top of page

Ölüm Hastalığı, Tekrar

Ayşe Görkem Kozanoğlu


Kitap nesnesi ile metnin kendisini birbirinden ayırarak düşünmem gerekiyor galiba. Bu, beden ve ruhu birbirinden ayırmak gibi belki.


01/25 | Kitap

 

Kitap nesnesi ile metnin kendisini birbirinden ayırarak düşünmem gerekiyor galiba. Bu, beden ve ruhu birbirinden ayırmak gibi belki. The Catcher in the Rye… Çocukluğumda evde Gönülçelen adlı çevirisi vardı. Uzun zamandır, karşılaştığım herhangi bir nüshasını satın almaktan geri duramıyorum. Franny ve Zooey de öyledir; bilmediğim dillerde olabilir, aynı edisyondan evde bir tane daha olabilir, çok önemli değil. Mesela Raymond Carver’ın kitapları da bu çok kişisel, tuhaf temellük kategorisinde benim için: Karşılaşınca etraftakilerin pek de farkında olmadığı bu hazineyi sessizce alıp eve götürmek. Peki, onları yeniden okur muyum ya da okuyacak mıyım? Beni yeniden çağırmaktan ziyade, sanki hayatımın, belleğimin bir yerine sağlam bir çıpa atmış gibiler. Eh, birkaçını kütüphaneme ön kapakları görünür bir şekilde koyarak bu fazladan nüshalara dekoratif bir özellik de atfedebiliyorum. Belki de bir tür nesne sürekliliği sağlıyorlar yaşamıma.

 

Diğer yandan okuya okuya kabuğunu, yani kitabını haşat ettiğim metinler… Kütüphaneme bir bakıyorum, o anlı şanlı Kazım Taşkent dizisine pes dedirttiğim, bütün fiyakasını kaybetmiş bir Celine: Gecenin Sonuna Yolculuk nüshası. Üniversite yıllarından, oradan oraya taşınmış, çeşitli tükenmez, fosforlu, kurşun kalemlerle dağlanmış (o sıralarda henüz post-it’lere yer yok hayatımda). Yine aynı yılların kutsal kitabı denebilecek, Turgut Uyar’ın bütün şiirleri, Büyük Saat. Kurmaca dışına bakacaksak o yıllardan kalma zavallı çift dilli bir Nikomakhos’a Etik ile acımadan dağıttığım bir Uygarlığın Huzursuzluğu. (Said’in Entelektüel’inin durumu beni biraz utandırıyor.) Ortaokulda takıntılı bir tutkuyla tam sekiz kez okuduğum Çalıkuşu’nu anmadan buradan geçmek istemem. Son yıllarda bu düzeyde beni çarpan, gidip gidip geldiğim, sığındığım, içine önce bir sandalye çektiğim, sonra sabahları perdelerini akşamları yatak örtüsünü açıp girdiğim, içine yerleştiğim bir metin: Didier Anzieu, Beckett. Edebiyat ile psikanalizi bu şekilde bir araya getirme dehasında bulduğum yakıcı şifa. İşte böylesi metinlerde nispeten uzunca bir süreç halinde yaşadığım, tekrar olgusunu anlamsızlaştıran dadanma.

 

En yakın zamanda doğrudan anlamıyla “tekrar” okuduğum metin ise Ölüm Hastalığı, Marguerite Duras. 2010’lar civarı olmalı  kitaba ilk kez bir yaz akşamüzeri, iki yakın arkadaşımın Beyoğlu’nda bulunan, akşamları el altından alkol satıp emprovize caz yaptıkları kafelerinde, raftaki kitaplar arasında rastgelmiş ve hemen orada her şeyden kopup bir solukta okuyuvermiştim. Neyin içine düştüğümü anladığımı sanmıyorum, ikinci tekil şahıs anlatıcının sesindeki hipnotik etkiyle büyülenmiş olmalıyım. (Duras’nın sesinde bir sirenin cezbesi yok mu dersiniz?) Adeta Ölüm Hastalığı’yla bende de olabileceğini o zamana dek pek bilmediğim o hastalığı hastalandığımı hatırlıyorum okuduğum süre boyunca. Daha sonra iki kez daha okudum, yine benzer bir kimyasal etki. Ve itiraf etmeli, bu metni yazarken dayanamayıp bir kez daha okuyorum. Bazı metinler zaman zaman beni “tekrar” çağırırlar. Onlara yeniden gittiğimde, sanki beni alıp yeniden bir yerden başka bir yere koyabilecekler mi, yine beni altüst edip yenebilecekler mi diye gizlice yokluyorum. Ne yalan söylemeli, bir tarafım beni yine yensinler, yine öyle etkilesinler istiyor; bir tarafım da güya bütün olgunluğuyla zamanın görevini yaptığını, onlarda ya da bende bir şeylerin eksildiğini görmeyi bekliyor. Büyük ölçüde hayranlık içeren, hafif hasetli, meraklı, yaramaz, karmaşık bir duygu yaşadığım. Çünkü derinlerde, tam da benim yazmak isteyebileceğim o metinlerden biri olduğunu biliyorum önümde duran bu küçük mücevherin.

 

Ölüm Hastalığı’nın merkezinde bir beden, hatta yaşayan bedenin kendisi var; metin öznenin tam da en yakınındaki, içine girip çıktığı, dokunduğu, baktığı, seyrettiği, konuştuğu o bedene/nesneye bir türlü ulaşamama halini hastalığın özü ve kurgunun temel malzemesi haline getiriyor. Dolayımlara ve temsile direnen bir metin. Anlatım tekniğinden söz etmek sanki lüzumsuz, öyle hissettiriyor. Çok içeriden yazılmış; hasta bir dokuyla yazılmış, demek yeterli. Thanatos’un Eros’la büyük kavga ettiği, onu bayağı hırpaladığı, bunu da size sessizce izlettirdiği bir hal. Neyse ki biyografisine yapılan atıflara göre, yazarı metni dikte etmeyi bitirdiğinde (çünkü yazamıyor, yemeyi bırakmış ve günde altı-yedi litre şarap içip kusuyor) bir kliniğe yatıp tedavi olmayı kabul ediyor. Geriye Thanatos’a adanmış bir metin ve yaşamın kendisi kalıyor.


 

[*] Ölüm Hastalığı, Marguerite Duras, çev. Nilüfer Erdem Güngörmüş - Haldun Bayrı, Metis Yayınları, 2023.

Comments


Üst
bottom of page