top of page

Bir Hatırlama Deneyimi: Annie Ernaux, Edebiyat ve ''Super-8 Yılları''

Sezen Sayınalp


2022 yılında kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü için yaptığı konuşmada, ona titremeden konuşabilme cesaretini verecek cümleden bahsederken o cümlenin çok uzaklarda olmadığından, onu yıllar önce günlüğüne yazdığından söz ediyor, Ernaux: “Halkımın intikamını almak için yazacağım.


07/23 | Makale

 


Bu bir hatırlama ve bir nevi hafızayı yoklama yazısı olacak sanırım. Çünkü bu yazı fikri aklımda belirdiğinden beri kendi kişisel takvimimden yola çıkıp heyecanlarıma, oradan da hayranlık duyduğum bir yazarın cümlelerine doğru bir hatırlama yolculuğuna çıktım. 42. İstanbul Film Festivali’nde Annie Ernaux ve oğlu David Ernaux-Briot’nun beraber hayata geçirdikleri Les années Super-8 (Super-8 Yılları) belgeselinin gösterileceğini öğrenmemin ardından Annie Ernaux’nun da İstanbul’a geleceğinin haberini almıştım. Bu benim için tarifi kolayca kelimelere dökülemeyecek bir mutluluktu. Annie Ernaux’nun farklı zamanlardaki fotoğraflarını referans alarak yaptığım çizimi düşünmeye başladım. Acaba onunla tanışabilir miydim? Cümlelerinin benim hafızamda yarattığı etkiye dair ona birkaç şey söyleyebilir miydim? O sırada bu soruları cevaplayamıyordum henüz ama şunu çok iyi biliyordum: Cümlelerin ve suretlerin yarattığı etki siz onlarla birebir temas etseniz de etmeseniz de kendi tarihinizde onlara özgü halleriyle yer buluyor. Seneler’de (Les années) fotoğraflardan bir ses yaratır gibi orada gördüğü benliğini, toplumu, dönemi seslendiren ve zamandan çekip çıkardığı anıları ve hatırladığı hisleri kâğıda döken de Annie Ernaux değil miydi? O cümleleri okuduğum anda Annie Ernaux’ya, onun yazarlığına, zamanı ele alış şekline dair bir an yakalamış oluyordum ben de. Zamanların birinde onunla tanışmış oluyordum başka bir deyişle. İşte kafamdaki bu düşünceler sarmalı beni bir okur ve sinema yazarı olarak heyecanlandırıyor ve hafıza üzerine daha da çok düşünmeye teşvik ediyordu.



Hatırlamak toplumsal bir eylemdir aynı zamanda. Ernaux’nun edebiyatı bunu da gösteriyor bize. Hatta 2022 yılında kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü için yaptığı konuşmada, ona titremeden konuşabilme cesaretini verecek cümleden bahsederken o cümlenin çok uzaklarda olmadığından, onu yıllar önce günlüğüne yazdığından söz ediyor, Ernaux: “Halkımın intikamını almak için yazacağım.* Bu söylediklerinden yola çıkarak onun baktığı yerden toplumunu, yaşadığı, yetiştiği çevreyi algılayışına, anlamlandırışına ve kendi hatıralarıyla birlikte ele alışına şahit olacağımız bir yazarlık kariyerinden de bahsedebiliriz. O yüzden de okur olarak kitaplarla kurduğumuz ilişki aynı zamanda yazarın dünyasıyla ve kendi yetiştiğimiz toplumla da aramızda bir köprü kurabiliyor. Onun hangi zamandan ve hangi duygularla seslendiği, bizim yaşadığımız dönemde olup bitenler arasında yazara kulak kabarttığımız anlarla da ilişkilenebiliyor; hafıza sadece bireyin tekilliğiyle alakalı değil çünkü; o hafızayı besleyen diğer benliklerle, içinde bulunduğu dönemlerle, yaşadığı yerle, akıp giden zamanla da ilgili. Hatırlama eylemi on yıl öncesini beynin içindeki odalardan çıkarırken farklı, otuz yıl öncesini gün yüzüne çıkarırken farklı çalışır. Bu bir dönemi diğerinden daha net hatırladığımız anlamına gelmez; hangi dönemde zihnimize neyi nasıl kazıdığımızla da ilişkilidir. İmgeleri aklımızda nasıl resmettiğimizle de ilgilidir. Bir şehir örneğin. Bir halk. Bir yaz günü. Bir evlilik. Bir tatil. Anne. Baba. Sınıf. Karar. Tüm bu kavramlar onlar hakkında hissettiklerimizle birlikte kendi anlamlarını bulup hafızamızın içinde hatırlanmaya değer yerler yaratır kendilerine. O yerlerle beraber de, varlıkları zamanları aşarak, dünden bugüne gelir. Ernaux’nun edebiyatında hissedilen de budur. Cümlelerinin sadeliği hem kendine ait duygusunu bir su berraklığında yansıtıyor, hem de akla gelen imajları netleştiriyor. Buradaki imajlar, tabii ki Annie Ernaux’nun kendi tarihinden gelenler.



