top of page

Anlayışın Perspektif Esnekliği: Franz Boas

Orçun Güzer


... türcülükle ırkçılık arasında da bir bağlantı bulunur. Kendini doğanın hâkimi sayan, metalaştırdığı bitkilerin ve hayvanların gen havuzuyla istediği gibi oynama yetkisine sahip insan soyunun sözde katıksız örneklerinin, türdeşleri arasında bir genetik ayıklama hakkına da sahip olduğunu iddia etmesi, hayvana yakın gördüğü ırkları boyunduruk altına almaya çalışması şaşırtıcı değildir.


10/23 | Kitap

 


Antropoloji literatürünün kilometre taşlarından biri olan Franz Boas’ın İlkel İnsanın Zihni kitabı nihayet Türkçe’ye kazandırıldı. [1] İlk baskısı 1911’de yayımlanan eseri Franz Boas sürekli güncelledi; yeni ortaya çıkan verileri değerlendirdi ve kendi kuramıyla karşılaştırdı. 1938 yılında yazdığı önsözde, vardığı sonuçların geçen yıllarda kesinlik kazandığını belirtir. Bu sonuçları iki cümleyle özetler: “İlkel ile uygar insanın düşünme biçimlerinde temel bir fark yoktur. Irk ve kişilik arasında yakın bir bağlantı hiçbir zaman kurulmamıştır.” Ve ekler: “(…) ırk ön yargısı hayatımızda hâlâ önemli bir faktördür.” [2]


Boas’ın kitabını ele almadan önce, bazı kavramlara ve terminolojiye açıklık getirmeye çalışayım. Çıkışı itibariyle Franz Boas’ın öncülüğündeki Amerikan antropoloji ekolü “kültürel antropoloji”, Bronislaw Malinowksi’nin öncülüğündeki İngiliz antropoloji ekolü “sosyal antropoloji” olarak anılır. Başlangıçta bu iki ekol arasında metodolojik veya entelektüel farklar bulunsa da, bugün birleşik bir araştırma alanı olarak sosyo-kültürel antropolojiden söz edebiliriz. Antropologun içinde bulunduğu toplumun kültürüyle eşzamanlı olarak var olup da “modern” diye adlandırılmayan toplulukların kültürü, sosyo-kültürel antropolojinin ilk ilgi alanlarından biri olmuştur. Bu toplulukların nasıl adlandırılacağı ise, bir bakıma terminolojik etik meselesidir. 2007’de ASA (Association of Social Anthropologists: Sosyal Antropologlar Derneği) bir beyanat yayınlayarak, günümüzde yaşayan kabileleri ve yerli halkları tanımlamak için, halen “taş devri (stone age)” ve “ilkel (primitive)” terimlerinin kullanılmasını, sömürgecilik dönemi kalıntısı olarak kınadı. [3] ASA, o zamanlarda yerli halkların haklarını koruma organizasyonu Survival International’ın medyadaki ırkçılığa karşı olan kampanyasını destekliyordu. Ancak bu kampanyada kullanılan “kabile halkları (tribal people)” terimi de, Afrika kökenli akademisyenlerin tepkisini çekti ve bunun gerekçeleri belirtildi. [4] Bugün, “yerli halklar (indigenous people)” terimi daha sıklıkla kullanılıyor; Türkçe’deki “yaban” kelimesi de, “ilkel” veya “vahşi” kadar negatif yüke sahip değil gibi görünüyor. Daha akademik olmakla birlikte, bir başka öneri ise, “akraba düzenine sahip toplumlar (kin-ordered societies)” teriminin kullanılması.



