Roberto Calosso
Bir kitaplığın nasıl düzenleneceği oldukça metafizik bir konudur. Kant’ın bu konuya kısa bir inceleme hasretmemiş olması şaşırtıcıdır... Aby Warburg tarafından formüle edilen ve uygulanan iyi komşu kuralı altın kural olmaya devam ediyor.
07/23 | Çeviri
Bir kitaplık nasıl sınıflandırılır? Bu görünüşte bayağı soru, yalnızca büyük kütüphanelere sahip olanlar için ortaya çıkmaz; şimdiden birkaç düzine kitabı olan herkesi ilgilendirir. Roberto Calasso Come ordinare una biblioteca‘da bu soruya çok kişisel bir yanıt vermeye çalışmıştır. Ona göre, bir kütüphanenin sınıflandırılması her şeyden önce metafizik bir sorudur ve (özellikle entropi nedeniyle) ideal düzen olmadığı için zorunlu olarak çoğul olmalıdır. Sınıflandırmada, Aby Warburg tarafından ortaya konan ve uygulanan altın kural, iyi komşu kuralıdır. Bu açıdan bakıldığında, fiziksel kütüphanenin elektronik kütüphaneye göre bir artı değeri vardır, bu kütüphanenin mekândaki organizasyonuna bağlı bir artı değerdir, çünkü bu düzenleme kitaplar arasında ilişkiler kurmaktadır.
Bu artı değer bilgiye dayalıdır ve ölçülebilirdir. Böylece, Karl Marx’ın teorisinden ilhamla kütüphanelerin artı değeri teorisinin temellerini atmak mümkündür: kütüphanelerin artı değeri, onların sınıflandırılmasından, dizilmesinden, düzenlenmesinden (classement) ileri gelir; başka bir deyişle kütüphane, içerdiği kitapların toplamından daha fazladır. Daha doğrusu, kitaplarının her birinde yer alan belirli bilgilerin toplamından daha fazla bilgi, daha fazla malumat içerir, çünkü kitaplar rastgele yerleştirilmemiştir: birbirleriyle değiştirilemeyen belirli bir yeri işgal ederler. Bu nedenle söz konusu artı değer zihinsel ve enformasyoneldir.
Doğru sıralama, okuyucuların aramadıkları kitabı bulmalarına yardımcı olur. Şans eseri değildir (sérendipité) bu. Ne de mutlu bir tesadüf. Bilakis amaçlanan bir etki söz konusudur. Bu artı değerin oluşması, özel bir çalışma, nicelleştirilebilen ve hatta ekonomik ve sosyal olarak modellenebilen bir enerji gerektirir. Bir kitaplığı düzenlemek önemli miktarda enerji gerektirir. Düzenleme için harcanan bu enerji düzene dönüşür ve düzen bilgidir (enformasyon). Entropi, kitaplığın düzensizliği olduğu için, bir kitap kitaplıktan çıktığında entropinin arttığı, hatta yerine konmadığında daha da arttığı bilinen bir şeydir. Düzeni korumak ve entropiyi azaltmak için enerji payı gerekir, kitaba bir yer bulmak, onu dizmek için zihinsel enerji ve onu sıraya koymak için fiziksel enerji. Bu nedenle kitaplık bir enerji tüketicisidir ve bu enerji düzeni sağlamak için kullanılan enerjidir. Her zaman yeniden yerine getirilmesi gereken, Sisifos'a yaraşan bir görevdir, çünkü düzensizlik her daim tehdit eder.
Collège de France profesörlerinden William Marx’ın 2 Mart 2021’deki “Görünmez Kütüphaneler - Bir kitaplık nasıl düzenlenir?” başlıklı konuşmasından.
Der Himmel über Berlin / Wings of Desire (Wim Wenders, 1987)
Bir kitaplığın nasıl düzenleneceği oldukça metafizik bir konudur. Kant’ın bu konuya kısa bir inceleme hasretmemiş olması beni hep şaşırtmıştır. Aslında önemli bir meseleyi soruşturmak için iyi bir fırsat sunabilir bu: Düzen nedir? Mükemmel bir düzen imkânsızdır çünkü entropi diye bir şey vardır. Ama düzen olmadan hayat da olmaz. Geri kalan her şeyde olduğu gibi kitaplar söz konusu olduğunda da bu iki hüküm arasında bir yol bulmak gerekir.