Festivale dönelim. Festivalin başlamasının ardından Annie Ernaux’nun basın toplantısı günü de belli oldu. Türkçe'ye yeniden çevrilen ve son yayımlanan kitaplarından Bir Kadın’ı (Une femme) ve çizimimi yanıma alarak, gittim bir heyecan. Hem belgesele hem de yazdıklarına dair onun sesinden bir şeyler dinleyecek olmanın coşkusu vardı içimde. Bu coşku çok sevdiğiniz bir yazarın ya da yönetmenin dünyasının beyninizde yarattığınız dünyayla buluşması gibi geliyor bana. Siz, onların anlatılarına tanık olursunuz; bu tanıklıkla kendi zihninizde kendi deneyimlerinizi birleştirerek bir düşünce kapısı aralarsınız. Sözgelimi filmdeki bir kahramanın bakışından yakaladığınız anlamı kendi tarihinizdeki bir imgeyle eşleştirirsiniz. Ve böylece başka bir zihinde oluşamayacak özgünlükte yeni bir anlam oluşur. Böyle söyleşilerde heyecan verici olan şey de budur: Yazarın sorulara vereceği cevaplarla ve belki kendi cümlelerine dair söyleyecekleriyle zihnimizde yarattığımız anlamlar, bir araya gelir. Bu çok sihirli bir şey, bana kalırsa. Ve aynı zamanda çok gerçek. Duyguların dile gelmesinden daha gerçek bir şey düşünemiyorum. Derken söyleşi sırasında Annie Ernaux “gerçeği olduğu gibi yazmayı” dile getiriyor. Yani aslında edebiyatın ayrıca bir süslemeye ihtiyaç duymadan da gerçeği dile getirebileceğini. Mesela kültürel ve ekonomik anlamda güçlü olan bir dünya ve işçi sınıfının dünyası arasındaki gerginliği dile getirmek gibi. Bir üslup oluşturuyor bu. Her tür metafordan uzak duran. Burada metafordan uzak durmayı gerçekliğin en yalın haline süslemeye ihtiyaç duymadan yaklaşmak olarak tanımlıyorum. Üslubu belirlerken içinde yaşadığı gerçekliğin dinamiklerinin edebiyatına etkisinden söz ediyor Ernaux. Kültürel ve ekonomik yönden güçlü bir dünya ve işçi sınıfının dünyası arasındaki gerilimin Babamın Yeri’nin (La place) üslubunu nasıl belirlediğiyle alakalı bir virgül koyuyor. Metafor elbette olmaması gereken bir kullanım değil ancak zamanın kendisine edebi bir yalınlıkla bakabilmek Ernaux’nun zamanla ve hatırlamakla ilgili meselesini de somutlaştırıyor.



