Kanlı Bir Mesele Olarak Felsefe
- Costica Bradatan
- 3 May
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 26 May
Costica Bradatan
Filozof ölmeyi tercih ettiğinde –inançlarıyla tutarlılık meselesi olarak öldüğünde– felsefe neşvünema bulur. Sokrates’in ölümü, muazzam tesirleri olan gelecek kuşakların önünü açmıştır; ki yazılı bir eserin yokluğunda az buz bir mucize değildir bu.
05/25 | Çeviri

Öyle bir felsefe yapma tarzı düşünelim ki yazmak, söz üretmek, konuşma yapmak ve ders vermek olmasın içinde – hatta dile bile ihtiyaç duymayan bir felsefe yapma biçimi olsun. Üstelik tamamen performans –bedensel performans– meselesi olan bir felsefe yapma türü olsun. Filozoflar alışılagelmiş bütün yaklaşımlarını tüketmiş olarak artık bedenlerini ortaya koymak zorunda olsunlar. Böyle bir durum başlı başına ironik olacaktır: Özü itibariyle logos-merkezli bir disiplin olan felsefe sözlerin lüzumsuz, argümanların beyhude olduğu bir halde bulacaktır kendini; filozoflar ne kadar ikna edici olursa olsunlar, konuşma yapmayı ve tartışmayı bırakıp kendi vücutlarını argüman haline getirmedikçe ikna edemeyeceklerdir kimseyi. Nitekim Fikirler İçin Ölmek: Filozofların Tehlikeli Hayatları kitabımda odaklandığım sınır-durum tam da buydu.
Bu durumun nelere yol açtığını –bizzat yaşayarak– ilk öğrenenlerden biri Sokrates’ti. Atinalı hemşerilerini felsefi tasarısının değerine bir türlü ikna edememesi (ki yargılanması ve idam cezasına çarptırılması bunu açıkça ortaya koyar) şuna kanaat getirmesine yol açmış olsa gerek: Dille felsefe yapmanın bir sınırı vardır; dolayısıyla filozof, şayet mesleğine ve kendine ihanet etmek istemiyorsa, felsefe yapmayı bu sınırın ötesine taşımalıdır. Sokrates Atina mahkemesinin idam hükmünü dinlerken şunu fark etmiş olsa gerek: İşler öyle bir noktaya gelir ki felsefe, şayet haysiyetini korumak istiyorsa, meramını aktarmak için sözcüklerden daha kuvvetli bir şeyi kullanmalıdır. Böyle bir durumda sözcüklerden daha kuvvetli olan şey ise filozofun bizzat ölümüdür. Sokrates ölen bedeniyle –ölümünün kamusal bir gösteri olmasıyla– Yunan diline hâkimiyetiyle söyleyebileceklerinin ötesinde meramını dinleyicilerine aktarmıştır.

Bu idraki sonunda doğrulanmıştır da: Bu şekilde ölmeyi tercih ederek Sokrates eşsiz bir şey başarmış, yaptıkları ile yaşamı arasında somut olarak anlamlı bir köprü kurmuştur. “Felsefi bir ölüm” olmasaydı, Sokrates’in hayatı kendisine has tanımlayıcı bir özellikten yoksun olmakla kalmazdı, yaptıkları da eksik ve tamamlanmamış olurdu. Nitekim kendisine ait yazılı bir metin toplamının yokluğunda, doğuşundan itibaren yazıyla tanımlanmış bir disiplin olan felsefede Sokrates ismi geleceğe nasıl kalırdı, hayal etmek zor.
Sokrates’in baldıranı içerken verdiği mesaj epey basit olsa da muazzam güçlüdür: Felsefeni bedenleştirmen gerekir. Aslen felsefe akademik egzersiz değil pratik meselesiydi; konuştuğun değil yaptığın bir şeydi. Felsefe yapmak kendinde bir değişim yaratmaktı, sağlam bir şekle muhtaç bir hammadde yığınıymışsın gibi kendin üzerine çalışmaktı. Felsefe bilgi üretmekten ibaret değildi; işlevi bize bilgi vermek [inform] değil şekil vermekti [form]. Nihai amacı bir kendini gerçekleştirme tasarısıydı, filozofun kendi varlığına üslup vermesiydi. O halde felsefenin yaşam alanı akademik metin değildir, filozofun sözleri de değildir; filozofun bedenidir. Felsefe bizimle yaşar. Fakat bizimle ölmez.
Nitekim filozof ölmeyi tercih ettiğinde –inançlarıyla tutarlılık meselesi olarak öldüğünde– felsefe neşvünema bulur. Sokrates’in ölümü, muazzam tesirleri olan gelecek kuşakların önünü açmıştır; ki yazılı bir eserin yokluğunda az buz bir mucize değildir bu.
Bu bakımdan Hypatia da hayli etkili bir figür olmuştur, her ne kadar ondan bize kalan hiçbir yazılı eser olmasa da. Giordano Bruno bugün çok az okunsa da tüm zamanların en büyük İtalyan filozoflarından biri sayılmaktadır. Bu şahsiyetleri “büyük” yapan şey, Fikirler İçin Ölmek’te öne sürdüğüm üzere, ölüm tarzlarıdır. Bu tekil ölümler kurbanlarını yok etmesine eder ama onları daha güçlü kılar.