Kitaplar için en iyi düzen, en az o kitapları kullanan kişiler kadar çoğul olabilir ancak. Sadece bununla da kalmaz, mükemmel düzen aynı anda hem eşzamanlı hem de artzamanlı olmalıdır: (ardışık katmanlara göre) jeolojik, (evrelere, geçici heveslere göre) tarihsel, (belirli bir anda günlük kullanıma bağlı olarak) işlevsel, mekanik (alfabetik, dilsel, tematik). Açıktır ki bu kriterlerin yan yana gelmesi kaosa çok yakın düzensiz bir düzen yaratma eğilimindedir. Ve bu durum, âna bağlı olarak, insanı rahatlatır veya hevesini kaçırır. Aby Warburg tarafından formüle edilen ve uygulanan iyi komşu kuralı [1] altın kural olmaya devam ediyor; buna göre, mükemmel bir kitaplıkta belirli bir kitabı aradığınızda, nihayetinde onun yanındaki kitabı alırsınız ve bunun aradığının kitaptan daha yararlı olduğu ortaya çıkar. Şahsen, 1960’ların ortalarında, Sir Thomas Browne’ın Hiyeroglifleri üzerine tezimi yazmak için Londra’ya gittiğimde bu kuralın doğruluğunu bizzat deneyimledim. O zamanlar, her günümü British Museum (hep, bugün yıkılmış olan hayranlık verici Panizzi Salonu’nda) ile ondan yaklaşık on dakika uzaklıktaki Warburg Enstitüsü arasında bölüştürüyordum. Ve her okuyucunun ihtiyacı olan kitapları almak için gittiği Warburg’da sık sık keşfettim bu iyi komşuları.
Aby Warburg'un kütüphanesi
Yirminci yüzyılda kitapların nasıl düzenleneceği meselesini asli gören, hatta bunu kafaya takan biri varsa, o da Aby Warburg’du. Daha, 1926’da açılışı yapılan Hamburg'daki Kulturwissenschaftliche Bibliothek Warburg’un [2] muhteşem oval salonunda, kütüphane henüz özel bir kurumken, kitapların düzeni şaşırtıcı bir kriteri izliyordu, formülü de veciz bir şekilde, Warburg'un kendi düşüncesinin çerçevesini tek bir yerde yeniden üretme girişimi olarak tanımlanabilir. Ernst Cassirer’in şehirden ayrılmasına izin verilmemesi tavsiyesini desteklemek için, yine o kendine has üslubuyla ustalıkla formüle ettiği, Hamburg yetkililerine yazılmış bir mektupta, kütüphanenin karakteri şöyle anlatılıyordu: “yeni ve benzersiz bir psişik yer” olması gereken bu kütüphanede “Cassirer ve Hamburg Üniversitesi'nin özlemleri ortak bir işleve sahiptir: "Tarihsel-psikolojik anlamda imajların oluşumlarını ve kavramsal sıralamayı, iki kutup arasındaki özünde birleştirici salınım olarak tasavvur etmek ve göstermek.” Resmi bir belgede ancak Aby Warburg kendini böyle ifade edebilirdi.
Ama Cassirer [3] o kütüphanenin “psişik bir yer” olarak ne anlama geldiğini kesinlikle hemen kavradı ve eşi Toni de buna tanıklık etmiştir: “[Kütüphaneyi] ilk ziyaretinden sonra Ernst, onun için alışılmadık bir heyecanla eve geldi ve bana bu kütüphanenin eşsiz ve harika bir şey olduğunu ve onu kütüphanede gezdiren Dr. Saxl’ın son derece garip ve orijinal bir adam olduğu izlenimi bıraktığını söyledi.” Cassirer, “uzun raflar arasında kedisine rehberlik ettikten sonra ona, bu labirentte kesinlikle kaybolacağı için buraya asla geri dönmeyeceğini” söylediğini de anlatmıştı. Doğrusu tam tersi oldu ve Cassirer, Erwin Panofsky ve Edgar Wind ile birlikte Enstitünün başlıca müdavimlerinden ve aynı zamanda yayınlarının ilk yazarlarından biri oldu.
Belli bir tarihten itibaren şöyle bir yol izleyerek, etrafımı çevreleyen kitapların neredeyse tamamını parşömen denilen bir tür kağıtla kaplattım; bu kağıt, günümüzde kitapların çoğu hâlâ karton kapaklı olduğu için parşömeni kullanışlı bulan Fransa’daki antikacı kitapçılar tarafından kullanılanılır. (Anglo-Sakson ülkelerde bunun yerine plastik kitap kabı kullanılmaktadır).
Bana zaman zaman bunu neden yaptığımı soruyorlar. Resmi sebep, parşömenin kapağı eskimeye karşı koruması. Ancak itiraf etmesi zor ki asıl mesele bu değil. Parşömen, kitaplarla yaşanan hayatı zorlaştırmaya yarar. Kullanılmasının asıl sebebi, kitap sırtlarında yazılanları daha az okunabilir, hatta okunamaz kılmaktır. Parşömen kitapları bayağı tanınmaz hale getirir. Bu da kitapların arasında yaşayan ve belli bir kitabın yakındaki varlığını her an algılamak zorunda kalmak istemeyenleri rahatlatır. Bunun yerine onu neredeyse dokunma mesafesinde hassas bir şekilde mumyalanmış halde bulmayı tercih ederler.
