top of page

Anlatının Krizi - Krizin Anlatısı

Gökhan Yavuz Demir


Anlatının krizine dair uzun ve hayli eski bir hikâye var. İmajlar karşısında sözün geri çekilmesinden teknoloji, olguculuk ve ölçme fikrinin yükselişi karşısında anlamanın yerini açıklamaya bırakmasına kadar geri giden kadim bir anlatı bu.


02/25 | Kitap

 


Kriz her yerde. Krizlerin biri bitiyor, biri başlıyor. Uzun bir süredir krizin dışı yok. Biz entelektüeller de biten bir çağın gün batımıyla başlamak bilmeyen bir çağın şafağında sıkışıp kaldığımız ve iş gören kavram aparatlarından yoksun olduğumuz için anlayamadığımız her şeye “kriz” diyoruz. Besbelli ki bir anlama krizindeyiz: Bütün krizleri anlayabildiğimiz yegâne kriz şablonumuz, aslında bir anlam krizine işaret ediyor.


Son dönemin bilhassa Türkiye’de çok popüler olmuş felsefe starı Byung-Chul Han’ın kitapları, özellikle de Anlatının Krizi, bize bu içinden çıkamadığımız kriz hâlinin veçhelerini anlama ve anlatma derdinde. Fakat belki de bu anlam krizinin en büyük ispatı da onun kitapları. Çünkü Han bize bilmediğimiz bir şeyi anlatmıyor. Hatta aksine çok iyi bildiğimiz bir hikâyeyi anlatıyor. Aslında böyle bakıldığında Anlatının Krizi, ancak anlatının da krizde olduğu büyük bir anlam krizinin içinde mümkün olabilecek bir kitap. Yani anlatının krizde olduğunun en güzel ispatı bizatihi Anlatının Krizi.


Vaktizamanında Baudrillard, Foucault için “kıyametten bir gün sonra gelen mesih,” demişti. Foucault’nun anlattığı her şey doğruydu, çünkü her şey zaten çoktan vuku bulmuştu. Baudrillard’ın nezdinde Foucault bize olmuş bitmiş bir şeyi anlatıyordu. Fakat bunun bize bir faydası yoktu. Takdir edersiniz ki kıyametten bir gün sonra gelen mesih, pek çok şey olsa da fonksiyonel olamaz. Klasik çizgi roman Red Kit’teki her şey cereyan ettikten sonra hadisenin sonunda gelen Amerikan Süvarisi gibi, Byung-Chul Han’ın harikulâde aforizmalarla bezenmiş kitapları da iş işten geçtikten sonra bize hasar tespiti sunuyor. Hiç şüphesiz bu mânâda faydalı ama aslında yaşadığımız anlam krizine de derman değil.



Meşhur fıkradır. İki felsefeci ömürlerini amfilerde ve kütüphanelerde tükettikten sonra emekliye ayrılmışlar ve kayıp yıllarını telafi etmek için bir balona binerek seyahate çıkmışlar. Bir süre sonra yollarını kaybedip nerede olduklarını bilemez olunca da aşağıda gördükleri bir çobana yol sormak için alçalmışlar. Alçalınca felsefecilerden biri eğilip çobana “Beyefendi acaba tam olarak neredeyiz?” diye sormuş. Çoban büyük bir ciddiyetle “Hemen söyleyeyim beyefendi. Şu anda tam olarak yerden beş metre yukarıdasınız,” demiş. Sepetin içinde kalan diğer felsefeci heyecanla arkadaşına sormuş “Ne dedi, neredeymişiz?” diye. İlk felsefeci de bezgin bir ses tonuyla “Siktir et! Herhâlde o da felsefeci, çünkü söylediği hiçbir boka yaramıyor,” demiş.

