Kitapçıda benden başka müşteri yoktu. Etraftaki birkaç çalışansa az ötede sohbete dalmıştı. Her an doğru an gibi görünüyordu; tabii ancak geçip gittikten sonra.
03/23 | Minyatür
Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’ni çalmaya karar verip kitapçının kapısından içeri girdiğimde avuçlarım ter içindeydi ve korku çoktan beni ele geçirmişti. Her şeyin göz açıp kapayıncaya kadar olup bitmesini isterdim. Önceki keşiflerimde tespit ettiğim ve kitabın yer aldığı bölüme olabildiğince hızla varmayı, bir anda kitabı raftan çekip almayı ve ardından yine hızlı adımlarla kitapçıdan çıkıp güvenli bir yere gitmeyi isterdim veyahut tam aksine, kararımdan geri dönebilmeyi: Mekânı eli boş terk etmeyi ya da kitabı cüzdanımda yeterince para olduğunda satın almayı... Gelgelelim korkağın teki olmadığımı ispatlamaya karar vermiştim kendime.
On yedi yaşındaydım ve böylesi şeyler benim için o zamanlar önemliydi. Kitapçının kapısından içeri adımımı attıktan sonra titremeye başlamak ezeli bir utanca kapılmama yol açabilirdi. Bu yüzden bütün cesaretimi topladım ve bacaklarım aniden kendi kendilerine karar alıp koşmaya başlamasınlar diye mümkün olduğunca ağır aksak adımlarla ilerledim.
Kitabın durduğu rafın önüne gelip Saf Aklın Eleştirisi’yle kesişmeye başlayınca biraz tereddüt ettim. Fransızlar cep kitaplarına bayılır ve Kant’ın bu çevirisi de bu haliyle obez bir cüceyi andırıyordu. Mübarek, kitap değil, adeta kaldırım taşı! Bir an duraksadım. Daha önceki ziyaretlerimde kitabın bu denli semirtildiğini neden fark edememiştim ya da neden şimdi planımı değiştirip hemen yanı başında duran daha ince ve narin Pratik Aklın Eleştirisi’ni çalmıyordum ki, bilemiyorum. Artık fark etmezdi: Doğru ânı kollarken, kitabın sayfalarını karıştırıyormuş gibi yaparak olduğum yere mıh gibi çakıldım.
Kitapçıda benden başka müşteri yoktu. Etraftaki birkaç çalışansa az ötede sohbete dalmıştı. Her an doğru an gibi görünüyordu; tabii ancak geçip gittikten sonra. Önümde muazzam bir zaman okyanusu uzanıyor, kıyıya vuran her dalga tam olarak doğru âna işaret ediyor ama hangisinin içine dalacağımı bilemiyordum. Kalbim güm güm atarken zamanla bağım kopmuş gibi hissediyordum.
O an sanki başka birini izliyor gibiydim; ben olmayan biri, bir dizi mekanik hareket yapıyordu: Kitabı alıyor, açıyor, sayfalarını karıştırıyor, tişörtümün altına sokuyor, karnımla kot pantolonum arasına sıkıştırıyor, karnımı olabildiğince içime çekiyor, sonra arkamı dönüp emin ve kararlı adımlarla kapıya doğru yürüyordum.
Kendimi dışarı atıp kitapçıdan biraz uzaklaşınca bir duvarın önünde durdum, sırtımı sokağa verdim ve tişörtümün altından ganimeti çıkardım. Bir oh çekip rahatladım ve kitabı elime alıp yürümeye devam ettim. Üstüne bir de sigara yakıp coşkulu bir zafer dalgasına kapıldım.
Saf Aklın Eleştirisi’ni okumak için sergilediğim çaba birkaç kez duvara çarpmamla sonuçlandı. Kitabı çalmamın üzerinden yaklaşık altı yıl geçene kadar onu okumayı başaramadım.
...
Hatırladıklarım, daha doğrusu hayal meyal aklımda kalanlar bunlardan ibaret. Bu hikâyeyi kendi kendime o kadar çok tekrarladım ki, sonunda her an çıkarılıp servis edilmeye hazır konserve bir yemeğe dönüştü; tıpkı iyi ezberlenmiş bir metin gibi, zihinde hiçbir görüntü uyandırmadan tekrarlanan bir dizi manasız ses gibi. Ne var ki, bu uzak anıyı gerçekten didikleyip yalnızca otomatik biçimde zihnimde oynatmakla yetinmediğimde, boşluklarla dolu, epey sisli bir anı olduğunu fark ediyorum. Mesela artık o gün çaldığım kitabın bir Immanuel Kant kitabı olduğundan o kadar da emin değilim. Belki de başka birinin kitabıydı.