İtiraf edilmesi daha da zor bir sebep daha var. Parşömen kaplama, olası bir ziyaretçinin kitapların adlarını şak diye saptamasını hayli zorlaştırır. Bu da aşırı samimiyeti frenler. Biri odaya girdiğinde, sadece arkadan belli olan renk ve grafikleri görerek dahi olsa, ev sahibinin nasıl bir kafa yapısına sahip olduğunu hemen anlaması gibi rahatsız edici bir durumu önler. İtalyan siyasetçiler ve sendikacılarla ofislerinde çekilen bazı televizyon röportajlarından daha iç karartıcı bir şey olamaz. Konuşan kişinin arkasındaki iki üç raf bir anlığına görünür görünmez orada tek bir kitap dahi olmadığı hemen anlaşılır. Bunlar konferans tutanaklarından, raporlardan, ücretsiz yayınlardan, dizinlerden, yıllıklardan, hatta belki bir akrabanın şiirlerinden ibarettir. Okunacak tek bir şey yoktur. Haklı olarak.
Dizi konsepti, yüksek editoryal spekülasyonlara aittir, bu nedenle, özellikle İngiltere ve Amerika'daki birçok yayıncı tarafından göz ardı edilir, tıpkı bazı filozofların nezaketin kendi yetkinliklerini aşan bir mesele olduğuna inanması gibi. Sonuç itibarıyla, yayınevleri, tek seferlik dizilere, yani görünüşleri bireysel sanat yönetmenlerinin hemen belli olan üslübuyla benzersiz bir şekilde birleştirilen kitaplara yönelme eğilimindedir. Yayıncının kim olduğu çoğu zaman kitabın kapağında bile görünmez. Sadece sırtta en azından baş harfleri ve markası bulunur. Ne mübarek ketumluk. Gelgelelim Almanya veya Fransa gibi bazı büyük yayıncı ülkelerde dizi konsepti hâlâ vardır. İtalya’da ise, bilhassa savaştan sonraki ilk otuz yılda, bu konsept bereketli bir şekilde serpilip gelişti. Artık eskide kalan o dönemde, raflarında kırmızı sırtlı kompakt yığının göze çarptığı bazı yayınevlerine girildiğinde, bunların Einaudi Yayınları’na ait denemeler olduğu hemen anlaşılırdı. Bundan hareketle, yayınevi sakinlerinin aydınlanmış sola — ya da en azından diğerlerinden (örneğin, Fransız ya da Alman yayıncılardan) daha aydınlanmış bir sola mensup olduğu sonucuna varmak işten bile değildi. Bu aydınlanmış sol aynı zamanda dar görüşlüydü, öyle bir at gözlüğünün arkasında bakıyordu ki Sovyetçiliğe tabi olduğunu fark etmekten acizdi. Fakat aynı zamanda kitapların biçim ve temalarında belli bir seviyeyi koruma ihtiyacı hissediliyordu. Bir sol aristokrasisiydi, dolayısıyla maalesef solun daha sonra geldiği halin tam tersiydi. Öyleyse o kitapların neden raflarda bir arada durduğu anlaşılır. Bunların sahibi koliden nasıl çıktıklarını çok iyi hatırladığı, böylece onları daha kolay bulduğu için değil, aynı zamanda o kırmızı kümenin bir anlamı ve bir tarzı olduğu için. Bunun yerine, aynı yıllarda, Giacomo Debenedetti'nin il Saggiatore ile başlattığı La Cultura dizisinden bir kitap koleksiyonu bir kütüphanede bir araya gelse, anlam biraz ama açıkça farklı görünüyordu. Grafikler ve görsel tasarım o kadar talihli değildi, ancak bu kitapların bir araya toplanması, onları satın alanların Einaudi'nin ortodoksluğuna karşı belirli bir sabırsızlık gösterdiğine ve “fenomenoloji”, “yapısalcılık”, “linguistik” ("antropoloji" bile yeni bir kelime gibi geliyordu) gibi alışılmadık ve büyüleyici sözcüklerin cazibesine kapıldığına delalet ediyordu. Her şeyin Edmund Husserl’in adı etrafında döndüğünün söylendiği birkaç ay geçirdiğimizi hatırlıyorum. Bugün bu kulağa komik ve safça gelebilir, ancak İtalyan yayıncılığında bilhassa bahtiyar bir zamanın karakterini gösterir Einaudi’nin ortodoksluğuna gelince, bunun heterodoksiye daima meftun bir ortodoksi olduğunu da eklemek gerek…
Aynı odada belli rafları Loeb Classical Library [4] ve Les Belles Lettres [5] veya Lorenzo Valla edisyonlarının işgal ettiğini görmek rahatlatıcı. Bu kitaplar bir arada durmalı zira bir Yunan ya da Latin klasiğiyle ilgilenen herkes tüm diğerlerinin “potansiyel okuyucusu”dur, tıpkı Migne'nin Patrologia Graeca’sının [6] bir cildine (ya da daha makûlu, Hıristiyan Kaynakları’na) sahip olan herhangi birinin kolayca diğerlerine geçeceği gibi. Motilal Banarsidass’ın [7], Hindistan’da koyu kahverengi sırtlarla yeniden bastığı Doğu'nun Kutsal Kitapları için de aynı şey geçerli; bunların tarihi, Oxford University Press’in o büyük girişimi tarih kataloglarını yeniden basmaktan vazgeçtiği döneme uzanıyor.