 

Günümüz felsefecileri bugün hiç risk almadan bize sadece felsefe tarihi anlatarak gününü gün ediyor. Bunun en iyi farkında olanlardan biri de Han: “Felsefe bir bilim, hatta kesin bir bilim olduğunu iddia ettiği anda düşüşü başlar. Bir bilim olarak tasavvur edilen felsefe, asli anlatı karakterini yadsır ve dilini kaybeder. Sessizliğe gömülür. Kendini felsefe tarihinin idaresiyle tüketen akademik felsefe anlatma yeteneğine sahip değildir. Hiçbir risk almaz; bürokrasiden ibarettir. … Artık felsefe yapma, teori üretme, yani bir anlatı oluşturma [anlatma] cesaretinden yoksunuz” (Anlatının Krizi, s.65-66). Peki ama Han risk alıyor mu yahut yeni bir anlatı oluşturma cesareti gösteriyor mu? Soruyu daha da netleştireyim: Han’ın kitapları bu anlatı krizinden muaf mı yoksa onlar da bizatihi bu anlatı krizinin bir ürünü mü?



Büyük “A” ile yazılan anlamı ve meta-anlatıları kaybettiğimizin kaydı Nietzsche’den Simmel’e, Benjamin’den Heidegger’e, Ellul’den Virilio’ya kadar pek çok entelektüel düşünür tarafından tutuldu. Kıta Avrupası düşünce geleneğinde Aydınlanma, pozitivizm, rasyonalizm, olgu, teknoloji, imaj ve enformasyon eleştirisinin uzun ve devasa bir tarihi var. Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısından bu yana olgulardan dile dönüş hareketi içinde söze, anlatıya, metaforlara ve hikâyelere dönerek bu anlam krizinin aşılabileceğini savunanlar da oldu. Zaten Han da sırtını bu geleneğe yaslayarak “anlatıya dönüş”ün (bence “anlatısal dönemeç” değil, düşünce tarihinde dönemeçler yok, aksine “güneşin altında yeni bir şey” olmadığı için sadece “dönüş”ler var) aslında bir “anlatı krizi” anlamına geldiğini söylüyor. Bütün tezlerini de içinde bulunduğu düşünce geleneği gereği anlatı-enformasyon karşıtlığı üzerine bina ediyor ve demokrasinin yerini enfokrasiye bıraktığını dillendiriyor: “veriye dayalı/veri tarafından yönlendirilen bir enfokrasi” (Enfokrasi, s. 44).


Dünyayı görmek veya dünyayı ölçmek, dünyayı kavramak değildir. Fakat dataizm çağında dünyayı görmek/ölçmek dünyayı anlamak hâline geldiğinden, enfokrasi bir hakikat krizidir. Hakikat krizi daima bir toplum krizidir ve son tahlilde bir anlam krizidir. Anlamak hesaplamak, hesaplamak da düşünmek değildir. Gerçekliği hakikat sanan modern zihin tam da bu sebeple krizdedir. Daha fazla enformasyon ve iletişim bizi hakikate yaklaştırmaz, uzaklaştırır: “Dataizm, olan ve olacak olan her şeyi hesaplamak ister. Big Data bir şey anlatmaz. Anlatılar yerini algoritmik sayımlara bırakır. Enformasyon rejimi, anlatıyı tamamen sayısal olanla değiştirir” (Enfokrasi, s. 14). Sözü yok sayan bir sayılara imandır bu! Oysa hakikat, metodla değil bir anlatıyla inşa ve tecrübe edilir.



Han’ın insanın anlatan bir varlık olduğuna ve hayatını anlatı üzerine inşa ettiği hakkında söylediklerine katılmamak mümkün değil. Hakikaten dünya ve hayat karşısında anlatılarımızla (yani anlatarak inşa ettiğimiz hakikatimizle) konumlanır ve pozisyon alırız. Yönümüzü tayin eden ve eylemlerimizi mümkün kılan daima kendimizi içinde var ettiğimiz anlatılarımızdır. Anlatılar insanın içine atıldığı dünyadaki yuvasıdır. Dayanak ve istikamet olarak anlatı bizatihi hayattır; yaşamanın kendisi bir anlatıdır. Bu sebeple Han “Anlatılar hakkında bunca konuşulması, onların işlevsizliğine delalettir” (Anlatının Krizi, s. 9) derken haklıdır. Ama o vakit kendisine şu can sıkıcı soru da sorulabilir: Krizler hakkında bunca konuşulması da onların disfonksiyonel olduğuna delalet midir?


