top of page

Düşüş ya da Ruhun Kendiyle Konuşması

Oğuz Tecimen


“İkiyüzlü okur, benzerim, kardeşim.” Düşüş’ün kahramanı Jean-Baptiste Clamence’ın itirafları Baudelaire’in bu dizesini getiriyor akla.


01/25 | Kitap

 

“İkiyüzlü okur, benzerim, kardeşim.” Düşüş’ün kahramanı Jean-Baptiste Clamence’ın itirafları Baudelaire’in bu dizesini getiriyor akla.


Camus kitabın elyazmasında olası başlıklardan biri olarak “Zamanımızın Bir Kahramanı” seçeneğini düşünür ve Lermontov’un aynı adlı kitabının önsözündeki tarziye kabilinden bir parçayı kendi metnine epigraf olarak ekler: “Zamanımızın Kahramanı, aziz okurlarım, gerçekten bir portredir, fakat tek bir kişinin portresi değildir; bu portre bizim kuşağın olgunlaşmış, kökleşmiş kusurlarının ortak bir portresidir.” (çev. Nuri Yıldırım, Yordam Kitap, 2019)


İşte bu potansiyel başlık ve epigraf kitabın kaynağındaki başka başka itirafvari “zamanımızın (anti)kahramanı” anlatılarını da düşündürüyor: Yeraltından Notlar, Bir İdam Mahkûmunun Son Günü, İvan İlyiç’in Ölümü.


Camus kendi metni için “İyi Havari”, “İbreti Âlem”, “Çığlık” gibi başlıklara ihtimal verse de nihayetinde Düşüş’ü (La chute) tercih etmiştir. Peki Camus’nün anlatısındaki “düşüş” aslında neyin düşüşüdür? İnsan bu dünyaya düşmüştür ama Cennet’ten veya masumiyetten değil. Onun varolma hali bilfiil düşüştür: rahme tohum olarak düşer, ana rahminden baş aşağı düşerek çıkar, çocukken düşe kalka öğrenir, gençliğinde düşleyerek düşer, yetişkinken düşünerek düşer, gündelik hayatın tuzaklarına düşer, rezaletleriyle gözden düşer, evrenin kayıtsızlığı karşısında anlamsızlığa düşer, hastalanıp yatağa düşer, yaşamaktan yorgun düşer, yaşlanınca elden ayaktan düşer, en sonunda da mezara düşer: “Size büyük bir sır söyleyeceğim, azizim. Son Yargı’yı beklemeyin. Her gün içindeyiz onun.”


Peki bu düşüş neden itiraf edilir?


“Başkalarını mahkûm edip de hemen arkasından kendini yargılamak mümkün olmadığına göre, başkalarını yargılama hakkına sahip olmak için insanın kendine yüklenmesi gerekir: Her Yargıç sonunda kefaret çektiğine göre, ters yönde yol almak ve sonunda yargıç olabilmek için kefaretçi olmak gerekir.”


Anlatının kahramanı Jean-Baptiste Clamence kendi kendini çarmıha gerer ama çarmıhtan kan ter dökmek yerine başkalarının suratına tükürür. İzbe ve loş barlardaki bu itirafçı tiplemeyi yakından tanırız; birden sokulur yanınıza, başlar anlatmaya ve günah çıkarmaya. Günahlarını anlatmaktan zevk alır haz duyduğu bir suçlulukla. Hiçbir zaman kendini aklayamayacağını bilir ama yine de başkalarından onaylanma, bağışlanma bekler. Belki de kendinde olmayan vicdanı başkalarında arar; fakat bu yalnızca onların da vicdanını karartmak, onları da suçlu hissettirmek içindir: “Hiç kimsenin masum olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz, oysa herkesin suçlu olduğunu kesinlikle onaylayabiliriz. Her insan başkalarının suçuna tanıklık eder, inancım ve umudum bu benim.”


Jean-Baptiste Clamence kendi deyimiyle “ceza yargıcı”dır, başka bir deyişle “günahkâr bir yargıç”tır.


Anlatı kaynağını bir taraftan Hıristiyani “itiraf” geleneğinden alır. Bunu Camus’nün çok iyi bildiği Cezayirli hemşerisi Augustinus’un İtiraflar’ından biliriz. İtiraf günahları dile getirerek ikrar etmektir, içindeki pisliği dışarı çıkararak arınmaktır. Ama Clamence’ın itirafında arınma yoktur; günahlarını “yeraltı adamı” gibi ibreti âlem olsun diye zevkle ortaya döker, hiçbir suçluluk duymaz. Suçluluk duyması için onu yargılayabilecek masumların olması gerekir – ama kimse masum değildir. Yargılanmak için adaletin ve “adil yargıçlar”ın olması gerekir (ki Van Eyck’ın Adil Yargıçlar panosunu sinik bir zevkle dolabında saklar) – ama ne adaletin ölçüsü olabilecek bir doğru vardır, ne de doğru insanlar.