Klasik diziler için bariz görünen tüm bu söylediklerimiz, eksantrik olsalar da diğer tüm dizilerin temelini teşkil eder. Denilebilir ki, bir dizinin varlık sebebi, dizide yer alan başlıklardan birini satın alan kişinin aynı zamanda dizinin diğer kitaplarının da potansiyel okuru olmasıdır. Çok az sayıda örnek için geçerlidir bu. Suhrkamp ya da Adelphi kitaplığı için böyle bir şey söz konusu olabilir ancak Gallimard’ınyabancı kurgulardan oluşan muazzam Du Monde Entier koleksiyonun doğasına aykırı olacaktır, zira bir okurun kitapların hepsinden mutlu olduğu düşünülebileceğinden bir başlıktan diğerine nitelik ve ilgi sıçrayışları çok kuvvetlidir.Ne olursa olsun net bir profile sahip her dizi, kendisini oluşturan tüm kitapları yıllarca anlamını koruyan bir çerçeve içinde mıknatıslayabilir, hatta bu çerçeveyi genişletebilir. Bunun en zarif örneği Kurt Wolff’un [8] Der Jüngste Tag dizisidir; burada Franz Kafka, Robert Walser, Gottfried Benn veya Georg Trakl gibi yeni ya da neredeyse yeni boy göstermiş yazarların kitapları yayınlanırdı.
Yüzyılı aşkın bir süre sonra, okul defterlerinin etiketlerine benzer etiketleri olan o siyah, ince kitaplar, onları bulabilenlerden hâlâ bir arada kalmayı talep ediyor.
Kaşık gibi kitap da, çok eskiden ya da hatta gayet yakın bir zaman önce ilk ve son kez icat edilen nesneler arasındadır. Sayısız çeşitlemesi yapabilir, ama hep aynı jestle: kaşıkla biraz sıvı alınır; uzun bile olsa bir metni elinizde tutarak okursunuz, sayfalarını çevirirsiniz ve dikkatiniz sayfadan sayfaya kayar. Yuvarlama [rulo yapma] bariz bir şekilde yetersiz, garip bir yaklaşımdı. Böylece, MS. 4 yüzyılda, yani Gutenberg’den on bir asır önce, parşömenden ilk gerçek kitap olan kodekse geçiş gerçekleşti. Bu dönüşüm öncelikle Hristiyan çevrelerde ve hukuk alanında meydana geldi. Kaşığa gelince, Veda ayini için öngörülen ana “alet"lerden -sambhaāraāḥ- biriyidi, bu nedenle modern çağdan bin yıldan fazla bir süre önce kullanıldı […] Kitabın yerine başka bir şey koyulması olasılığına ilişkin tüm sözler temel bir gerçeği göz ardı ediyor: Jest repertuvarımız son derece kısıtlıdır. Nesneler de, bu jestlerin kaçınılmaz özelliklerine uyum sağlamaya yönelik az çok talihli girişimlerdir. Yer kadar sert olmayan bir şeyin üzerine uzanmak isteyen birinin yardımına bir yatak koşacaktır.