Aslında Han, en azından benim okuduğum üç kitabında, cevabını bilmediğimiz soruları sormaktan imtina ediyor ve daima cevabını bildiğimiz sorular etrafında veciz cümleler kurarken entelektüel filozoflar gibi risk almıyor ve emekli felsefeciler gibi söyledikleri malumun ilâmı olmaktan öteye gitmiyor. Zaten bunun için de birbiri ardına havai fişek gibi patlattığı aforizmatik düşüncelerini gerekçelendirme ihtiyacı hissetmiyor. Çünkü hem gerekçelendirmeye gerek olmayacak kadar apaçık şeyleri anlatıyor hem de “anlatı krizi” çağında hiçbir okurun gerekçelerle ilgilenmeyeceğini, dijital sürü okurlarının sadece sosyal medyada içinde yaşadığımız kriz çağına dair paylaşabileceği fiyakalı aforizmalar peşinde koştuğunu biliyor. “Yapay zekâ gerekçelendirmez, sadece hesaplar. Argümanların yerini algoritmalar alır” (Enfokrasi, s. 38). Han da yapay zekâ gibi: Gerekçelendirmiyor, sadece sıralıyor. Han’ın kitaplarında argümanlar yerini aforizmalara bırakıyor. Risk almadan düşünülemiyor hakikaten.



Anlatının krizine dair uzun ve hayli eski bir hikâye var. İmajlar karşısında sözün geri çekilmesinden teknoloji, olguculuk ve ölçme fikrinin yükselişi karşısında anlamanın yerini açıklamaya bırakmasına kadar geri giden kadim bir anlatı bu. Gazetelerde haberin hikâyesinin fotoğrafla desteklenmesiyle başlayan, fakat sonunda sözün fotoğrafın altında bir açıklamaya dönüştüğü bu hikâyede modern zihin okurdan izleyiciye dönüşürken okuma yerini izlemeye, dinleme yerini göstermeye, yavaşlık yerini hıza, anlatma yerini paylaşmaya, muhalefet etmek yerini linç etmeye, onaylamak “like”lamaya, cemaat yerini sürüye, nitelik yerini niceliğe bırakmıştır. Han’ın kitapları bu anlam krizinin hızlandırılmış ve yoğunlaştırılmış bir takdimini yaparken Simmel’in “Kültürün Trajedisi”nin, Benjamin’in “Hikâye Anlatıcısı”sının, Ellul’ün Sözün Düşüşü’nün, Gasset’nin Kütlelerin İsyanı’nın ve Virilio’nun Enformasyon Bombası’nın hızlı ve fragmantal bir özetini de sunuyor. Mesafeyi, saygıyı, özneyi, politikayı, sözü, anlamı ortadan kaldıran ve dünyamızı istikrarsızlaştıran hep bu enformasyon bombardımanı ve enfokrasidir: “Modernitede anlatı krizinin nedeni enformasyon tufanıdır” (Anlatının Krizi, s. 17) ve “Anlatı ne kadar azsa, o kadar çok veri ve enformasyon vardır” (Anlatının Krizi, s. 34).


