçbiri doğru ya da yeterince doğru değildir. İnsan onu sadece okumalı ve sonra tekrar okumalı, rotadan çıkarak hızlanması, öfkeli vahşiliği, baş döndürücü otoritesi, peş peşe gelen olasılık dışı olaylarla kapanışın zarafetle uzaması karşısında yalpalamalı. Kohlhaas edebiyatın ebedi karakterlerinden biridir çünkü her türlü yorumsal çerçeveyi aşar. Onun boyun eğmez gerçekliği bizim gerçekliğimizin ötesine geçer. Alman edebiyatının bu en büyük eserinde, ölümün kendisi adaletin yerine gelmesi önünde eğilir: “Dünyadaki en derin arzusu artık yerine getirilmiştir.”
Çeviren: Ali Tacar
Kaynak Metin: Michael Kohlhaas - the Book That Made the Novel Modern, The New Yorker, 20 Mayıs 2020. [İlgili bağlantı]
Comments