top of page

Annie Ernaux'nun Nobel Konuşması


İşte böyle tasavvur etttim yazıya bağlanmamı, ki yazı, bir okur kategorisi “için” yazmaktan değil, benim bir kadın ve içeriden bir göçmen olarak deneyimlerimden, artık yaşadığım yıllara dair üzerinden giderek daha uzun zaman geçmiş hafızamdan, durmaksızın başkalarının imgelerini ve sözlerini getiren şimdiden “hareketle” yazmaktan oluşur.


12/22 | Çeviri

 

İllüstrasyon: Niklas Elmehed


Nereden başlamalı? Bu soruyu boş bir sayfanın önünde onlarca kez sordum kendime. Sanki kitabı yazmaya girişin kapısını aralayacak ve tüm şüpheleri bir anda ortadan kaldıracak cümleyi, o tek cümleyi bulmam gerekiyordu. Bir tür anahtar. Bugün, olayın yarattığı şaşkınlık —“benim başıma mı geliyor bu?”— geçtikten sonra, hayal gücümün bana artan bir ürküntüyle sunduğu bir durumla yüz yüze geldiğimde, aynı zorunluluğun akınına uğruyorum. Bu akşam beni davet ettiğiniz bu yerde, bana titremeden konuşma özgürlüğü ve metaneti verecek cümleyi bulmak.



Bu cümleyi uzaklarda aramama gerek yok. Birden beliriveriyor. Tüm açıklığı ve şiddetiyle. Kısa ve özlü. İtiraz götürmez. Altmış yıl önce günlüğüme yazılmıştı. Soyumun intikamını almak için yazacağım. Bu cümle Rimbaud’nun çığlığını yankılıyordu: “Ezelden beri aşağı soydanım.” [1] Yirmi iki yaşındaydım. Taşrada bir fakültede, çoğu yerel burjuvaziye mensup kızlar ve erkekler arasında edebiyat öğrencisiydim. Topraksız köylüler, işçiler, küçük tüccarlar, tavırları, aksanları, kültürsüzlükleri yüzünden hor görülen insanlar soyunun son halkası olarak, kitap yazmanın, yazar olmanın, doğuştan gelen toplumsal adaletsizliğini onarmaya yeteceğini düşünüyordum mağrur ve naif. Okulun akademik başarımla zaten içimde beslediği bir yanılsama içinde, bireysel bir zaferin yüzyıllardır süren tahakkümü ve yoksulluğu sileceğini. Kişisel başarılarım maruz kalınan onca aşağılanma ve hakarete nasıl kefaret edebilir? Bu soruyu hiç sormadım kendime. Bazı mazeretlerim vardı.



Okumayı öğrendiğimden beri kitaplar yol arkadaşım, okumak ise okul dışındaki doğal meşgalem oldu. Bu okuma iştahım, dükkânına gelen iki müşteri arasında sıkı bir roman okuru olan ve dikiş dikip örgü örmektense okumamı tercih eden bir anne tarafından beslendi. Kitapların pahalılığı, gittiğim dini okulda yarattıkları şüpheli hal onları benim için daha da arzulanır kıldı. Don Quijote, Gulliver’ın Gezileri, Jane Eyre, Grimm ve Andersen Masalları, David Copperfield, Rüzgâr Gibi Geçti, daha sonra Sefiller, Gazap Üzüpleri, Bulantı, Yabancı... Okumalarımı belirleyen, okuldan gelen talimatlardan ziyade rastlantıydı.


Edebiyat eğitimi almayı tercih ederek, her şeyden üstün bir değer haline gelmiş edebiyatın içinde kalmayı, kendimi Flaubert veya Virginia Woolf'un bir romanına yansıtmamı ve onları harfi harfine yaşamamı sağlayan bir hayat tarzının ta kendisini seçmiş oldum. Farkında olmadan sosyal çevremin karşısına koyduğum bir tür kıtaydı edebiyat. Ve yazmayı da yalnızca gerçekliği dönüştürme imkânı olarak tasavvur ediyordum.



