top of page

Bir Düşüşün Anatomisi: Evlilik Aşkı ve Yazar(lığ)ı Öldürür mü?


Fakat ruh eşine zaman borcu duyulur mu; ya da kendisine zamanı borçlandığımız biri “ruh eşi” ilan edilebilir mi? Zira ruhların birer eşi olduğuna ilişkin mit, ezeli zamanı birlikte katetmişliğe duyulan inancı, şimdiki zamanda ebediyen ikamet edebilme talihine eklemler. Burada aşk, hayatın tonalitesini değiştirdiğinde, zaman da pasif bir taşıyıcı olmaktan çıkar. Aşığın kendi kaderini tayin hakkı, zamanların sonsuzca yavaşlatılmasının mistik kudretiyle yüklüdür; rutini ritüelleştiren bir takvime hiza verir bu başka-zamansallık.


11/23 | Makale

 


Negri, Agamben’e yazdığı bir mektubun sonunda şöyle der: “Pekala biliyorum Giorgio bana hak verdiğini ve kaygı ile ha­yal gücü arasındaki bağın bu olanaksız deneyimini kendi sabit fikrine dönüştürdüğünü.” Justine Triet’nin yönettiği Bir Düşüşün Anatomisi, biri ünlü bir romancı diğeri henüz yayınlanmış eseri olmayan iki entelektüelin evliliğini, kaygı ve hayal gücünün bu imkânsız sentezinin bir modeli olarak ele alıyor. Sevgiliyi bir polisiyenin konusu haline getiren krizler, önce hukuksal statü edinerek mahkeme salonuna taşınırken, ardından edebiyat tarihinin poetik adaletinin insafına terk ediliyor. Evlilik, gündelik hayatın monadik seyrine izin vermeyen mutlak bir çift başlılığa dönüştüğünde, tanıklık payının da sınırları belirsizleşiyor. Tek hayata sahip iki beden türlü sebeplerle şehveti yitirdiğinde, “çift”ler estetik evreden etik evreye birlikte sıçrayamadığında, biri geride kalmaya yazgılı olduğunda, başlangıçta vaat edilmiş hayat, taraflardan birinin mülkü olmaktan hızla çıkıyor. Bu mülkiyet ilişkisinde artık “hayatsız” kalmış olan, tanınma diyalektiğindeki yerini yadırgayan ya da kendini bu mağduriyet halesiyle kuşatma kabiliyetini sergileyebilen ilk taraf, kendisinden esirgenmiş dünyevi zevklerin hesabını sorma hakkını da kazanmış oluyor. Fakat ruh eşine zaman borcu duyulur mu; ya da kendisine zamanı borçlandığımız biri “ruh eşi” ilan edilebilir mi? Zira ruhların birer eşi olduğuna ilişkin mit, ezeli zamanı birlikte katetmişliğe duyulan inancı, şimdiki zamanda ebediyen ikamet edebilme talihine eklemler. Burada aşk, hayatın tonalitesini değiştirdiğinde, zaman da pasif bir taşıyıcı olmaktan çıkar. Aşığın kendi kaderini tayin hakkı, zamanların sonsuzca yavaşlatılmasının mistik kudretiyle yüklüdür; rutini ritüelleştiren bir takvime hiza verir bu başka-zamansallık. “Sana zaman borcum yok,” diye sesleniyor Sandra Samuel’e; Samuel’in birlikte yaşadıkları hayatı gizlice kayıt altına aldığı "edebiyat projesi” aracılığıyla, mahkemede duyuyoruz bu sözleri. Yine Sandra dile getirecek Samuel’in “ruh eşi” olduğunu, bu kez mahkeme salonunda değil, evde, odada.


Evin hafızasının bir davada istihbarat olarak kodlanışı ile edebiyat tarihinde poetik bir malzemeye indirgenişi arasındaki sıkı bağ, hayatın metinsel kavranışının zorunlu sonuçlarını, artık o metnin karakterlerine dönüşmüş “çiftin” tek meşguliyeti kılar. Zaman artık bir dil ekonomisinin unsurudur. Anonim yazıcılardan yargılanabilir isimli yazara geçişte, bizzat yazının tarihinde kayıtlıdır metinselliğin bu lanetli ufku. Orpheus sevgilisini tam da öldürerek bir ölümlü olmaktan çıkarır, onu ebedi ve edebi kılmak için dönüp Eurydike’e bakar. Muhammed peygamber ilk vahiyden sonra, başka bir deyişle ebedileşmeden az önce, eşi Hatice tarafından avutulup onaylanmaya ihtiyaç duyar. Ya da Pesüs’ün şairi, yoklukta muhafaza edilmiş insansılıktan çıkarken soruverir: “Yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum öyle mi,” diye. Sevgilinin yazılabilirliği, geçmişin imgelerinin okunabilirlik saatini sevgilinin hayattan çekildiği bir geleceğe erteler. Nitekim film de Samuel’in yazılabilirlikten okunabilirliğe “düşüş”ünü anlatıyor. (Tahsin Yücel’in, bir türlü yazamadığı için karısı tarafından yazılabilir hale gelen Selami Hârici Bey’inin karanlık bir versiyonu gibi Samuel.)