Franz Boas, bu halkları tanımlamak için “ilkel (primitive)” kelimesini kullanır; Malinowski ise “yerli (native)” ve “vahşi / yabanıl (savage)” kelimelerine dönüşümlü olarak yer vermiştir. Ancak Boas’ın bu kelimeye hiçbir negatif anlam yüklemediğini, tersine bu negatifliğe karşı mücadele ettiğini söyleyebiliriz. Kitabın ana meselelerinden biri, yerli toplumlarının Avrupalı ve Amerikalı zihninde “geri kalmış ırk” ön yargısıyla bağdaştırılması, bunu kanıtlamak için sözde bilimsel argümanlar üretilmesidir. Bunu şöyle ifade eder: “Nefretlerimiz ve yargılarımız esasen hiçbir şekilde rasyonel değil. Yine de sözde aşağı ırklara karşı duygusal tavrımızı akıl yürütme yoluyla desteklemeyi seviyoruz.” [5] Boas büyük bir cesaret ve incelikle bu uydurma sınıflandırma yöntemlerinin üstüne gider ve bu arada okur da, 19. Yüzyıl’daki bilimsel incelemelerin bir bölümünün ırkçı fikirlerin istilası altında olduğunu idrak eder. Bugün “bilimsel ırkçılık” olarak adlandırılan tüm bu eğilimin en eski kökeni, aristokrasinin soya dayalı ayrıcalık iktidarını koruma çabalarına dayanır. Aristokrasinin düşüşü sonrasında ise, biyolojik bilimlerdeki gelişmelerle, örneğin Mendel yasalarının ortaya konmasıyla, ırkçılığı rasyonalize etme yönünde sözde biyolojik argümanlar ortaya koyan bir dizi sözde bilim insanı türer. Kuşkusuz, aşağı ırkların varlığı argümanını haklı çıkarma çabası, kendilerini en medeni ırk olarak gören beyaz Avrupalıların ve Amerikalıların sömürgecilik ve köle ticareti hakkını da rasyonalize etme çabasıdır. Boas’ın dikkat çektiği üzere, bu incelemeleri neredeyse kanıtsız ortaya koyan çoğu araştırmacı, hayvan ve bitki yetiştiriciliğinde kullanılan daha iyi soylar elde etme yöntemlerini kendine örnek alır. Boas burada, belki de farkında olmadan, zamanının ilerisinde bir saptama daha yapmış olur: İnsanlar arası ırkçılık, kendine insanın hayvanlar üstündeki hâkimiyetini örnek alır; bu yüzden, türcülükle ırkçılık arasında da bir bağlantı bulunur. Kendini doğanın hâkimi sayan, metalaştırdığı bitkilerin ve hayvanların gen havuzuyla istediği gibi oynama yetkisine sahip insan soyunun sözde katıksız örneklerinin, türdeşleri arasında bir genetik ayıklama hakkına da sahip olduğunu iddia etmesi, hayvana yakın gördüğü ırkları boyunduruk altına almaya çalışması şaşırtıcı değildir.


Bronislaw Malinowksi


Boas, fizyolojik psikolojinin ve biyolojinin birleşik etkisinin, “doğa mı yetiştirme mi” veya “gen mi çevre mi” (nature vs nurture) şeklinde ifade edilen sorunda, kalıtım taraftarlarının görüşlerini güçlendirmiş göründüğünü belirtir. Kendisinin konumu bu dikotomiyi aşmak yönündedir: Kalıtsallığın belirleyiciliği ve fenotipler hakkındaki genel kabuller bir yana, insanlığa ait ortak ve sürekli gelişen bir kültürün varlığını da sorgular. Öncelikle, ırklar arasındaki farkın, çeşitli ölçümlerde elde edilen değerlerin ortalamasına göre belirlenemeyeceğini gösterir; üstelik, bu ölçümlerdeki sınır değerler keyfi bir şekilde seçilmiştir. Farkı bulmanın tek yolu, herhangi bir örtüşme göstermeyen yerel morfolojik özellikler bulmaya çalışmaktır. İkinci olarak, morfolojik özelliklerin gerçekten bir genetik farklılığın mı yoksa çevrenin mi etkisi olduğunu ortaya çıkarmak gerekir. Boas; büyüme hızı, boyun uzunluğu ve deri pigmentasyon seviyesi gibi özelliklerin çevre koşullarıyla yakın ilişkili olduğunu, aynı topluluğa ait bireyler arasında bile farklılık gözlenirken, dünyanın farklı yerlerindeki farklı topluluklar arasındaki ayrımın, mutlaka kalıtsal kökene (yani ırka) dair bir kanıt oluşturması gerekmediğini belirtir. Bir kez daha, Boas’ın ileri görüşlülüğüne tanık oluruz: Çevrenin genler üstündeki olası bir regülasyonunu ima ederek, en az 60 yıl sonra kendine bilimsel araştırma alanı bulabilecek “epigenetik” kuramının ilk ipuçlarını verir. Irkçıların pek sevdikleri zekâ geriliği gibi zihinsel melekeleri temel alan argümanlarda ise, gen / çevre sorunu iyice karmaşık hale gelir, çünkü ırksal-yapısal özellikler zekâya dair birer gösterge olmadığı gibi, beslenme faktörü, yetiştirilme şekli, büyürken maruz kalınan uyaranlar, ailenin toplumsal ve sınıfsal konumu gibi birçok değişken, yetişkinlikteki zekâ seviyesinin ulaşacağı son durumu belirlemede devreye girer. Boas’ın vurucu cümlesini tekrarlamak gerekirse: “Irk tamamen kültürel ortama tabidir.” [6] Diğer yandan, Boas’a göre, ırklara tek tip kişilik atfedilirken, yaşantıların türü ve birbirleriyle ilişkisi sorunu ihmal edilmiştir; bu yüzden, “(…) bütün bir ırkı kucaklayan kültürel kişiliğin varlığı olsa olsa şiirsel bir kurgudur.” [7]