Dünyayı açıklayabilmek maalesef dünyayı anlamak demek değildir. Daha fazla veri, enformasyon ve iletişimle dünyayı açıklayabildiğimiz ve birbirimize yaklaştığımız, fakat o ölçüde de dünyayı anlayamadığımız ve hakikatten uzaklaştığımız da doğrudur. İzlediğimiz bir dünya, tecrübe ettiğimiz bir dünya olmaktan çok ötedir. Paylaşmaktan ve “like”lamaktan vakit kalmadığından, okumak ve dinlemek yerine izlemeyi tercih ediyor olmamız enfokrasiyi içinden çıkılmaz bir hapishaneye dönüştürür. Okuyacak vakti olmayan ve can sıkıntısından korkan dijital sürüler, AVM müşterileri ve fastfood gurmeleri oldukları kadar dijital platformlardaki dizilerin de doymayan tüketicilerine dönüşür: “[D]izi tüketimini karakterize eden şey tıkınırcasına izlemektir. Seyirciler tüketici sığırlar gibi beslenip şişmanlatılır. Tıkınırcasına izleme, dijital geç modernitenin genel algılama biçiminin paradigmasıdır” (Anlatının Krizi, s. 59). Tıkınmaktan düşünmeye vakit kalmaz. Oysa düşünmek için Greklerden beri biliyoruz ki boş zaman şarttır. Enfokraside dijital sürüler enformasyonla tıkınır: Etin Cinsel Politikası artık Tıkınmanın Enformatik Politikası olmuştur. Enformasyonla tıkınan obez zihinler anlamadıkları her şeyden uzak duran, anladıkları her şeyi mühim ve kıymetli zanneden ve sadece anladıkları şeylerle ilgilendikleri için daha da hımbıllaşan tüketicilerdir: Düşünmezler, sadece “like”larlar.



Oysa anlatılar, anlamaya zorlayarak insan zihnine yeni kavrayış ve algı formları hediye eder. Çünkü bir anlatının her anlatılışında dünya neredeyse yeniden inşa edilir. Anlatının her anlatılışında biz de dünya da yeniden şekillenir ve biz kendimizi ve dünyayı yeni gözlerle görürüz. Büyük bir anlatı olarak felsefe insan zihnini böyle tazeler, kadim hikâyelerin şifa gücü buradan gelir. Düşünmek bir anlatı tahayyül etmektir.


Anlatının da anlamın da krizde olduğu böyle bir zamanda işte tam da bu sebeple yeniden anlatılara ihtiyaç duyuyoruz. Bugün içinde debelendiğimiz krizi anlamamızı sağlayacak bir kriz anlatısından yoksunuz. Kriz anlatısının yokluğunu da komplo teorileriyle ikame etmeye çalışıyoruz. Her hâlükârda bu krizi anlamaya çalışıyoruz. Anlamamızı sağlayacak bir kriz anlatımız yoksa mecburen dijital sürü kendilerine bu krizi açıklayacak komplo teorilerine yöneliyor. Açıklamak anlamayı, enformasyon anlatıyı dışladığından mahkûm kaldığımız komplo teorileri de bizi giderek kendi politik hakikatimizden uzaklaştırıyor. Oysa bizim krizlerin basit açıklamaları olan komplo teorilerinden ziyade, krizi kontekstine oturtarak anlaşılır kılacak ve içinde bulunduğumuz durumla yüzleşmemizi ve onu aşmamızı sağlayacak kriz anlatılarına gereksinimimiz var.



Han Anlatının Krizi’nde ve başka kitaplarında hem anlatının krizini hem de anlam krizini çok güzel anlatıyor, fakat krizi kritik edecek bir kriz anlatısına hiç teşebbüs etmiyor. İnsan anlatan hayvandır (animal narrans), doğrudur. Yaşamak anlatmaktır, doğrudur. Dünyayı değiştiren her eylem bir anlatı gerektirir, doğrudur. Hikâye anlatıcılığı çağında anlatı krizdedir, doğrudur. İyi de bu krizin anlatısını bize kim anlatacak? Anlatının kriziyle ilgili bu kadar çok malûmatla biz ne yapmalıyız? Anlatının kriziyle ilgili malûmat toplamak bir şeydir, fakat anlatının kriziyle ilgili bu malûmatlardan bir kriz anlatısı inşa etmek başka bir şeydir.


Düşünmek risk almak ve yeni bir patika açmaksa, olan bitenin muhasebesini tuttuktan sonra artık yeni bir metafor ve dil oyunu tahayyül edecek ve artı anlamı üretecek bir kriz anlatısı için kolları sıvamalıyız. Aksi takdirde bu krizden çıkamayacağız.


 

[*] Anlatının Krizi, Byung-Chul Han, çev. Murat Erşen, Ketebe Yay. 2024.

Comments


Üst
bottom of page