Adolf Loos [9], evinin dekorasyonunu yaptırdığı büyük mimarın tasarladığı haliyle dairesinin kusursuzluğunu bozmamak için terliklerini istediği gibi giymesine bile müsaade edilmeyen zavallı zengin adam hakkında harika bir savunma yazmıştır. Fakat artık zavallı zenginlerin rahatını kaçıran terlikler değil, çok daha sıklıkla kitaplardır. Her mobilya parçasının kusursuz bir kökeni olabilir ve duvarlardaki resimler de etkileyebilir, ancak basılı kağıt söz konusu olduğunda talihsiz bir tesadüf hüküm sürer. Sehpaların üzerinde duran kitaplar bir yana, günün birinde gayretkeş bir sekreter, kitapları oturma ve misafir odalarındaki masaların üzerine görünür bir şekilde bırakmakla görevlendirilmiş olmalıdır. Genellikle en iyi kitaplar da değildir bunlar. Her şeyden önce, bunları okuyanlar için okumanın nefes almak gibi süreğen bir eylem değil, ara sıra gerçekleştirilen bir faaliyet olduğu izlenimi verirler. Ayrım budur. Gerçek okur her zaman bir - veya iki veya üç veya on - kitap okur ve yenilik, bu süreğen faaliyetin içine - bazen rahatsız edici, bazen hoş, hatta bazen arzu edilir - bir kargaşa olarak girer. Bu faaliyetin içinde biraz çabayla kendi alanını fethetmesi gerekecektir, eğer önce kitap okurun elinden düşmezse. O zaman kim, uzun zamandır bunu yapmak istediği için, okumakta olduğu diğer kitaba zevkle geri döner ki? Her gerçek okur bir ipi takip eder (yüz ip de olabilir, sadece bir ip de, fark etmez). Ne zaman bir kitabı açsa o ipi tekrar eline alır, karmaşıklaştırır, karman çorman yapar, çözer, düğümler, uzatır. Hofmannsthal’ın anlattığı, Boxer Ayaklanması sırasında infazı beklerken sıraya giren Çinli'nin dediği gibi “Okunan her satır kârdır.” Okumaların aynı beyinde iç içe geçmesi, bilim adamlarını umutsuzluğa düşüren sinir ağlarının elle tutulamayan bir versiyonudur (…)
Gerçek okur, Sainte-Beuve’ün tanımladığı haliyle genç Pierre Bayle'in en azından küçük bir parçasını kendi içinde hissetmesinden belli olur “Diller, felsefe, tarih, eski eserler, coğrafya, kahramanlık kitapları, önüne hangi konu çıksa üzerine atılır: ‘Sebebi ne olursa olsun, hiçbir kararsız âşığın benim kitap değiştirdiğim kadar sevgili değiştirmediği kesin.” Bu son sözler, Bayle’in yirmili yaşlarının ortasındaki erkek kardeşine yazdığı bir mektupta bulunmaktadır Bir gün bu aşıklar muazzam Dictionnaire historique et critique'de [10] geçit töreni yapacaklardı.
Bazı bölgelerde kaçınılmaz olan alfabetik sıra, herkese uygulandığında ölümcül olabilir. Mantarlar, Cornwall'daki bitkiler, ünlü satranç oyunları ve diğer sayısız vaka hakkında bazı kitaplar mevzubahis olduğunda konu hatırlanır, ancak yazar genellikle unutulur. Genel alfabetik bir sıraya koymak onları gözden kaçırmak olur. Bu kitapların işlediği bağlantılı konulardan, kayalara yapışan deniz kabukları gibi, küçük resifler oluşturmak daha iyidir. Konular arasında sevgi sempati bile vardır. İş, onları keşfetmekte.
İskenderiye Kütüphanesi
Dağınık okumayı savunmak için birkaç söz söylemenin vakti geldi. Sadece belirli (çok yüksek) bir seviyenin üstünde okumayı bir onur meselesi haline getirenlere karşı yapmalı bunu. Sıkıcı mı sıkıcı dahi. Bazlen'in [11] “libracci” [kitapçık] dediği şeylerden ne de çok şey öğrendiğini söylediğini hatırlıyorum (…) Kitapçıklar tüm türler arasında eşit dağıtılmıştır: okültizm, romanlar, arkeoloji, Mısır, pornografi, parapsikoloji, anılar, tarot, dedektif hikayeleri. Fakat listeyi uzatmanın alemi yok: Prensip olarak kitapçıklar hiçbir türü dışlamaz. Yine prensipte tüm kitapçıklar nadir bulunan parçalardır. En düşük fiyatlara satılanları bile antika kataloglarında pek bulunmaz. Olsa olsa başka sergi tezgahlarında ortaya çıkarlar. [Bir nevi sahaflar çarşısı gibi olan (ç.n.)] Fontanella Borghese Meydanı’nda bunlar, İtalya’nın diğer kentlerinde bulunan sıklıkla sefil haldeki kitapçıklardan çok daha çekicidirler. Tabii dini tarikatlar, elçilikler, yabancı enstitüler, özellikle arkeoloji ve sanat tarihi ve de tüm yolların Roma’ya çıkması sayesinde (…) Via della Scrofa sokağında bir sahafın arka odasını hatırlıyorum da bir gün ısrar edince, beni havasız ve loş bir geçitten geçirip Almanca yazıldıkları için satılmayacağını düşündüğü kitapları sakladığı bölüme götürdü. Orada 1908 tarihli “Sexual-Problem” dergisinden bir parça düştü elime. Yazar: Prof. Dr. Sigm. Freud (Wien). Başlık: Über infantile Sexualtheorien [Çocukluk Çağı Cinsel Teorileri hakkında] (küçük Hans vakasından birkaç ay önce öncesine ait bir deneme). Başlığın üzerinde dolma kalemle bir ithaf. “Sevgili Prof. Em. Loewy'e. Freud.” Em. Loewy, Emanuel Löwy idi, Freud'un eski dostu ve çağdaşı, Viyana ve Roma'da arkeoloji profesörü. Freud, sekseninci doğum gününde Löwy'den bir Dürer gravürü hediye aldı. Nasıl karşılık vereceğini bilemediğinden durumu oğlu Martin'e yazdı: “Elimde Gesammelte Schriften'den (Toplu Yazılar) başka bir şey yok, gerçi gözleri de çok zayıfladı, pek okuyamıyor…” Sanırım kitapçı bunun için benden para bile almadı, onu birkaç kuruşa yanındaki kitabın yanına koyup verdi: "Wilhelm Fliess, Der Ablauf des Lebens, 1906 tarihli ilk ve tek baskı. İki Alman eksik, diye düşünmüş olmalı. O karanlık arka odada, Freud hâlâ kendisini en sevdiği düşmanının yanında buluyordu.