Kültürel göreliliğin en önemli savunucusu Franz Boas’a göre, perspektifler, yaşantılar, alışkanlıklar, ahlaki yargılar bir toplumdan / kültürden diğerine göre değişir. Bu yüzden, farklı kültürleri karşılaştırırken, kişinin kendi ait olduğu kültürün perspektifinden diğer kültürü yargılamaması, “her birinin kendi bakış açısından önemli gördüğü girişimlerdeki davranışlarını karşılaştırması” gerekir. [8] Örneğin, dürtü kontrolü karşılaştırılacaksa, Batılı gözlemci kendi görgü kurallarının benzerini yerli toplumunda görmeye çalışmamalı, ele aldığı yerli toplumunun âdetlerine göre bireylerin kendine ket vurması gereken durumların izini sürmelidir. Boas, kültürden bahsederken de, tüm insanlığa ait evrim geçirerek ilerleyen bir kültürden söz etmez; dünyanın farklı yerlerindeki toplumların, kendi kültürlerinin farklı aşamalarında olduğunu savunur. Bu yüzden, mesela Batı uygarlığı, yerli toplumunun önünde duran ve tarihsel ilerlemeyle ulaşacağı bir sonraki aşama değildir; ileri ve geri kavramları tamamen kurgusaldır, çünkü tek bir insanlık kültürünün tarihteki doğrusal ilerlemesinden değil, eşzamanlı olarak kendi tarihlerini yaşayan farklı kültürlerin ayrımlarından bahsetmek gerekir. “Tarihsel tikelcilik (historical particularism)” terimiyle adlandırılan bu yaklaşım, Boas ekolünün, kültürel görelilikle birlikte, ikinci önemli teorik kazanımıdır. Boas, antropolojik düşüncenin öncülerinden biri olan Fransız filozof Lucien Lévy-Bruhl’un, yerlilerin mantık öncesi düşündüğü, öznel ve nesnel deneyimin bütününe bir “katılım” yoluyla dış dünyayla ilişki kurduğu ve bunun da, mantıksal olarak ilişkisiz konular arasında ayrım yapmasını engellediği şeklindeki çıkarımlarına değinir. Boas bu sonuçlara, bireysel davranışların incelenmesinden değil de yaban toplumların gelenek ve inançlarının incelenmesinden ulaşıldığı gerekçesiyle karşı çıkar. Ve ekler: “Toplumumuzdaki bireyin düşüncesini göz ardı edip yalnızca mevcut inançlara dikkat edersek, ilkel insanın karakteristiği olan aynı tutumların bizde de hâkim olduğu sonucuna varabiliriz.” [9] Bunu, “modern batıl inanç koleksiyonunda biriken malzeme yığını” ile örneklendirir. Bir başka önyargı, yerlilerde bireysel özgünlüğün az, muhafazakârlığın ve gelenekçiliğin çok güçlü olduğu şeklindedir ki, bu konuda da Boas, Malinowski’nin, kabile standardı ile bireysel davranış arasındaki çatışmanın hiçbir şekilde yok olmadığını gösteren çalışmasına değinir. [10]