Bu filozofların yaşam biçimleri, toplumda “yersiz” olarak algılanmaları, adım adım dışlanmalarına giden dramatik hikâyeleri, ortaya çıktıkları toplumları kateden münferit “kriz” hissiyatı, son olarak şedit akıbetleri – bunların hepsi onların ölüm olaylarını René Girard’ın teorileştirdiği bir okumaya davet eder. Girard’ın perspektifinden bakarsak, hepsi de “kurbanlık alametleri” taşır. “Neyse onu söyleme”ye (parrhesia) adanmışlıklarıyla, her şeyi sorgulamaya bağlılıklarıyla bu filozoflar başkalarıyla güçlü bağlar kurmayı pek beceremez. Bulundukları toplulukta müebbet yabancılar olarak kalırlar; toplumu bir arada tutan güçlü suç ortaklığı bağlarını tanımazlar ve bu bağların gelişimine katkıda bulunmazlar. Bu filozofların sözlerinin “asidik” olarak nitelenmesi manidardır, zira hiçbir bağ onların parrhesia’sının aşındırıcı tesirine karşı koyamaz. Kriz zamanları baş gösterdiğinde kolayca hedef tahtasına konurlar çünkü felsefeleri esas itibariyle onları saldırıya açık hale getirmiştir.
Girard’ın “günah keçisi mekanizması” teorisi şehit filozofların neden öldürüldüklerini açıklamakla kalmaz, ölümlerinden sonra neden bu kadar etkili olduklarını da izah eder: Böyle ölmeyi tercih etmeleri onları “kutsal” hale getirmiştir. “Kurucu figürler” olmuşlardır çünkü yok edilişlerine Girard’ın “kurucu cinayet” dediği şey sebep olmuştur. Kolektif hafızada kalan suç ve utanç karışımı güçlü hissiyattan dolayı, gelenek bu filozofların ölümlerini mit üretimi dahilinde işler. Nihayetinde onları efsanevi bir mertebeye yücelterek mitsel hayalhanemize yerleştiririz.
İşte bu yüzden bu filozofların yaşarken yaptıklarını, söylediklerini, kim olduklarını yanlış yorumlamaya meylederiz. Sokrates’i Batı felsefesinin “kurucusu” sayarız. Bu tam olarak doğru değildir, zira ondan önce başka filozoflar da vardır. Onlara “pre-Sokratikler” dememiz de manidardır.
Hypatia çoğunlukla felsefede kadın geleneğinin kurucusu olarak görülür, oysa ondan önce de kadın filozoflar vardır. Aynı zamanda felsefi feminizmin kurucu figürlerinden biri olarak görülür (onun adını taşıyan en az iki feminist felsefe dergisi vardır), oysa –eserleri günümüze kalmadığından– felsefesinde tam olarak neyin feminist olduğunu söylemek güçtür. Bu filozofların ölümleri bizi adeta “körleştirir”. Onlara bakışımız pek de rasyonel değildir; daha ziyade mitolojiktir.
Şehit filozof vakaları önemli bir gerçeğe işaret eder: Entelektüel ve felsefi geleneklerin şekillenmesinde rasyonel düşünme biçimlerinden ziyade mitsel düşünme ve düşleme biçimleri hâkim olmuştur. Genelde, mit ile aklın birbirine karşıt olduğunu ve birinin diğerinin altını oyduğunu düşünmeye meylederiz. Oysa bu basite indirgenmiş bir resimdir. Bazen mit, aklı tamamlar: Mit üretimi ve mitsel imgelem felsefeye aklın tek başına temin edemeyeceği bir derinlik ve zenginlik getirebilir.
5.18.2015
Çeviren: Oğuz Tecimen
Kaynak: “Philosophy as a Bloody Affair”, The Philosophical Salon: Speculations, Reflections, Interventions, ed. Michael Marder ve Patrícia Vieira, Open Humanities Press, 2017, s. 113-115.