Cana Bostan
Edebiyatın aborjini bir Âdem, bir hipernevrotik… Bir yere yerleşmek, en azından kendi metninin yerlisi olmak için kökenden ayrılmaya, onu kaldırmaya muhtaç; ab-origine’liği bundan.
01/25 | Kitap

Edebiyatın aborjini bir Âdem, bir hipernevrotik… Bir yere yerleşmek, en azından kendi metninin yerlisi olmak için kökenden ayrılmaya, onu kaldırmaya muhtaç; ab-origine’liği bundan. Biyografik anlatıyı infilak ettirerek, hayal edilen ile yaşananı üst üste yazarak, gerçeklik örüntüsünü tesis eden kurmacaların tarihini şahsi geçmişi kılarak, yazan ile yazarın özdeşliğini bozduğu için de hipernevrotik. Benlik yanılsamalarındaki sapma oranı ona karakterinin romansal koordinatlarını veriyor. Topografik haritadaki ya da imgeler atlasındaki yerini bulduğunda yazarının âdem elmasına kalem saplayacak. Ya da imzasını atacak. Serüvenlerin değil etimolojinin protagonisti Âdem, bir mümzi; imzası hayat sonlandırıyor. Onu bir romanda değil bir güldestede buluyoruz sanki; bu kez yalnızca dikenin çiçekte açtığı boşluklardan mürekkep bir antolojide. Yazının sıfır derecesindeki, Joyce’un kaosmos’undaki, o lirik iç döküşteki, Debussy’nin notaları arasındaki ve nihayet Hölderlin’in düştüğü yükseklerdeki boşluk… Bu güzergâhı çeviribozumla katediyor kitap: “Evet, okur, biz ikimiz, sen ve ben,” diyor, “birbirimizin üstüne boşkulayarak var olmaktayız.” Nietzsche’yi çağırıyor, boşluğun yalvacını, metafiziğin köklerinin bağırsaklarda oluşunu yankılıyor ama köken soruşturmasına ne hacet? Köken denen şey rüşeym halindeki bir son. Bu hikâye karşıtı hikâyenin sonunu, yazarın karakteri tarafından öldürüleceğini söyledik bile. Ey kâri, burada ilk ve son şeylerden söz etmiyoruz, tekrarların peşindeyiz. Tekrar eden ne öyleyse? Antolojilerin ıtırlı bahçesini kuşatan bu kötü koku estetizmi Yeni Roman’ın manifestosundan mı tütüyor? Freud anal evredeki sıkışmışlıkla açıklardı bu durumu, bir krizle. Patoloji istisnayı arar, istisna da patolojisini; biz şimdi olağanın istikrarlı olağanüstülüğü olan tekrarı arıyoruz. Beckett’a dönmeli; beklediği yerde buluruz onu, ölü yazarın mutlak bekleyişinin anıtsız anıtı olan kitapta. Şöyle yazıyor: “Evrensel pisliğin ortasında küçük bir krallık kurup sonra da üzerine sıçmak, ah işte tam benlik bir şeydi bu.” Kısırlaştığı için onu doğuramayan ama dışkılayan bir geleneğe, hikâyeye katılmayı reddeden bitik kahramanların kara mizahıyla bağlanıyor Âdem. Karanlığın vardığı zorunlu sonuç burada humour; ki sevdavi. Demek Âdem’in ruh hali, bedeninin salgıları, edebiyatı otoreferansiyel bir harekette, daha doğrusu durgunlukta tutuyor. Kendinden hiza alan, kendi üstüne katlanan, kendini düşüncesinin hem nesnesi hem de hedefi kılan bu sürdürülemezlik poetikası, romansal hakikati daha belirdiği anda kendini imha etme kudretiyle donatıyor. Üstkurmacaları tam da içinden geçerek aşan aşırı rasyonalite, gündelik hayatı yatay eksende katederken edebiyat tarihini dikey eksende kestiğinden, bu eserde tekrar eden tek şey de tekrarın imkânsızlığı oluyor. Okumanın sonu! Mutlak okumaz-yazmazlığa mı çağırıyor bizi yazar? Belki. Ama daha ziyade okurluk tarihinin girdabında ebedi dönüşe davet. Yine de edebiyatın ya da felsefenin deneyimlerimize dayattığı dolayımların manipülasyon kapasitesini teşhir ettiği kesin. İyi edebiyatın yetiştirdiği kötü insanlar mıyız? Eserlerimizdeki esersizlik neden böyle sofistike biçimde okunaksız? Öteki duyulara dönen bir yazı mümkün mü, bir tür edebi ihtida? Kibirsiz ama suskun söze de cüret eden bir yazı mümkün mü? Tekrar: Yazı mümkün mü? Ve örtük bir tekrar daha: Yazar tekrar bir roman yazarsa, kitabını, titizlikle reddettiği üstkurmaca kategorisine ışınlamış olacak; tekrar yazmazsa da yazık olacak. Kendi edebiyat etiğine ve okurluk liyakatına halel getirmeyen yazıyı bulacak mı? Dilerim. Dilerim, yazıklanmayacağımız diyalektik bir eser(sizlik) mümkündür.
Comentarios