Timbuktu'da bulunan el yazmaları kütüphanesi
Kitaplar kurtarıcı da olabilir. 1944'te Warburg Enstitüsü yaşamını sürdürememe riskiyle karşı karşıya kaldığında, Londra Üniversitesi, Enstitü’nün kataloğunu British Museum’unkiyle karşılaştırmak amacıyla bir inceleme başlattı ve Enstitü’nün kitaplarının yaklaşık yüzde otuzunun British Museum'da bulunmadığını tespit etti. Warburg’u Londra Üniversitesi’ne dahil etme ve böylece varlığını güvence altına alma kararının altındaki ana argümanlardan biri olmuştu bu. British Museum'da kaybolan kitapların çoğu, Warburg'un en başından beri düzenli olarak topladığı astroloji, okült bilimler ve diğer şüpheli kökenlerle ilgili kitapçıklardı.
Bir kitabın ilk baskısı, o eserin tali olmayan bir parçasıdır. Ve de onu anlamaya yardımcı olur. Her şeyden önce fiziksel, dokunsal, görsel bir yardımdır bu. Yeri başka bir şeyle doldurulamaz. İlk baskının bütünlüğünü bozmamak için sayfalarını kesmeye bile cesaret edemeyen kitapsever [bibliyofil], gerçek okurun tam tersidir. Fetişizm, sağlıklı olmak için, kullanım, temas gerektirir. Kraus’un yazdığı gibi: “Güneşin altında, bir kadın ayakkabısına can attığı halde bütün bir kadınla yetinmek zorunda kalan fetişist kadar mutsuz varlık yoktur.”
Açıkçası, ilk baskılardaki her şeyi okumak iyi olurdu. Daha nadir ve daha değerli oldukları için değil. Sebep, bunların, zamanın sayfalar üzerine vurduğu damga gibi, eserin ayrılmaz bir parçasını teşkil eden—yazara dayatılan, yazarın önerdiği ya da basitçe yazarın başına gelen— unsurların bir kombinasyonunun sonucu olmalarıdır, Bu da önemsiz bir mesele değildir. Kafka'nın ilk kitabı Betrachtung’u [12] okuyan hiç kimsenin onun ilk baskıda Kurt Wolff'a nasıl göründüğünü hayal edebileceğini sanmıyorum: Çok büyük format (24,5 × 16,5), geniş kenar boşluları, büyük karakterler, hiç alışmadık bir baskı. Üstelik devam etmekte olan —ve asla tamamlanmayacak— bir çalışmadan (Bir Savaşın Tasviri) dört fragman içeren, yeni bir yazar için kısa ve anormal bir kitap söz konusu. Kitabın tirajı 800, bunun yaklaşık 300’ü bir yıl sonunda satılmış. Kafka, Prag’da tanınmış bir kitapçı olan André'de on bir kopya satıldığını gözlemliyor. On tanesini kendisi satın aldığına göre iş on birinciyi kimin aldığını bulmaya kalıyor. Bugün Betrachtung’u Kafka'nın birçok öykü koleksiyonundan birinde okuyan birinin gözünden kaçacaktır bunların hepsi (…)
İyi komşular birbirlerini her zaman yakınlık sebebiyle bulmazlar. Bazen başka her yerden kovuldukları için buluşurlar. Normal raflara sığamayan ve yolları genellikle, bekleme odasındaki vatansız insanlar gibi erişimin daha zor olduğu alanlarda son bulan büyük boy kitaplardır bunlar. Her biri, her kitabın özlem duyduğu noktaya ulaşmasını sağlayan bir geçiş izni bekler: okunmak.