Dönemin öznelerinin yaşantısına dair olan biteni olduğu gibi anlatmanın duruluğundan bahsedebiliriz bu noktada yine, Babamın Yeri örneğiyle. Kitabın bir yerinde Birinci Dünya Savaşı zamanı çiftliklerde sadece yaşlıların ve babası gibi gençlerin kaldığından bahseder Ernaux. Babasının yaşadığı çiftliği ve orada neler yapılabildiğini anlatır, oldukça süssüz ve o günlerin gündelik yaşamını tasvir eden cümlelerle. Babasının gün içinde nerelere gittiğinden, köydekilerin neler yaptığından, askerlikle birlikte babasının hayatında nelerin değiştiğinden… Bu aynı zamanda savaşın etkisinin köye, oradan kentlere ve kendi dünyalarında yaşamlarını idame ettirmek mecburiyetindeki insanlara nasıl yansıdığınu gösteriyor okuyucuya. Bununla ilgili sayabileceğim bir soru geliyor sonra salondaki bir katılımcıdan; yazarın politik bilinç ve estetiği nasıl yan yana getirdiğine dair. Bu ikisinin birbirine zıt şeyler olmadığını söylüyor Ernaux. Bunun kendisi için bir endişe kaynağı olmadığından bahsediyor. Toplumsal çekirdekten çıkan duygulardan bahsedebiliriz, diye ekliyor. Ve kıstasının duygular olduğunu belirtiyor. Sanırım bu cevapta beni en çok etkileyen ve sanki ben de cevabımı bulmuşum gibi dikkatimi daha da arttıran, bu söylediği oluyor. Duygular. Duyguyu ve toplumu okuma arasındaki ilişkiye odaklanıyor La honte (Utanç, Türkçe’ye henüz çevrilmedi) kitabında, örneğin. Söyleşinin ilerleyen dakikalarında da edebiyatın topluma bir bakış sunduğundan bahsediyor. Kendimizi nerede konumlandırdığımız da bunun bir parçası. Daha çok, bir bilinç yaratmak, bizim yaptığımız, diye de ekliyor. Edebiyatın bir süreç olduğunu ve bir tezin geliştirilmesi olmadığını ve zaman içinde evrildiğini anlatırken kendisine her cümlesinde “Acaba bu benim hissettiklerimi / gözlemlerimi yansıtıyor mu?” diye sorduğundan bahsediyor. Bu sözleri beni de yaşadığımız dönemlere dair hissettiğimiz duyguların hatırlama denilen kavramda nasıl bir etkisi olduğu sorusuna götürüyor. Aslında gerçeği bir duyguyla eşleştirdiğimiz bir yapısı var, hatıra dediğimiz kavramın. Duyumsamayla da birlikte düşünebileceğimiz bir etki bu. O hatıranın bir hissi, bir duygusu var çünkü. Ve bu his gözlemlerimizle şekillenen, kendi algımızla, yaşamı ve toplumu kavrayış şeklimizle, eleştirel tutumumuzla, o anki konumumuzla belirlenen ve aklımıza kazınan imajlar bütünü halini alıyor. Duyguların ve edebiyatta duygunun rolünün bu denli açık ve toplumla bağlantılı şekilde ele alındığına şahit olmak da yazıyla uğraşan biri olarak beni oldukça etkiliyor.



