Ariel Dorfman
Netflix’teki uyarlamaya bakılınca Yüzyıllık Yalnızlık’ın ne kadar edebi olduğu; Kafka ve Borges’e, Faulkner ve Rabelais’ye, Decameron ve Arap Şövalyeleri’ne ne kadar borçlu olduğu; Cervantes’in en ciddi torunlarından biri olduğu pek anlaşılmıyor.
02/25 | Çeviri

Gabriel García Márquez’in başyapıtı Yüzyıllık Yalnızlık’ı filme dönüştürmeyi aklının ucundan bile geçirmediğini ilk kez -ama son değil- 1974 Nisanı’nın başlarında Piazza Navona’daki bir trattoria’da işitmiştim.
Dostlarının ona hitap ettiği şekliyle Gabo, Latin Amerika’daki insan hakları ihlallerini kınamak üzere toplanan İkinci Russell Mahkemesi’nin başkan yardımcılarından biri sıfatıyla Roma’daydı; dolayısıyla o akşamki sohbetin ana gündemi siyasi meselelerdi. Ne var ki ünlü Brezilyalı yönetmen Glauber Rocha, sohbetin sonlarına doğru aniden o malum soruyu fırlattı masaya. O gece masada Arjantinli yazar Julio Cortázar, Şilili efsanevi sanatçı Roberto Matta, sürgündeki İspanyol şair Rafael Alberti ve gecenin bir noktasında Franco ölür ölmez beyaz bir at üzerinde çırılçıplak Madrid’e gireceğine yemin eden beyaz saçlı eşi María Teresa León gibi yıldızlarla dolu bir topluluk vardı; herkes bir anda sessizliğe büründü.
Genelde çok yumuşak başlı bir insan olan Kolombiyalı romancının böylesine sert bir tepki vermesini hiçbirimiz beklemiyorduk. “Asla!” diye haykırdı Gabo. “Buendía’ların yedi kuşak hikâyesini; ülkemin ve bütün Latin Amerika’nın, aslında insanlığın bütün tarihini özetlemek mümkün değil. Böyle bir film için yalnızca ‘gringo’ların kaynakları var. Şimdiden bir iki teklif aldım: İki, üç saat uzunluğunda bir destan öneriyorlar. Üstelik İngilizce! Charlton Heston’ın sahte bir ormanda adı sanı bilinmeyen, mitik bir Kolombiyalı gibi davrandığını bir düşünün.” Sözlerine kesin bir ifadeyle son verdi: “Ni muerto!”
Bu ifade “cesedimi çiğnemeden asla” diye çevrilebilir; ama “Ben öldükten sonra bile asla!” diye çevrilmesi daha iyi olur.

Kaldığımız otele doğru yürürken meseleyi biraz daha kurcaladım. Yetkin bir senarist olarak bizzat prodüksiyon sürecinin başında duramaz; karakterlerin İspanyolca konuşmasını şart koşamaz mıydı?
Kafasını hayır manasında salladı. “Saçma olur,” dedi. “Kitabın en büyüleyici yanı, başka bir mecraya aktarılamayacak olması. İnsanlar bunun ne kadarrr… edebi olduğunu unutup duruyorlar.” Bir kez daha aynı sözcükler çıktı ağzından: “Ni muerto!”
Dostum Gabo ne yazık ki ardından telafi edilemez bir boşluk bırakarak ebediyete intikal etti; Yüzyıllık Yalnızlık da Netflix’te övgü dolu eleştirilerle yayınlanıyor. Gabo’nun baştaki endişelerinin bir kısmı zekice giderilmiş: Dizi Kolombiya’da tamamen İspanyolca çekilmiş; oyuncuların çoğu adı pek bilinmeyen, amatör oyunculardan oluşuyor ve metne epey sadık kalınmış. İzleyiciler, zaman ve tarihteki kesişme noktalarını ustalıkla ortaya koyan karmaşık bir soyağacı üstünden yönlendiriliyor. Çılgınca bir sinematografi, muhteşem bir oyuncu kadrosu, metne saygılı bir senaryo ve müthiş mekânlar… Hepsi de sanki Gabo’nun vahşi ve hassas hayal gücünden çıkmış gibi görünen unutulmaz ve enfes sahneler yaratıyor.