Bir ilk romanın —tek değeri yeni bir biçim arayışı olan romanın— iki üç yayınevi tarafından reddedilmesi değildi arzumu ve gururumu kıran. Rollerin cinsiyete göre tanımlandığı, doğum kontrolünün yasaklandığı ve gebeliğin sonlandırılmasının suç olduğu bir toplumda kadın olmanın erkek olmaktan farkının tüm ağırlığıyla kendini hissettirdiği yaşam koşullarıydı. İki çocuklu bir evlilik hayatı, öğretmenlik mesleği ve ev işlerini idare etmenin yükü altında, yazmaktan ve soyumun intikamını alma sözümden her geçen gün daha da uzaklaşıyordum. Kafka’nın Dava’sındaki “Yasa Önünde”yi kaderimin temsilini görmeden okuyamıyordum: sadece benim için yapılmış kapıdan, sadece benim yazabileceğim kitaptan içeri giremeden ölmek.


Ama kişisel ve tarihsel rastlantıyı hesaba katmadan oluyordu bu. Ben tatil için eve geldikten üç gün sonra vefat eden bir babanın ölümü, halkın benimkine benzer alt tabakalarından gelen öğrencilerin doldurduğu sınıflarda öğretmenlik işi, dünyanın her köşesindeki protesto hareketleri... Tüm bu etkenler, beni beklenmedik ve hassas yollardan kökenlerimin dünyasına, “soyuma” geri götürdü ve yazma arzuma gizli ve mutlak bir aciliyet niteliği kazandırdı. Bu sefer söz konusu olan, kendimi yirmili yaşlarımın o “hiçbir şey hakkında yazma” yanılsamasının kollarına bırakmak değildi; mesele artık bastırılmış bir hafızada dile getirilemez olana dalmak ve kendi insanlarımın nasıl yaşadığına ışık tutmaktı. Beni kökenlerimden uzaklaştıran içimdeki ve dışımdaki nedenleri anlamak için yazmak.


Yazarken hiçbir seçim kendiliğinden açık değildir. Ancak göçmenler olarak artık ebeveynlerinin dilini konuşmayanlar ve toplumsal sınıfına sırt dönüp taraf değiştirenler artık tamamen aynı dile sahip değildir; başka kelimelerle düşünüp, kendilerini başka kelimelerle ifade ederler, hepsinin önüne aynı fazladan engeller dikilmiştir. Bir ikilem. Nitekim, iyice vakıf oldukları ve edebi eserlerinde, içinden çıktıkları dünyayla, gündelik yaşamı, çalışmayı, kişinin toplumdaki yerini anlatan duyumlardan ve sözcüklerden oluşan ilk dünyayla bağlantılı her şeye hayranlık duydukları sonradan edinilmiş, baskın dilde yazmanın zorluğunu, hatta imkânsızlığını hissederler. Bir yanda, yabaniliği ve sessizliğiyle, şeyleri adlandırmayı öğrendikleri dil vardır, örneğin Albert Camus’nün pek güzel metni "Evetle Hayır Arasında”'da [2] bir anne ve oğul arasındaki yüz yüzeliğin dili. Öte yanda hayranlık duyulan, içselleştirilen eserlerin modelleri; ilk evreni dışa açmış olan ve yükselişlerini borçlu olduklarını hissettikleri, hatta çoğu zaman gerçek vatanları olarak gördükleri modeller. Benim modellerim arasında Flaubert, Proust, Virginia Woolf vardı. Tekrar yazmaya başladığımda bana hiçbir yardımları olmadı. Beni boydan boya kat eden yarığı kökünden kazımak, sergilemek ve anlamak için, “iyi yazmak”tan, güzel cümlelerden, tam da öğrencilerime öğrettiğim o güzel cümlelerden kopmam gerekiyordu. Bana kendiliğinden gelen, öfke ve alayı, hatta kabalığı önüne katmış sürükleyen bir dilin çatırtısı, yaygarasıydı; genelde aşağılanmış ve ezilmiş insanlar tarafından hakir görülmenin, utancın ve utanç duygusunun utancının hatırasına karşılık vermenin tek yolu olarak kullanılan aşırı, asi bir dil.