Çeviri: Murat Erşen
* Kaynak: Roberto Calasso. Come ordinare una biblioteca?, Adelphi Edizioni, 2020.
[1] “Warburg'un ergenlik yaşlarında toplamaya başladığı, 1909'da Hamburg'da Heilwigstrasse’deki yeni evine aktardığı kütüphane her şeyden önce kişisel bir kitaplıktı, kendine özgü benzersiz bir kataloglama sistemine göre kurulmuştu. 18. yüzyılın sonu ile 19. yüzyılın başında Almanya'da bir kütüphaneyi düzenlemenin en iyi yönteminin ne olduğu hakkındaki tartışma kızışmıştı. Çekişen taraflardan biri kitapların bir bilgi alanından diğerine okura kılavuzluk edecek şekilde konularına göre düzenlenmesini savunurken, diğerleri hacimlerine ve kütüphaneye kaydedilme tarihlerine dayalı bir düzen kurulmasından yanaydılar. (İkincisi, her nasılsa, belli başlı ortaçağ kütüphanelerinde başarıyla uygulanmış bir sistemdi.) Warburg her iki yöntemin de yeterli olmadığını düşünüyordu. Kendi koleksiyonunun akıcı ve canlı olmasını isterdi, ne konuya ne de zamandizine göre düzenleme sağlardı bunu. Kitap üretiminin arttığı bir çağda “çok daha bilimsel olan göz gezdirerek tanışıklığın” yerini hızla alan mekanik kataloglama fikrine Warburg'un gösterdiği tepki 1943’te Fritz Saxl’ın dikkatini çekmişti. Saxl’a göre, “Warburg tehlikenin farkına varmış” ve “iyi komşu kuralından” söz etmişti. Kişiye gereken çoğu kez bildiği kitap olmazdı. Başlığından pek anlamasa da yaşamsal bilgiyi içeren rafta o kitabın bitişiğinde duran bilinmedik komşusu olurdu. Burada “ağır basan fikir bütün -her birinin içeriğindeki daha kapsamlı ya da daha dar bilgi kırıntısını komşusuyla tamamlayan- kitapların hep birlikte başlıkları aracılığıyla öğrenciye insan zihninin ve onun tarihinin temel güçlerini algılamak üzere kılavuzluk etmesi gerektiğiydi. Warburg için kitaplar araştırma araçlarından daha fazlasıydı. Bir araya getirilmiş ve kümelenmiş olarak durağan ve değişken yönleriyle insanlığın düşüncesini dile getirirlerdi." Fritz Saxl, “The History of Warburg's Library (1886-1944),” Gombrich'in Aby Warburg kitabına ek. alıntı: Alberto Manguel, Geceleyin Kütüphane, çev. Dilek Şendil , YKY, 2008, s. 178-179.
[2] “Warburg okuma salonu oval olan (Die kulturwissenschaftliche Bibliothek Warburg, Warburg Kültür Bilimleri Kütüphanesi adını verdiği) kütüphanesini Yunan bellek tanrıçası, Musaların annesi Mnemosyne'e adamıştı. Warburg insanlık tarihinin süregelen, eski çağların deneyimlerine dil ve belirleyici özellik kazandırmak için durmadan değişen, soysal olmaktan çok bireysel olan, toplumsal belleğe yerleşmiş bir çaba olduğu görüşünü savunurdu.” Alberto Manguel, Geceleyin Kütüphane, age., s. 180.
[3] “Hamburg Üniversitesi felsefe kürsüsüne getirildiği zaman, o sıralar da çığır açacak olan Sembolik Formlar Felsefesi’nin birinci cildi üzerinde çalışan filozof Ernst Cassirer, Aby Warburg tarafından kurulan ünlü Warburg Kütüphanesi'ni ziyaret etmek istemişti. Warburg'un evrene bakışı doğrultusunda felsefe kitaplarıyla astroloji, büyü ve halkbilim kitapları yan yanaydı, sanat yayınlarıyla edebiyat ve din eserlerinin kapakları birbirine değerken, dil öğrenme kitapları teoloji, şiir ve sanat kitaplarının yanına konmuştu. Benzersiz bir düzende yerleştirilen koleksiyonu kütüphanenin müdür yardımcısı Fritz Saxl gezdirmişti Cassirer’e, kitaplar arasındaki gezi sona erdiğinde Cassirer ev sahibine dönerek, “Buraya bir daha gelmem. Bu labirente geri gelirsem, yolumu kaybederim,” demişti. Cassirer yıllar sonra neden paniğe kapıldığını şöyle anlattı: “[Warburg'un] kütüphanesi yalnızca bir kitap koleksiyonu değil, sorunlar katalogudur. Beni böyle derinden etkilemesinin nedeni kütüphanenin tematik alanlarından çok düzenlenme ilkesidir, bu ilke içerdiği konuların uzantısından çok daha fazla önem taşıyor. Burada sanat tarihi, din ve mitler tarihi, dilbilim ve kültür tarihi yalnızca yan yana yerleştirilmekle kalmamış birbirine ve hepsi birlikte kusursuz tek bir merkeze bağlanmış. "1929'da Warburg'un ölümünün ardından, Cassirer kütüphanenin okuma salonunda oval duvarları çepeçevre saracak şekilde yapılmış raflarını “bir büyücünün soluğuna” benzetmişti. Cassirer’e göre, Warburg'un düşüncesinin karmaşık yanlarına uygun olarak düzenlenmiş kitapları onun yaşam gücünün kalesiydi, tıpkı Prospero'nun kitapları gibi.” Alberto Manguel, Geceleyin Kütüphane, age., s. 173-174.