Matta İncili’nde “Yargılama ki yargılanmayasın” der İsa. Clamence’ın sinik düsturuysa “Kendini yargıla ki başkalarını yargılayabilesin”dir.


Ne Tanrı’nın huzurunda ne başka insanlar karşısında itiraflarımız ve bağışlanma niyazlarımız bizi aklayabilir, zira tarihe bakıldığında ne Tanrı ne insan ne de başka mutlak bir değer doğruluk ve adalet ölçütü olabilmiştir. İnsanın suç ve günah işlemesine hiçbir doğruluk ve adalet ölçütü engel olamamıştır.


Tam da Nietzsche’nin dediği anlamda, değerlerin olmadığı nihilist bir dünyada Clamence hiçbir şeye inanmayan ve kendinde her şeyi değersizleştirme hakkı gören sinik bir “son insan” portresidir. Yabancı’daki Meursault da “son insan”ın öbür ucudur, hiçbir şeyin anlamı olmadığı absürd dünyada pasifçe sönüp gider. Öte yandan Clamence “üstinsan”ın tam tersi olan “son insan” figürünün sınırına vardırılmasıdır. Bu anlamda “son insan”ın “pasif nihilizm”inin aşırıya vardırılıp “aktif nihilizm”le aşılmasına da işaret ediyordur.


Dünyanın tüm karanlığını, kargaşasını ortaya koymasına rağmen her şeyi “tersi ve yüzü”yle ele alan Camus böylelikle bir çıkış yolu da ima ediyordur: İnsan kendi kendini yargılamayı öğrenmelidir, kendi kendiyle konuşmayı ve hesaplaşmayı öğrenmelidir. Bu yüzden anlatı monolog biçimindedir. İnsan kendiyle ne kadar iyi savaşabiliyorsa, başkaları karşısında o ölçüde doğrular ve adalet adına savaşabilir. Camus’nün birçok fikrine kaynaklık eden Nietzsche de kendiyle savaşarak, kendini aşarak değerler yaratan “üstinsan” figürüyle bunu öğretiyordu.


Gelgelelim Camus her türlü azizliğe, peygamberliğe, ideal insan tipine karşıdır, çünkü tarihin örneklediği üzere bu idealler çoğu zaman zorba ve diktatör figürlere uç verir. Bu yüzden de hiçbir zaman Nietzsche’nin Zerdüşt’ü ya da üstinsanı gibi ideal bir figür ortaya koymaz. O daha çok belli “tavır”larla ilgilenir. Düşüş’ün merkezi tavrı da vicdana sesleniştir. Ne var ki vicdan herkeste doğuştan hazır bulunan bir şey değildir. Latincedeki karşılığıyla con-scientia’dır, yani “birlikte-bilmek”tir; Yunancadaki karşılığıyla syn-eidesis’tir, yani “birlikte-görmek”, “birlikte-bilmek” ve “birlikte-düşünmek”tir. Birliktelik vurgusu önemlidir, zira vicdan da “vecd”den gelir, yani kendinin dışına çıkmaktan. Bu yüzdendir ki vicdan elimizi koyduğumuz yerdeki içerilikte değil, elimizin asla kavrayamayacağı ve kapsayamayacağı bir dışarılıktadır. Dolayısıyla, Kantçı anlamda, aklın evrensel ilkeler dahilinde birlikte-düşünmeyi ve birlikte-bilmeyi öğrenmesidir.


Clamence bizi buralara götürmez ama vicdana seslenen anlatı, monolojik biçimiyle, Sokratesçi anlamda “ruhun kendiyle konuşması” olan düşünmenin “birlikte-bilme” ve “birlikte-düşünme” olduğuna işaret eder. Başka bir deyişle, Descartes’ın “düşünüyorum”u her zaman bir tür “düşünüyoruz”u içerir. Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım”ıyla beraber Camus’nün “Başkaldırıyorum, öyleyse varız”ını yankılayan bir ifadeyle şöyle diyebiliriz: Düşünüyoruz, öyleyse vicdansızlığa başkaldırıyoruz.



 

[*] Düşüş, Albert Camus, çev. Hüseyin Demirhan, Can Yayınları, 2012.

Comments


Üst
bottom of page