Yine de romanı okuyan herkes gibi, -Şili’nin önde gelen haber dergilerinden Ercilla’da edebiyat eleştirmeni olarak çalıştığım için 1967’de ilk okurlarından biri olma şansı yakaladığım ve büyülendiğim bu metni daha sonra altı yedi kez daha okudum- bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyorum.
Gabo’nun romanı sadece kapsamlı bir olay örgüsü ve büyüleyici olaylardan ibaret olsaydı, Netflix’in uyarlaması cömert bir tavırla zafer diye nitelenebilirdi. Ne var ki, Yüzyıllık Yalnızlık her şeyden önce dilsel bir meziyetin ürünüdür. Bütün gerçek devrimci sanat eserleri gibi, akıllara kazanan o ilk cümlesinden itibaren kurduğu dünyayı aktarmada kendine has bir strateji geliştirir ve dünya edebiyatının gidişatını değiştirir.
İşte uyarlamayla elimizden kayıp giden de bu eşsiz bakış açısı. Bunun için romandaki en ilgi çekici, simgesel hadiselerden birine odaklanmak yeterli. Buendía ailesi ve arkadaşları tarafından ölümün hüküm sürmediği bir cennet olarak kurulan ücra Macondo köyüne, daha sonra kasabanın ve sakinlerinin kıyameti andıran kaderini öngören Uykusuzluk Hastalığı gelir. Bu hastalık, kurbanlarını sürekli uyanık tutarak, anılarından ve bireyselliklerinden mahrum bırakır. Salgının belirtileri dair pek çok açıklama arasında şu da vardır: “Bu sanrılı uyanıklık içinde yalnızca kendi düşlerindeki kişileri görmekle kalmadılar, ötekilerinin düşlerine girenleri de gördüler.” Bu müthiş sahne, Netflix uyarlamasında yer almıyor. (Gerçekten de böyle bir sahne, anlatı akışını kesintiye uğratmadan nasıl kısa ve öz şekilde çekilebilir?)

Bunun yerine, geceyi hayalet gibi aydınlatan bir meşale ormanın eşliğinde kargaşa ve şiddetle doruğa ulaşan hadiseleri izliyoruz. Salgının başlangıcından evlatlık Rebecca’nın hastalığa yakalandığına dair belirtiler göstermesine kadar gözlerimizin önüne serilen her şey ürkütücü ve gizemli sadece. Oysa romanda usulca anlatılan bir andır bu: “(…) karanlıkta gözleri kedi gözü parlayarak salıncaklı sandalyede oturduğunu gördü.” Yapımcılar bu sahnede kedi gözlerini korkunç bir süt mavisine dönüştürmüşler; ne var ki bu, tipik bir korku filmindeki şeytan tarafından ele geçirilme imgesinden başka bir şey değil.
Önemsiz bir mesele olarak görülebilecek bu konuyu, gizemli ve çoğu zaman -bana göre hatalı bir şekilde- “büyülü” olarak adlandırılan bir metnin nasıl uyarlandığına dair bir gösterge olmasaydı gündeme getirmezdim. Romanın estetik başarılarından biri, sıradan ve olağanüstü olanın sürekli ve pürüzsüz bir biçimde yan yana getirilmesi, uykusuzluk salgınının bir ağacın dikilmesi ya da bir çocuğun parmağını emmesi kadar gerçekçi bir şekilde anlatılması olduğundan, bunun ikincil öneme sahip bir mesele olduğunu düşünmüyorum. Hayaletler onları ziyaret ettiğinde, Aureliano gelecekten haber verdiğinde, can çekişen bir kız kasaba sakinlerinden ölmüş akrabalarına mektuplar ilettiğinde Buendíalar hiç şaşırmaz. Macondo’da yaşayanlar açısından tuhaf ve inanılmaz olan, maddi dünyayı dönüştüren bilimsel icatlardır: buz, fotoğraf, pusulalar; yani o zamana kadar sürekli çocuksu bir masumiyet içinde yaşayan bir dünyaya modernliğin müdahaleleridir.