[4] Adını Amerikalı banker, Helenist ve hayırsever James Loeb (1867-1933) alan The Loeb Classical Library (LCL) ilk olarak Londra'da Heinemann tarafından, şimdiyse Harvard University Press tarafından yayınlanan, eski Yunan ve Latin edebiyatının önemli eserlerini geniş kitlelere yaymayı amaçlayan, metinlerin Yunanca veya Latince orijinalleri ile çevirilerini içeren bir koleksiyondur.
[5] Les Belles Lettres, başlangıçta (1919), antik yazarlar konusunda uzmanlaşmış, edebiyat ve beşeri bilimler alanında yayın yapan Fransız yayınevidir. Kataloğu şu anda insan bilgisinin ilerlemesine damgasını vuran çeşitli disiplinlerden, çift dilli binden fazla Yunanca, Latince, Çince ve Sanskritçe metin kapsamaktadır.
[6] Ya da ya da Patrologiae Cursus Completus, Series Graeca), bilhassa Hıristiyan Kilise Babaları ve çeşitli çağdaş yazarların eserlerinin toplandığı bir koleksiyondur. 1857 ila 1866 yılları arasında 161 cilt halinde J. P. Migne tarafından Paris'te yayınlanmıştır.
[7] 1903 yılında Hindistan'ın Delhi kentinde kurulmuş Hint akademik yayınevi.
[8] Kurt Wolff (1887 - 1963) Alman yayıncı, editör, yazar ve gazeteci. 1908'de Leipzig'de yayıncılık yapmaya başlayan Wolff, Franz Kafka ve Franz Werfel'i ilk tanıtan ve yayımlayan kişiydi. 1913'ten 1921'e kadar Leipzig'de (ve 1919’dan itibaren Münih'te) yayınlanan bir dizi broşürün başlığı.
[9] Adolf Franz Karl Viktor Maria Loos (1870 - 1933) Avusturyalı ve Çekoslovak bir mimar, teorisyen. Eserleri arasında “The Story of a Poor Rich Man” [“Zavallı Zengin Adam Hakkında”, Süsleme ve Cürüm içinde, çev. Erdem Ceylan, Arketon Yayınları, 2020, s 152-156] başlıklı ironik bir metin bulunur. Bu öyküde sonradan zengin olan ve evindeki her şeyin tasarımını tek bir mimara yaptıran bir adam vardır. Mimar, adamın gazetesini koyacağı gazetelikten yatak odasında giyeceği terliğe kadar her şeyi tasarlamıştır. Oysa yatak odasına giderken terlik değiştirmek adamın aklına bile gelmez, salonda giydikleri ile yatak odasına geçer. Mimarın, hayatının her anını tasarladığı evle uyumlu bir şekilde yaşamasını talep etmesi adamı mutsuz eder.
[10] Tarihsel ve Eleştirel Sözlük, Fransız Filozof Pierre Bayle (1647-1706) tarafından 1697'de yayınlanan ve Ansiklopedi'nin habercisi olan bir çalışmadır.
[11] İtalyan yazar Bazlen (1902-1955) yaşadığı sürece hiçbir şey yayınlamamış, yazdıkları ölümünden sonra derlenmiştir. Roberto Calasso'nun ölümünden bir gün sonra yayınlanan son monografisi, Bazlen'in yaşamını ele alır.
[12] Franz Kafka’nın 1904 -1912 yılları arasında kaleme aldığı on sekiz öyküden oluşan bu derleme. yazarın yayınlanmış ilk kitabıdır. 1912 yılının sonunda Kurt Wolff'un girişimleriyle Rowohlt Verlag yayınevi tarafından basılmıştır.
Comments