Politik bilinçten bahsetmişken “kadın yazar” olmaktan da söz edilmeli elbette. Ki zaten mesleki titrlerin önüne “kadın” ibaresinin eklenmesi de bunu yeteri kadar politik yapıyor. Meslek cis-het erkeklere otomatik olarak atanmış statüyken, kadınların bu statünün dışında bırakılmaya çalışılması, cinsiyet eşitsizliği, ayrımcılık, fobi dün de bugün de konuştuğumuz konuların başında. Annie Ernaux da kadınların hep çok yazdıklarından, ürettiklerinden bahsediyor. Ama ürettikleri hiç tanınmamış. Mesela Fransa’da bir süre kadınların çocuk kitapları yazdıklarından bahsediyor. Nasıl olsa çocuk büyütüyorlar diye kadınların oraya konumlandırılması zor olmamış. Cinsiyetçiliğin ve edebiyatta hüküm süren “erkek yazar” baskınlığının en açık örneği. Annie Ernaux’nun aldığı Nobel Ödülü’nün yarattığı büyük etki, sırf bu yüzden bile anlaşılırdır. Bu cinsiyet eşitsizliği konusuyla beraber beni en çok etkileyen edebiyatın gerçeklikle ilişkisine dair söylediğiydi. Gerçekliğe dair yazmanın kadın bir edebiyatçı için sanki daha öznel bir noktaya işaret ediyor gibi algılandığından bahsedildi salonda. Erkeklerin gerçeği yazması daha “evrensel” geçerlilikteymiş gibi algılanıyor edebiyat çevrelerinde. Ernaux da erkekler aslında gerçeği yazmıyor dedi. Gerçeğin ne olduğuyla ilgili tekel kurmuşlar aslında. Bunu tüm erkek yazarları genellemek için kullanmadı elbet. Düşünme ve algılama biçimlerini belirleyen patriyarkal dünyanın erkeğe de gerçeği biçimlendirme hakkı vermesi gibi okuyorum bu söylediğini. Çünkü gerçeği de -edebiyatı alet edip- kendi istekleri doğrultusunda biçimlendiren bir erillikten bahsediyoruz. Edebiyatın eril bakışından. Alan açmayan, alanları tutan ve gerçeğe dair tek geçerli hükmü kendisinde bulan bir bakıştan. İşte bu bakışın arasından sıyrılıp gelen bir kalem Annie Ernaux ve topluma bakarken de kendi deneyimleri, kendi gözlemledikleri ve hissettikleri de onun gerçeği başka eklerle süslemesine gerek bırakmıyor. Bir Kadın kitabı, örneğin, annesinin ölümüyle açılıyor; hayatındaki bir dönüm noktasının haberiyle. Yeri, zamanı belirtilmiş bir haber cümlesi gibi. Bu haberin ardından hem annesini hem anneliği anlattığı, hem de deneyimlediği anne-kız ilişkisini aktardığı cümleler bekliyor bizi. Bir paragrafta işgal yıllarındaki La Vallée’i ve orada annesinin diğer sakinlerle kurduğu ilişkiyi okuyoruz. Aynı Babamın Yeri’ndeki gibi hem o yeri gözümüzde canlandırdığımız bir anlatım hem de annenin yaşamına tanık olduğumuz cümleler bunlar. Bombardımanlar, günlük yaşamda nerelere gidilebildiği, kimlerle görüşüldüğü gibi hayata dair ayrıntılar. Savaşın gerçekliğiyle çerçevelenmiş bir gündelik hayat betimlemesi. Ernaux’nun edebiyatını tanımlayabilmem için bu cümle bana yardımcı olabilir: Büyük ölçekte yaşananlar ve bunu kendi hayatlarında deneyimleyen özneler ve bu kavramların ortaya koyduğu kolektif belleğin Ernaux’nun kaleminde yeniden hatırlanması. Savaşlar, sınıflar, kıtlık, göç ve tüm bunların içinde hatıralarını dinlediği, belli dönemlerine tanık olduğu annesi, babası, arkadaşları, komşuları…