Yine çok hızlıca, toplumsal yaramın hikâyesini, —başka bir başlangıç ​​noktası düşünemeyecek raddede— öğrenciyken içine düştüğüm duruma, Fransız Devleti'nin kadınları hâlâ mahkûm ettiği, merdiven altı kürtajcılarından birinin elinde gebeliğe son vermek gibi isyan ettirici bir duruma demirlemek bana aşikâr göründü. Ve genç kız bedenimde olup biten her şeyi, hazzın keşfini, adet görmeyi anlatmak istedim. Böylece, 1974 yılında yayımlanan bu ilk kitapta [3], o zamanlar farkında olmasam da, yazı çalışmamı yerleştireceğim alan, hem sosyal hem de feminist bir alan olarak tanımlanmış bulunuyordu. Soyumun intikamını almakla cinsimin intikamını almak bundan böyle bir ve aynı şey olacaktı.



İnsan, yazmaya da kafa yormadan hayatı nasıl sorgulayabilir? Yazmak varlıkların ve şeylerin kabul edilmiş, içselleştirilmiş temsillerini pekiştiriyor mu yoksa bozuyor mu diye sorgulamadan? İsyankâr yazı, şiddeti ve alayıyla, boyunduruk altındakilerin tavrını yansıtmaz mı? Okur, kültürel ayrıcalığa sahip olduğunda, kitaptaki karakter karşısında gerçek hayattakiyle aynı dayatmacı ve küçümseyici konumu sürdürüyordu. Bu nedenle, başlangıçta, hikâyesini anlatacağım babama yöneltildiğinde dayanılmaz gelen ve ihanet olarak algıladığım bu bakışın oyununu bozmak içindir ki, dördüncü kitabımdan itibaren tarafsız, nesnel ve ne mecaz ne de duygu belirtileri içermesi anlamında “düz” bir yazı üslubu benimsedim. Şiddet artık sergilenmiyordu, yazıdan değil olguların kendisinden geliyordu. Hem gerçekliği hem de gerçekliğin verdiği duyguyu içeren sözcükleri bulmak, bugüne kadar, konu ne olursa olsun, yazarken değişmez kaygım haline gelecekti.



“Ben” demeye devam etmek zorundaydım. Birinci şahıs —çoğu dilde, konuşmayı öğrenmemizden ölünceye dek sayesinde var olduğumuz birinci şahıs— edebi kullanımında, kurgusal olarak sunulan bir “ben” söz konusu olmadığı zaman, yani yazara atıfta bulunulduğunda, bu kullanım genelde narsistik görülür. O zamana kadar hatıratlarında büyük askeri başarıları anlatan soyluların ayrıcalığı olan “ben"in, Fransa'da 18. yüzyılın demokratik bir fethi, bireylerin eşitliğinin ve tarihlerinin öznesi olma hakkının onaylanması olduğu hatırlatmaya değer; tıpkı Jean-Jacques Rousseau’nun İtiraflar’ının ilk önsözünde iddia ettiği gibi: “Ve sadece halktan bir insan olarak, okuyucuların dikkatine layık tek sözüm olmadığı söylenerek itiraz edilmesin […] Nasıl bir karanlıkta yaşamış olursam olayım, Krallardan daha çok ve daha iyi düşünmemin sebebi ruhumun hikâyesinin onlarınkinden daha ilginç olmasıdır.”