Franz Boas, ABD Ulusal Müzesi Sergisinde, Kwakiutl yerlilerierinin Hamatsa

gizli topluluğuna kabul törenlerindeki sembolik dans figürlerini canlandırıyor. (1895 civarı)


Boas’ın temelde, insan davranışlarının nedenselliğiyle ilgili indirgemeciliğe karşı çıktığı söylenebilir; bu da, insanın bireysel, toplumsal ve biyolojik bütünlüğünü oluşturan öğelerin bir karmaşıklık analizi içinde ele alınması gerekliliğini ortaya koyar: “Bedeni ve zihni etkileyen bir dizi dış faktör kolayca adlandırılabilir -iklim, beslenme, meslek- ancak sosyal faktörleri ve zihinsel koşulları dikkate alır almaz neyin neden neyin sonuç olduğunu kesin olarak söyleyemeyiz.” [11] Kültürün incelenmesi söz konusu olduğunda ise, başka kuramsal disiplinlerle veya düşüncelerle analojik ilişki içinde bir dizi yanlış anlamaya düşmek mümkündür. Darwinizmin yükselişinin etkisiyle, toplumu da bir organizmaya benzetmek ve aynı canlıların evrimi gibi insanlığa ait kültürün de ortak bir evrimsel gelişme çizgisi izleyeceğini varsaymak, bu analojik yanlışların ilkidir; kaldı ki, böyle bir teleoloji Darwin’in evrim kuramında da bulunmaz. Boas, bugünün “uygar” toplumlarının tüm kültürel aşamaları adım adım kat etmediğini, kültürün tamamı için geçerli bir gelişim şeması bulunamayacağını belirtir. [12] Dilin, dinin, sanatın ve aile ilişkilerinin toplumların uygarlık düzeyine göre basitten karmaşığa doğru ilerlemediğini; bu dört alanda, yaban toplumlarda medeni toplumlardan daha fazla kültürel karmaşıklık barındıran örnekler bulunduğunu vurgular. [13] Ayrıca toplumlar arası beklenmedik etkileşim de bir kültürün gidişat çizgisini belirler. Kitabın başında verdiği örnekleri takip edersek, Avrupalı sömürgecilerin Amerika kıtasını işgal etmesi, orada yaşayan halkların kültürüne doğrudan müdahaledir; ayrıca sömürgecilerin beraberlerinde taşıdığı ve yerli halklar arasında büyük kırıma yol açan salgın hastalıkları da, yerli kültürü kalıcı olarak şekillendiren, onun kendi doğal gelişimini bozan etmenler olarak kabul etmek gerekir.