Zihinden Kelimeye, İmajdan Perdeye


Tam da bu bakış meselesine gelmişken filmden, Les années Super-8’den de bahsetmek istiyorum. Bir hatırlama aracı olarak kameralarla, videolarla kurulan ilişkiye, geçmişten gelen hareketli görüntülerde o görüntüler içinde yaşayan insanlara, yakınlara, şehirlere ve kendine bakma deneyimi gibi çıkıyor karşımıza bu belgesel. Bir ailenin anı albümü gibi. 1972-1981 yılları arasındaki Ernaux ailesine ait görüntüleri izlediğimiz belgesel, Annie Ernaux’nun o yıllardaki eşi Philip Ernaux’nun Süper-8 kamerasıyla çektiği görüntülerden oluşuyor. Bu görüntüler vesilesiyle ailesini çocuğuna göstermek isteyen David Ernaux-Briot’nun (Annie ve Philip Ernaux’nun oğlu) girişimi buradan bir belgesel oluşturma fikrine kadar gidiyor ve ortaya Les années Super-8 yani Türkçe çevirisiyle Süper-8 Yılları çıkıyor. Kameranın arkasında Philip Ernaux’nun olduğunu hatırlatıyor Annie Ernaux, filmin gösteriminden sonraki soru-cevap sırasında. Bakan ve kayıt altına alan kişi bir erkek ve aslında onun bakışı altındaki bir edilgenliğe işaret ediyor. Filmin kurgusu ve metni itibarıyla bu mesele mühim bir noktada. Çünkü bu edilgenliği ortadan kaldıran bir yapı sunuyor diyebilirim, bu belgesel için. Görüntülerin bir araya gelişiyle beraber filmi seslendiren ve anılarını o görüntülerde gördüğü kişilerden, mekânlardan ve şehirlerden bulup çıkaran bir ses var film boyunca. Annie Ernaux’nun sesi bu ve seslendirdiği de onun yazdığı metin. Edebiyatından ve üslubundan ayrı tutamayacağım bir biçim bu. Geçmişte bir zamanda yaşanmışlıkların hareket ettiği görüntüler ve o görüntülerin anımsattıkları meselesi. Bir bakışın altında sessiz duran görüntünün yeniden ve tüm duygularıyla dile gelmesi ve o bakışa karşı bir anlatı oluşturması gibi. Annie Ernaux’nun yazarken kafa tuttuğu meselelerle bir arada okuyorum bu biçimsel özelliği. Eşinin işi nedeniyle onlara verilen lojmanın içini, Annie Ernaux’nun çalışma masasını görüyoruz, görüntülerde. Çıktıkları tatillere, gittikleri ülkelere hatta Pinochet rejiminin biraz öncesine dahi tanık oluyoruz. Tüm bunları Annie Ernaux anlatıyor. Yazdığı ilk roman Boş Dolaplar’ı (Les armoires vides) da.



Eşinden ve annesinden gizlice yazdığı bu roman onun hem yazarlık kariyerinde hem de kişisel tarihinde bir dönüm noktası. Annie Ernaux’nun kendi hayatından ayrıntıların da yer aldığı anları da görünür kılıyor bu roman, çünkü ilhamını anne-babasından ve kendi çocukluğundan alıyor. Kendinden yola çıkarak işçi sınıfı ve burjuva düzeni arasındaki dünyaya yeniden dönüp bakıyor. Toplumuna, insanlarına, ailesine, toplumdaki çatışmalara, anlam veremediği yerlere, arkadaşlarına, bedeninin keşfine… Hele ki bir kadının bedenine dair bu kadar gerçek bir yerden hislerini paylaşması o bahsettiğimiz erkek bakış dünyasının altında cesaret edilmemesi gereken bir şeydi adeta. Ne demekti kadının kendi deneyimlerini bu kadar özgür ve içinden geldiği gibi yansıtması! Gerçekliği kendi istediği gibi büken erkek edebiyatçılar dünyasında ne kadar da ayıptı bu. Tüm bu “ayıpların” üstüne gidiyor Ernaux. Kendi okumak istediklerini yazıyor bir yandan. Filmde de kendi gördüklerinin üstüne yazıyor zaten. Gördüklerinden, hatırladıklarından çıkardığı duygularla görüntülerde gördüğü kişileri ve imajları yeniden yorumluyor aslında. İmajlar onunla dile geliyor. Zaten hatıra dediğimiz de zihnimizde depolanan imajlar bütünü değil midir? Görüntüler bir aracı oluyor buna. Filmin bir yerinde çalışma masasının çekmecesinde bekleyen Boş Dolaplar’dan söz ediyordu. Editöre gitmeyi bekleyen bu taslak, Ernaux’nun zihninden çıkıp onun edebiyatını temsil eden bir masanın zihninde bekliyor gibi gelmişti. Okuyuculara ulaşmayı bekleyen cümleler şimdilik çekmecede duruyordu. Hatıraya dair kişisel alan düşüncesi geliyor aklıma, bu sırada. Bir hatırlama deneyiminden bahsediyorsak, yazının aslında bizim bir parçamız olduğunu ve bu parçayı paylaşma cesaretinin nasıl bir yenilmezlik oluşturduğunu fark ediyorum. Yazmak bir karşı duruş gibi. Annie Ernaux’nun edebiyat bir tezin geliştirilmesi değildir sözüne, kendi içimde, “dönemin ya da toplumun ortaya koyduğu tezleri devirmesidir” diye bir ek getiriyorum: yapılamaz olanı yapmak, söylenemez olanı söylemek, daha önce kurulan cümlelere, tezlere ve bakışlara karşı bir bakış geliştirmek. Çünkü Les années Super-8’in bende hissettirdikleri böyle bir şey aşağı yukarı. Şili’nin yakın dönem siyasi tarihini görürken de Annie Ernaux’nun deneyimiyle bizim izleyici deneyimimiz bir araya geliyor ve şehre bakarken, o dönem hakkında bildiklerimizi, sonraki yıllarda olacakları düşünürken kendi düşünce biçimlerimiz de devreye giriyor.