Beni motive eden şey bu pleb gururu değil (her ne kadar bunu söylemiş olsam da...), duyumları, hafızanın gömdüğü, çevremizdeki dünyanın bize her yerde ve her zaman durmadan sunduğu duyumları yakalayan bir keşif aracı olarak —hem eril hem dişil biçim— "ben"i kullanma arzusuydu. Bu duyum önkoşulu benim için araştırmamın sahiciliğinin hem kılavuzu hem de teminatı oldu. Ama hangi amaçlarla? Benim için mesele hayatımın hikâyesini anlatmak ya da kendimi onun sırlarından kurtarmak değil, yaşanmış bir durumun, bir olayın, bir romantik ilişkinin şifresini çözmek ve yalnızca yazının var edebileceği ve belki de başka bilinçlere, başka anılara aktarabileceği bir şeyi bu şekilde ortaya çıkarmaktı. Aşkın, acının ve yasın, utancın evrensel olmadığını kim söyleyebilir? Victor Hugo şöyle yazmıştır: “Hiçbirimiz kendimize ait bir hayatı yaşama şerefine nail değiliz.” Ama her şey kaçınılmaz olarak bireysel kipte yaşandığından –“bu, benim başıma geliyor”–, bunlar ancak kitaptaki “ben” bir şekilde şeffaflaşırsa ve okurun beni onu işgal ederse aynı şekilde okunabilirler. Kısacası, eğer bu Ben, kişi-ötesi olursa, tekil olan tümel olana erişirse.



İşte böyle tasavvur etttim yazıya bağlanmamı, ki yazı, bir okur kategorisi “için” yazmaktan değil, benim bir kadın ve içeriden bir göçmen olarak deneyimlerimden, artık yaşadığım yıllara dair üzerinden giderek daha uzun zaman geçmiş hafızamdan, durmaksızın başkalarının imgelerini ve sözlerini getiren şimdiden “hareketle” yazmaktan oluşur. Kendimi yazıya rehine koymak biçimindeki bu bağlanma, bir kitabın kişisel hayatı değiştirmeye, maruz kalınan ve bastırılan deneyimlerin yalnızlığını kırmaya, insanların kendilerini farklı biçimde düşünmelerine yardımcı olabileceğine dair kesinlik kazanmış bir inançtan destek buldu. Dile getirilemez olan gün yüzüne çıkarıldığında, politika söz konusudur.


Bugün bunu eril iktidarı alt üst edecek sözcükleri bulan, İran’da olduğu gibi, onun en şiddetli ve arkaik biçimine karşı ayaklanan kadınların başkaldırısında görüyoruz. Demokratik bir ülkede yazsam bile, edebiyat alanı da dahil olmak üzere kadınların nasıl bir yer işgal ettiğini sorgulamaya devam ediyorum. Eser üretmek konusunda henüz meşruiyet kazanmış değiller. Fransa’da ve dünyanın her yerinde öyle erkek entelektüeller var ki, bunlar için kadınlar tarafından yazılan kitaplar hiç yok, kadın yazarların adını asla anmazlar. Çalışmalarımın İsveç Akademisi tarafından tanınması, tüm kadın yazarlar için bir adalet ve umut işareti.


Toplumsal dile getirilemezin, yani sadece buna maruz kalanlar tarafından hissedilen sınıf ve/veya ırk ve de cinsiyet temelli tahakküm ilişkilerinin içselleştirilmesinin gün ışığına çıkarılmasında, bireysel olduğu kadar kolektif bir kurtuluş imkânı vardır. Gerçek dünyayı, dilin, tüm dillerin taşıdığı vizyon ve değerlerden sıyırmak suretiyle deşifre etmek, müesses nizamı bozmak, hiyerarşileri alt üst etmek demektir.