Gabo, bu bakış açısını aktarabildi; çünkü bizi içine konumlandırdığı topluluğun bakış açısını benimsemişti. Hikâyeyi onların inanç sisteminin içinden; tam da onlar için ve kendi vücutları kadar gerçek bir biçimde anlattı. Netflix uyarlamasında yapıldığı üzere, uğursuz bir müzik çalarak ve paranormal olayların çoğunu kasvetli, karanlık bir atmosfere bağlayarak doğal olmayan bir şeyler döndüğünün sinyalini vermek, romanın inanılmaz şekilde başardığı şeyin tam tersi bir etki yaratıyor. Bu uyarlama bizi, kitabın yaptığı gibi “gerçeklik tam olarak nedir?” sorusunu sormaya zorlamak yerine, tanıdık mecazlarla rahatlatarak eksantrik ve tekinsiz olanın seyircisi haline getiriyor.
Benzer bir durum cinsellik için de geçerli. Gabriel García Márquez, neşeli münasebetin hararetli bir savunucusuydu. Bunu yalnızlıktan bir çıkış yolu ve nihayetinde, her birimizin ne denli yalnız olduğunu idrak etmenin bir vesilesi olarak görüyordu; zira bedenlerin o geçici birleşme mucizesi dahi, herkesin kendi başına yüzleşeceği ölümü bertaraf etmeye muktedir değildir. Hiçbir şey Gabo’nun cinselliğe yönelik bu gizemli ve içe dönük yaklaşımına, karakterlerin yok oluşa meydan okuma arayışlarına eşlik etmekten daha ziyade reytingleri artırmaya yönelik, standart inlemeler, kabaran bedenler ve yorucu orgazmlar içeren şehvetli sevişme sahnelerinden daha uzak olamaz.

Dahası Netflix’teki uyarlamaya bakılınca Yüzyıllık Yalnızlık’ın ne kadar edebi olduğu; Kafka ve Borges’e, Faulkner ve Rabelais’ye, Decameron ve Arap Şövalyeleri’ne ne kadar borçlu olduğu; Cervantes’in en ciddi torunlarından biri olduğu pek anlaşılmıyor. Aynı şekilde bu uyarlamayı izleyenlerin, Buendía ailesinin ve alegorik olarak temsil ettikleri sömürgeleştirilmiş kıtanın başına bela olan ensest, cinayet, iç savaşlar, katliamlar ve emperyalizme rağmen, özgün metnin amansızcasına komik olduğunu kavrama şansı yok. Gabo’nun karakterleri inatla kendi saplantılarına ve budalalıklarına gömülmüş; birbirlerinin ve tarihin darağacında çoğu zaman gülünç şekilde sendeleyen tiplerdir. Eli yüzü düzgün bu uyarlamayı izlerken anlayamayacağınız bir unsur bu. Belki de, hepsinden önemlisi, izlediğimiz şeyin yıkıcı niteliğine, hikâye anlatıcılığının kendisine, güç merkezlerinden uzakta doğmanın gerçekte ne manaya geldiğine dair hiçbir duygu yok bu uyarlamada.
Kısa süre önce New York Review of Books’ta García Márquez’in oğulları ve mirasçılarının, ölümünden sonra yayımlanan romanı Until August’u -alenen böyle bir şeye karşı olmasına rağmen- yayımlama kararını savundum. Bu sefer o kadar hoşgörülü değilim. Babaları bu uyarlamada beğenecek çok şey bulur muydu? Kuşkusuz evet. İzlediğimiz şey bir rezalet değil. Belki kusurlu Buendía’lara böyle bir saygınlık kazandırıldığı için memnun bile olurdu. Ayrıca bu uyarlama, milyonlarca insanın dikkatini belki de insanlığımızın sorunlu ama asli bölgelerinden kopup gelen bu olağanüstü armağana çekecektir. Bu kitabın ufuk açıcı vizyonunun daima parıldamaya devam edeceğine ve şu anda dünyanın dört bir yanındaki televizyon ekranlarında dönüp duran göz kamaştırıcı ama sınırlı versiyona sonsuza dek hapsolmayacağı gerçeğine inanmaktan başka çarem yok.
Çeviren: Utku Özmakas
Comments