Ev, esersizliğin hınç kozası haline geldikçe tekinsizleşir; onu az sonra cinayet mahalline dönüştürecek olayın öznesi Samuel, arzusunun dolayımlarını çoktan teşhir ederek romansal hakikatine gerçek hayatta kavuşmanın hazırlığını yapmıştır. Nihayetinde Sandra’yı cinayetle suçlanmaktan kurtaran da bu “hazırlık” olur. Oğulun babaya yaptığı dublajda, hafızanın akustiğinin daima bir dublajla işitilebilirliğini gösteren o sahnede, bir hayatı iki kere yazılmaya kapatan yasanın hükmü kırılganlaşıp dağılır. Benliğin kendini dayatmadığı unutuşa açık hikâye, şimdiki zamanın trajedisini gelecek için biçimsizleştirip başa çıkılabilir hale getirir. Bağışlamanın yazılmaya direnen yönüyle de ilintilidir bu deformasyon. Nitekim Sandra da mahkemede, oğlu Daniel’in görme yetisini yitirmesine neden olan kazada eşi Samuel’in sorumluluğuna odaklanmaktan, onu suçlandırmaktan kısa bir süre sonra vazgeçtiğini anlatır ve “oğlumun tek bir hayatı vardı, onun da eksiltili olduğunu düşünmesini istemedim” der. Bağışlama ve unutuş, yazma ile silmenin eksenindeki iki edim biçiminde belirir böylece. Şefkat ve şiddetin, biri diğerini doğuran diyalektik bir imge gibi çalıştığı bu ilişkiyi “yüzeydeki bir Alice Harikalar Diyarı”na dönüştüren de iktidarın hem hedefi hem kaynağı olan yazıdır. Sonuçta, aynı kahvaltı sofrası kaç romana ilham olabilir ki? Bu soru hızla esinlenme ile intihal arasındaki farkların bahsini gerektirir. İki entelektüelin ortak yaşamında bir fikrin hareket ettiricisiyle kurucusunun kimliği muğlaklaşabilir. Bu ortak yaşamın bir edebi esere dönüştürülmesi durumunda ise fikrin koskoca bir hayata yayılan köklerinin sahibinin belirsiz olduğu pekala söylenebilir. Peki rüşeym halindeki bir fikrin sahibi ile onu eserleştirmeye sebat etmiş yazar aynı kişi değilse ve barış halindeyken fikre esin veren sevgili, çatışma durumunda yazarı borçlandırıp suçlandırırsa ne olur? Bir hayat hikâyesi eşlerden biri tarafından yazıldığında diğeri için yazılamaz hale mi gelir? Bu iktidarsız yazıyı ya da yazınsal iktidarsızlığı tek dolayımı kılmış esersiz-yazar’ın konusu da böylece eser verir gibi göründüğü alanı talan eden bu üretkenlik modeli olur: hoyrat tüketicinin üretkenlik zırhını parçalarına ayıran bir edebiyat projesinin, uygulayıcısını özyıkıma sürüklemesi de bu şartlarda kaçınılmaz görünüyor.

Hikâyenin sonunda Poe’nun çalınan mektubu gibi başından beri göz önünde duran kurtuluş bölgesi de savcının ithamlarının kaynağı olan kitaplar değil de hem Sandra’nın hem Samuel’in başkalığını, müstakil varlığını tanıdıkları canlılık halindeki ortak eserleri oğulları Daniel oluyor. Daniel’in gösteriyi dışlayan akustik hafızasıyla aklanıyorlar. Artık kimin yazdığının önemli olmadığı anonim bir “mektup” hayattaki ve ölümdeki doğal yerlerine iade ediyor ikisini de. Belki de mektubun sonunda şöyle yazıyor: Pekala biliyorum sevgilim bana hak verdiğini ve kaygı ile ha­yal gücü arasındaki bağın bu olanaksız deneyimini kendi sabit fikrine dönüştürdüğünü: şimdi, yazılamayacak hale gelinceye kadar oku beni!



Üst
bottom of page