Tarihin üzerine cümleler eklemiş oluyoruz bu deneyimde. Ya da Annie Ernaux’nun annesini gördüğümüz anlarda, onların anne-kız ilişkisine dair aklımızda canlananlar hem bizim düşüncelerimizdeki kavramlara uğruyorlar hem de gördüğümüz imajları Ernaux’nun sesiyle tanımlıyoruz yeniden. Bu hatırlama konusunu belgeseli izlerken de kafamda sürekli evirip çevirdim. Ve soru cevap kısmında (gösterimin ardından bir soru-cevap seansı da gerçekleşmişti) ses tellerim heyecanla titreşirken Ernaux’ya bir soru yönelttim. Hafızadaki imaj ve hareketli görüntüdeki imajın hatırayla ilişkisi hakkındaydı sorum. İkisi arasındaki farkı sordum. Annie Ernaux da bu soruma yanıt olarak annesinin görüntülerinden örnek verdi. Bu görüntüleri izlerken annesinin göründüğü yerlerde orada gördüğü kişi fiziki olarak annesiydi, evet. Ama bu görüntülerin arka planında kendi zihnindeki duygular ve kendi anıları devreye giriyordu. Annesinin yetiştiği yerler, işçi sınıfına dahil oluşu, onun yaşadıkları… Tüm bunlar görüntüdeki annenin ötesinde bir anne figürü oluşturuyordu. Filmi seslendirirken metni de hatırladıklarını ve duygularını bir araya getirerek yazmıştı Ernaux. Görüntü duygularla bir araya gelince imajın ifade ettikleri de görünenin ötesine geçiyordu. Görünen imajın ardında, zihinde beliren imaj. Edebiyatla sinemanın buluşması. Bunun bu kadar etkileyici tarif edilebileceğini düşünmemiştim. Ernaux’nun düşünme biçimine ve hatıraya yaklaşımına bir kez daha hayran kaldım.


Annie Ernaux’yla tanışabilecek miydim acaba, diye başlamıştım yazıya. Evet, tanıştım. Bu yazı benim için bir günlük gibi de oldu aynı zamanda. Hatıraya dair yazarken kendi hatıralarımı toparladığım bir sürece dönüştü. Onun hem basın toplantısındaki söyleşide hem de film gösterimi sonrasındaki soru cevapta bahsettiklerini alabildiğim ölçüde not aldım. Birçoğunu da zihnime kazıdım. O cümleleri hatırlamak ve hatırlarken o an hissettiğim duygulara ulaşmak da sanıyorum Annie Ernaux’nun bahsettiği türden bu deneyime dönüştü. Kendi zihnimde bir hatıra kanalı oluştu. Bu hatıra kanalına dönüp baktığımda hem Annie Ernaux’nun kitaplarını hem de duyguların edebiyata bıraktıklarını görüyorum.


 

* Annie Ernaux'nun Nobel konuşması: [Fransızca] [İngilizce]


Üst
bottom of page