Boas’a göre diğer yaygın temelsiz yorumlar, Freud’un psikanaliz kuramının ve çeşitli öğrenme psikolojisi kuramlarının etkisiyle, ilkel insanın zihnini çocuğun zihniyle veya psikoz halleriyle karşılaştırmaktır; bunlar da, aynı evrim kuramında olduğu gibi, bir nedenselliğe değil gelişigüzel benzerliğe işaret eder. Toplumlar arasında karşılaştırma yaparken de benzerlik / farklılık dengesini gözetmek önemlidir, çünkü fiziksel özellikleri söz konusu olduğunda küçük farklılıklara odaklanmak, kültürler arasında ise benzerlikleri abartmak, bilinçsiz yanlılık tuzakları olarak antropolog veya etnologun önünde durur. [14] Boas’ın, sosyal bilim metodolojisi açısından, indirgemeci olmayan tavrı özellikle dikkat çekicidir: “Elbette her olayın bir nedeni vardır, ancak nedenler tek bir ipliği temsil edecek şekilde birbirine bağlı değildir. Öngörülemeyen ve geçmişin gidişatını belirleyerek yeniden inşa edilemeyen sayısız tesadüfi sebep araya girer.” [15] Böylece, farklı kültürlerdeki gelenek ve inançların, hem benzer biçimlere yakınlaşma hem de farklı yönlere doğru birbirinden uzaklaşma potansiyeli bulunduğunu kabullenmemiz gereken dinamik bir görüşe ulaşırız; “(…) ancak farklı alanlardaki tarihsel gelişim aynı olduğunda, söz konusu olguları eşdeğer olarak değerlendirmek kabul edilebilir olacaktır.” [16] Boas, coğrafi koşulların kültürün belirleyicisi olduğunu iddia eden antropocoğrafya ekolüne, aynı coğrafi bölgede birbirinden çok farklı kültürlerin var olduğunu gösteren örneklerle karşı çıkar. Benzer şekilde, kültürün ekonomiye göre belirlenen bir üstyapı olduğu fikrini de, ekonomiyle kültür arasında tek yönlü değil karşılıklı geri beslenme ilişkisi bulunduğu gerekçesiyle reddeder: “Ekonomik streslerin kültürel yaşamın diğer tüm tezahürlerinden önce geldiği ve herhangi bir kültürel özelliği olmayan bir grup üzerinde etkilerini uyguladığı iddiası sürdürülemez. Kültürel yaşam her zaman ekonomik olarak koşullandırılmıştır ve ekonomi her zaman kültürel olarak koşullandırılmıştır.” [17]


İnuitler


Boas, dilin kültürle ilişkisini önemser; farklı örneklerle, kelimelerin kullanımlarının kültürel olarak nasıl değiştiğini ifade eder. Kavramların oluşumu ve kavramları iletmeye yarayacak kelimelerin çeşitliliği, kültürden kültüre değişir; bunun en iyi örneği, İnuit dilinde içme suyunu ve deniz suyunu anlatan iki ayrı “su” kelimesi bulunması, ayrıca karın konumuna göre “kar” anlamına gelen birçok farklı sözcük kullanılmasıdır. [18] Bu çeşitliliğin sebebi, İnuitler için kar ve suyun hayatlarında oynadığı rol ve bize fazla ince veya gereksiz görünen bu ayrımların ardında pratik gerekliliklerin bulunmasıdır. Benzer şekilde, Avrupa dilleri eylemin zamanını belirtmeyi zorunlu kılarken, geçmiş ile günümüz arasındaki farkı önemsemeyen veya zamanı değil de eylemin yerini önemseyen birçok dil vardır. Boas, yerlilerin soyut düşünmekten çok tikel düşündüğü, mesela iyilik üstüne bir sohbetin onların için ancak belirli bir “iyi insan”dan bahsettiğimizde anlamlı olabileceğini belirtir. Soyutlamadan uzaklaşmanın bir zaaf mı yoksa bir avantaj mı sayılacağı ayrı bir tartışmanın konusu olmakla birlikte, Boas’ın Amerikan yerlileri arasındaki deneyimleri, soyutlamanın öğretilebilir olduğunu göstermiştir. Yani yerlilere atfedilen “soyut düşünmeden aciz” olma hali geçersizdir; bu doğuştan gelen kapasiteyle ilgili bir durum değil, bir yandan gelenekler ve alışkanlıkların bireyleri şekillendirmesiyle, bir yandan da yaşam tarzının gereklilikleriyle ilgilidir. Yaşam tarzı değişirse, başka topluluklarla temas gerçekleşirse, taklit süreçleri devreye girerse, kültürel kalıplar da değişir. Kültürün dinamik yapısı, unsurların sonsuza kadar belli bir dile, belli bir topluluğa, belli bir coğrafyaya veya belli bir ırka atfedilmesini engeller: “Kültürel unsurların yayılmasının kanıtı her yerde bulunabilir. Ne ırk ne de dil farklılıkları, kültürel unsurların yayılmasını durdurmak için etkili engeller değildir” [19]