Gerçekten başka bir kitap çaldıysam o zaman zihnime nakşolmuş bu hikâyede Kant’ın ne işi var? Belki pek çok hayali öğenin anılarımıza sızdığı o dar kapı aralığından Kant da girivermiş olabilirdi: Belki de bu, bir hadiseyi başkalarına aktarırken süslemek için yardıma çağırdığımız ama nihayetinde kendimizin de inanmaya başladığı o küçük yalanlardan biriydi.
Sanırım Kant da hikâyeme böyle sızdı ve bir arkadaşıma ilk kez anlatmamdan sonra artık o da hikâyenin ayrılmaz bir parçası oldu. Saf Aklın Eleştirisi’ni çalışımı ona anlatma ânım dün gibi aklımda. Bizzat oldukça velut bir kitap hırsızı olan arkadaşım karşısında, kitabın kalınlığıyla övünmek ve böylelikle imza attığım bu yegâne hırsızlık eyleminin ne denli riskli olduğunu onun gözüne sokmak için bu küçük ayrıntıyı icat etmiş olabilirim.
Sanki kitabın devasa boyutunun, arkadaşımın indirdiği kitapların sayısına eşit olmasını ümit etmiş gibiyim. Hatta ahlaki açıdan, peşine düştüğü kişinin evinizde olup olmadığını soran bir katile yalan söylemeyi suç addedecek kadar katı bir filozofun kitabını çalmış olmanın paradoksal yanıyla etkilemeyi umuyordum galiba onu.
Tabii arkadaşım o zamanlar üniversitede felsefe bölümüne yeni girdiğinden paradoksu şıp diye anlayıp kahkahayı basmıştı. Hikâyeme bayılmıştı; hatta ortamda ben de olduğumda bile başkalarına bu hikâyeyi defalarca bizzat anlatmıştı.
...
Madem ki hikâyemdeki kitabın adını uydurmuş olma ihtimalim var, o zaman geri kalanı da epey şüpheli hale geliyor: Kitabın kalınlığı, onu saklamak için karnımı içime çekmek zorunda kalmam, rafta hemen yanı başında Pratik Aklın Eleştirisi’nin durması… Başka neleri uydurdum? Belki de her şeyi; belki de bütün hikâyeyi.
Bu hikâyeyi tıpkı bir kitap ya da dergide okuduğum tarihi veya bilimsel bir gerçeği anımsayabildiğim gibi, yani soyut biçimde, duyular ve canlı ayrıntılardan yoksun şekilde hatırlıyorum. Bu durumda felsefe öğrencisi arkadaşıma anlattığım hikâyeyi tepeden tırnağa uydurmuş olmam gayet mümkün ve hatta muhtemelen bu hikâye bana o kadar çekici geldi ki, bir şekilde yalandan hatıraya terfi etti. Hikâye beni ele geçirdi; çünkü o zamanlar ölçe biçe şekil vermeye çalıştığım, belki de Nietzsche okurken yalan yanlış anladıklarımdan hareketle icat etmeye gayret gösterdiğim o imajın mükemmel bir özetiydi bu: Ahlakı takmayan bir entelektüel imajı. Çelişkili iki durumu yan yana getirebilen, hem Kant’ı okuyabilen hem de kitaplarını çalabilen biri olmak!
Bugün daha ahlaklı biri olduğumu düşünmüyorum ama bu imgeye o kadar da meftun olmadığım kesin. Hatta bugünden bakınca biraz acıklı bile buluyorum. Bir zamanlar olduğum o ergenden artık pek de hoşlanmıyorum. Onu anlayamıyor, hülyalarını manasız ve gülünç buluyorum. Belki de bu tiksintinin nedeni, o ergenliğin büyük bir kısmının bugün hâlâ içimde gizli saklı şekilde varlığını sürdürmesidir. Tıpkı üzerine yazmaya başlayana kadar muhtemelen uydurduğumun farkına bile varmadığım bu anı gibi.
İnsanın kendisinden nefret etmesinin envai çeşit sebebi var; bunlardan biri, belleğimizi ve kimliğimizi oluşturan şeylerin çoğunlukla bir dizi yalan ya da uydurmadan mülhem olduğuna dair o muğlak ve rahatsız edici duygumuzdur belki de.
Çeviren: Utku Özmakas
Kaynak: ''Kant's Thief'', Tarek Abi Samra, New England Review, Vol. 43, No:4, 2022. [İlgili Bağlantı]
Comments