Ancak, okurun alımlamasına tabi olan edebi yazının bu siyasi eylemini, olaylar, çatışmalar ve fikirler konusunda almak zorunda hissettiğim konumlarla karıştırmam. Yazar ve entelektüellerin Fransa’nın güttüğü siyaset karşısında konumlanmalarının ve toplumsal mücadelelere katılmalarının doğal olduğu savaş sonrası kuşakta büyüdüm. Bugün, onların sözleri ve bağlılıkları olmasaydı işler daha farklı gelişir miydi, söylemek mümkün değil. Bilgi kaynaklarının çokluğunun, görüntülerin yerlerini başka görüntülere bırakma hızının bizi bir tür kayıtsızlığa alıştırdığı günümüz dünyasında kendi sanatına odaklanmak baştan çıkarıcıdır. Ama aynı zamanda, —hâlâ Rusya’nın başındaki diktatörün yürüttüğü emperyalist savaşın şiddetiyle maskelenen— Avrupa’da, şimdiye kadar demokratik olan ülkelerde yayılan ve sürekli zemin kazanan geri çekilme ve kapanma ideolojisi yükselişte. Yabancıların ve göçmenlerin dışlanması, ekonomik olarak zayıf olanlardan vazgeçilmesi, kadın bedenlerinin gözetimi üzerine kurulu bu ideoloji, insanın değerinin her zaman ve her yerde aynı olduğunu düşünen herkese olduğu gibi bana da uyanık olma görevi yüklüyor. Ekonomik güçlerin doymak bilmez iştahının büyük ölçüde mahvettiği gezegeni kurtarmanın yüküne gelince, bu, korkulacağı gibi, zaten muhtaç durumda olanların sırtına yüklenemez. Tarihin belirli anlarında sessiz kalmak uygun değildir.



Bana olabilecek bu en yüksek edebi saygınlığın bahşedilmesiyle, yalnızlık ve şüphe içinde yürütülen bir yazı çalışmasının ve kişisel araştırmanın da üzerine parlak bir ışık düşürülmüş oluyor. Bu ışık gözlerimi kamaştırmıyor. Nobel Ödülü’nün bana verilmesini bireysel bir zafer olarak görmüyorum. Bunun bir şekilde kolektif bir zafer olduğunu düşünmek ne gururdan ne de tevazudan kaynaklanıyor. Bunun gururunu, cinsiyetleri, toplumsal cinsiyetleri, tenlerinin rengi ve kültürleri ne olursa olsun tüm insanlar için şu ya da bu şekilde daha fazla özgürlük, eşitlik ve haysiyet isteyenlerle ve gelecek nesilleri düşünerek küçük bir grubun kâr iştahının tüm halklar için giderek daha yaşanmaz hale getirdiği bir Dünya'yı korumayı dert edinenlerle paylaşıyorum.


Soyumun intikamını almak için yirmi yaşında verdiğim söze dönüp baktığımda, onu gerçekleştirip gerçekleştirmediğimi söyleyemem. Bu sözden ve atalarımdan, erken yaşta ölmelerine yol açan görevleri sırtlarında taşıyan o dayanıklı erkeklerden ve kadınlardan, ona [edebiyata] başkaldırmak ve onu değiştirmek istemek de dahil olmak üzere başka dünyalara ve başka düşüncelere erişmemi sağlayarak çok erken zamanlardan beri bana eşlik eden edebiyatta, seslerin çokluğundan oluşan bu toplulukta onlara yer verme arzusu ve hırsına sahip olacak kadar güç ve öfke edindim. Bir kadın ve sosyal bir sığınmacı olarak sesimi, kendisini hâlâ bir özgürleşme alanı olarak sunan edebiyata kaydetmek için.



Çeviri: Murat Erşen



 

[1] Arthur Rimbaud, “Mauvais Sang”, Une Saison en Enfer [Cehennemde Bir Mevsim] içinde.

[2] Albert Camus, L'Envers et l'Endroit [Tersi ve Yüzü] içinde.

[3] Les Armoires vides, Gallimard [Boş Dolaplar, çev. Siren İdemen, Can, 2022].


Üst
bottom of page