Gelenekler söz konusu olduğunda, tepkilerin / eylemlerin otomatikliğiyle ilgili olarak Boas medeni / ilkel ayrımı yapmaz; ilkel denen toplumlarda geleneklerin sayıca çokluğu bir gerçek olmakla birlikte, bununla gelenekleri harfiyen takip eden birey sayısı arasında bir orantı kurulamayacağını belirtir. [20] Ayrıca modern toplumlardaki bireyin de düşüncesinin pek azı akıl yürütmeye dayanır; çoğu düşünce, içine doğduğu toplumdan edindiği bilgi yığını üstünde inşa edilir: “Bir fenomeni, yorumları bilindiği varsayılan bir dizi bilinen gerçekle ilişkilendiririz ve yeni bir gerçeğin önceden bilinen bu gerçeklere indirgenmesiyle tatmin oluruz.” [21] Yaban halklar da modern toplumun üyeleri de, fenomenlerin nedensel açıklaması girişimini sürdürmek yerine, kendisine öğretilmiş bilgilerle açıklamayı tercih eder; yani tüm düşünme süreci, geleneksel malzemenin karakterine bağlıdır ve geçmiş kuşakların spekülasyonları yeni nesillere tıpkı folklor gibi aktarılarak düşünce tarzını belirler. Yerli toplumunun üyeleri ile modern toplumun üyeleri arasındaki düşünce tarzı farkı, açıklama için bağlantı kurulan bilgi yığınının karakteristiğindedir. Boas’a göre, medeniyet ilerledikçe geleneği sorgulayan ve hazır açıklamalara başvurmak yerine akıl yürütmeye başvuran birey sayısı artar. Ancak gelenekten sapma durumunda oluşan duygusal tepki tüm toplumlarda az çok aynıdır. Modern toplumun üyeleri de, aynı yerliler gibi, bağlı olduğu gelenekten sapma tespit ettiğinde duygusal tepki gösterir; yerlilerden farklı olarak, bu hoşnutsuzlukla baş etmek için, bağlı olduğu geleneksel düşünce / davranış tarzının yararlılığı üzerine ussallaştırmaya başvurur. Uygunsuzluğun sebeplerini kendine veya başkalarına sıralayan gelenekçi birey, Boas’a göre, bilinçli bir akıl yürütme yapmamakta, “hoşnutsuzluk duygularını yorumlama girişiminde” bulunmaktadır. Ayrıca bu tür sözde akılcı açıklamalar, geleneksel fanatizmi körükleyerek kitlelere hükmetmek isteyen demagoglar için de uygun bir alan oluşturur. Papa II. Urban’dan Hitler’e bir dizi örnek veren Boas, şu sonuca ulaşır: “Bütün bu örnekler, bizim uygarlığımızda bile popüler düşüncenin akıl tarafından değil, esas olarak duygu tarafından yönlendirildiğini, duygusal olarak belirlenmiş davranışa enjekte edilen akıl yürütmenin çeşitli koşullara bağlı olduğunu ve bu nedenle zaman içinde değişken olduğunu göstermektedir.” [22]



Franz Boas’ın antropoloji içinden yola çıkıp tüm alanlara nüfuz eden düşünme tarzının bence birincil önemi, kültürel görelilik fikrinin, rasyonel yaklaşımın araçlarından ve sonuçlarından biri olmasıdır: Gerçek anlamda aklı kullanmak, tekçi değil çoklu bakış açısını gerektirir; karşımızdakini, bizden farklı olanı anlamaya çalışmak, evrensel kalıplar kurup her bireyi / toplumu onun içine sıkıştırmaya yeğdir. İkincisi, indirgemecilik bizi bilimselliğe değil, kurgusal, yapay sonuçlara ulaştırır; özellikle toplumların ve kültürün işleyişini anlamaya çalışıyorsak, bunun yolu karmaşıklığı ve çoklu parametreleri hesaba katmaktır. Böylece, Boas’ın antropolojik düşünme şekli, pozitivist ırkçılık tartışmalarında gördüğümüz üzere, olabildiğince irrasyonel bir indirgemecilik içine sıkışan tek yönlü çıkarımlara meydan okur: Rasyonel ama yargılayıcı olmayan, göreliliği hep akılda tutarak anlama çabasına dahil eden, mesafeli ama yakınsak bir bakış açısıdır bu. Onun mirası, ilk öğrencilerinden Ruth Benedict’e doğrudan aktarılır. Boas’ın rakibi kültürel evrimci Leslie White’ın öğrencisi olmasına rağmen, son büyük Amerikan antropologlarından Marshall Sahlins’i de, biyolojik determinizme karşı duruşu nedeniyle Boasçılığa yakın sayabiliriz. 1967’deki kitabında Amazon yerlilerinden Yanonami halkını “vahşi halk (fierce people)” olarak damgalayan ve doğuştan geldiğini iddia ettiği şiddet dürtüleri ile doğal seçilim arasında bağlantı kurmaya çalışan antropolog Napoleon Chagnon’a karşı Marshall Sahlins’in gür sesli itirazı, Franz Boas’ın kendi zamanının ırkçı bilimine karşı çıkışından farklı değildir. [23] Chagnon’un araştırmalarında birçok etik sorun olduğu, kitabın yarattığı izlenimin, hükümetin Yanonami kültürünü korumaya mesafeli yaklaşmasına sebep olduğu tartışılmıştır; tüm bu önyargıların, 1993’te altın madencilerinin oradaki yerlileri katletmesine kadar uzandığı iddia edilir. Öyleyse, servet uğruna yapılan coğrafi keşifler döneminden bu yana, toleranstan bihaber bir bakış açısıyla yerli halkları incelemenin sömürgeci eğilimlerden ne kadar bağımsız olabileceğini, daha da önemlisi, hem sömürgeciliğin hem antropolojik incelemelerin yerli toplumların kültürünü nasıl dönüştürdüğünü de sorgulamak gerekir. Son sözü Boas’a bırakalım: “Kendi medeniyetimize atfettiğimiz değerin, bu medeniyetin içinde yer almamızdan kaynaklandığını ve doğduğumuz andan itibaren bu medeniyetin tüm eylemlerimizi kontrol ettiğini fark etmemiz biraz zor ama, etkisi altında büyümeden onların değerini anlamamız imkânsız olsa da bizimkinden daha az değerli olmayan, belki farklı geleneklere ve farklı duygu ve akıl dengesine dayanan başka medeniyetlerin de olabileceği kesinlikle düşünülebilir. Antropolojik araştırmalar tarafından geliştirilen, insan faaliyetlerinin değerlendirilmesine ilişkin genel teori, bize şu anda iddia ettiğimizden daha yüksek bir tolerans öğretmektedir.” [24]


 

[1] Franz Boas, İlkel İnsanın Zihni, Çev. Çiğdem Taşkın Geçmen, Akademim Yayıncılık, 2022.

[2] Franz Boas, a.g.y., s.7.

[5] Franz Boas, a.g.y., s.10.

[6] Franz Boas, a.g.y., s.117.

[7] Franz Boas, a.g.y., s.123.

[8] Franz Boas, a.g.y., s.125.

[9] Franz Boas, a.g.y., s.127.

[10] Franz Boas, a.g.y., s.128.

[11] Franz Boas, a.g.y., s.131.

[12] Franz Boas, a.g.y., s.169.

[13] Franz Boas, a.g.y., s.160-161.

[14] Franz Boas, a.g.y., s.172.

[15] Franz Boas, a.g.y., s.164.

[16] Franz Boas, a.g.y., s.174.

[17] Franz Boas, a.g.y., s.178.

[18] Franz Boas, a.g.y., s.162.

[19] Franz Boas, a.g.y., s. 141.

[20] Franz Boas, a.g.y., s. 212.

[21] Franz Boas, a.g.y., s. 200.

[22] Franz Boas, a.g.y., s.211.

[23] Marshall Sahlins, Ulusal Bilim Akademisi’nden (NAS) 2013’te ayrıldı ve istifa nedenlerinden birinin, Napoleon Chagnon’un akademiye seçilmesi olduğunu belirtti. Kendisiyle yapılan aşağıdaki söyleşiler, Chagnon vakasını özetleyip Sahlins’in duruşuna netlik kazandırıyor: [İlgili bağlantı] [İlgili bağlantı]

[24] Franz Boas, a.g.y., s. 203.

Üst
bottom of page