top of page

''Eleştirel Teori'', Kırk Yıl Sonra

Raymond Geuss


Müdür, hapishanenin müdürüdür; papaz hapishanenin papazıdır ve daha önemlisi, hapishane de hapishaneden başka bir şey değildir. Dikkatleri hapishanenin gerçekliğinden gardiyanın ahlakına, ideallerine ve kanaatlerine, mahkûmlara verilen tayınların niteliğine ya da hapishanedeki rahibin vaazlarının ne kadar eğitici olduğuna kaydırmak, ideolojik bir göz boyamadan ibarettir.


07/23 | Çeviri

 


Raymond Geuss’un Eleştirel Teori: Habermas ve Frankfurt Okulu (çev. Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, 2002) adlı kitabı 1981 yılında yayımlandı. 2014’te Çinceye çevrildi ve yazar bu edisyon için kaleme aldığı ve aynı yıl The Point dergisinde de yayınladığı değerlendirme yazısını, 2016’da yayımlanan Reality and Its Dreams (Harvard University Press, 2016) kitabına aldı. Aşağıda, ilgili yazının bu edisyondan yapılan çevirisini okuyacaksınız. -U.Ö.


***


Hegel, on dokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru her filozofun kendi çağının çocuğu olduğunu ve hiçbir filozofun kendi gölgesinin üstünden sıçrayamayacağını söylemişti: Dolayısıyla her felsefe, “bir kavram içerisinde kavranan kendi çağı”ydı. Adorno ise yirminci yüzyılda her felsefi görüşün merkezinde yer alan, indirgenemez “çağın çekirdeği”nden ve hakikatin “zamansal ibresi”nden dem vurduğunda esasen bu fikri yeniden gündeme taşıyordu. Bu deve dişi gibi öğretilerin meramı ne olursa olsun, belli bir zaman dilimi içindeki bütün görüşlerin aynı ölçüde doğru olduğunu söylemeye çalışmadıkları aşikâr.


Bu küçük kitabı yazmaya 1973 yılında Almanya’nın Heidelberg kentinde başladım ve nihayetinde 1980’de Chicago Üniversitesi’ndeyken tamamladım; 1981’in sonlarına doğru da kitap Cambridge Üniversitesi Yayınları etiketiyle okurla buluştu. Metne bugünden -yani 2013’ten ve Avrupa’nın kuzeybatı kıyısındaki bu küçük adadaki evimden- bakınca, en başta tasarlamaya ve sayfalara dökmeye başladığım tarihsel bağlamın konuyla ilişkili bazı yanlarını bugün çok daha sarih bir biçimde görebildiğimi sanıyorum. Bir anlığına kitaba musallat olan başlıca manevi şahsiyet olan -ve asıl metinde adı hiç geçmediği için yapmaya çalıştığım şeyi anlamak açısından önemi daha da artan- Hegel’e dönecek olursak, okur onun da felsefenin esasen geriye dönük olduğunu; nihayetinde felsefi bir forma kavuştuğunda aslında çoktan sona ermiş tarihsel bir ânın ya da hareketin refleksiyonu olduğunu savunduğunu anımsayacaktır. Bu öğreti politik, toplumsal ve ekonomik dünyada “fiilen” olup bitenler ile bunların felsefedeki (din, sanat, hukuk vb.) yansımaları arasında bir fark olduğuna işaret eder.



O dönemde “fiilen” olup bitenlerle başlayalım: İkinci Dünya Savaşı’nın nihayete ermesiyle birlikte Batı’da eşi benzeri görülmemiş bir ekonomik büyümenin, politik ve toplumsal ilerleme döneminin -üretkenliğin durgunlaşmaya başladığı- 1970’lerin manzarasına şekil verdiğini artık görebiliyoruz. [1] Ne var ki, 1970’lerin başlarında ekonomik büyümenin, refah seviyesinin yükselmesinin ve toplumsal ile politik yapıların daha fazla esneklik, realizm ve insanlık güzergâhında gelişmeye devam edeceği Batı toplumlarında iyiden iyiye yerleşikleşmeye başlayan bir kanaatti. Bu varsayımın makul addedildiği dönemse tam da kitap üzerinde çalışmaya başladığım sıralarda son nefesini vermek üzereydi; ancak o esnada -tıpkı herkes gibi- ben de henüz bunun farkında değildim. Batı dünyasında önde gelen herhangi bir ismin de bu durumla cesurca yüzleşmesi ve halka nispeten kolay reel büyüme olanaklarının sona erdiğini ve sürekli artan refah döneminin sonsuza dek nihayete erdiğini anlatmaya kalkışması siyasi bir intihar olurdu; üstelik bu, mevcut sosyo-ekonomik ve politik düzenin temellerine ilişkin epey can sıkıcı soruların da gündeme gelmesine yol açardı. 1980’ler ile 1990’larda bizi, finansal balonlar yaratan ve halkın önemli bir azınlığı için artan büyüme yanılsamasının bir süreliğine devam etmesini sağlayan bir dizi finansal hilenin birbirinin peşi sıra sahneye çıkarılması bekliyordu; sosyo-ekonomik sistemimiz ve kültürümüzde bireylerle kurumların sadece giderek daha büyük miktarlarda borçlanmasını mümkün kılmakla kalmayıp aynı zamanda bunu bilfiil teşvik de eden büyük bir dönüşüm eşlik etti bu duruma. Bu da kaynaklar ve ekonomik güçle halk arasında devasa bir mesafe konmasını; zenginliğin, sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen süper zengin kişiler ile ailelerin elinde daha da yoğunlaşmasını ve toplumsal eşitsizliğin katmerlenmesini beraberinde getirmişti. Söylemeye bile gerek yok ama mevcut koşullarda borcun ad libitum [serbestçe, doğaçlama] artışının uzun ömürlü olma ihtimali yoktu ve zaten sistem 2007-2008’de çökmeye başladı. Felaketin önüne ancak Batı ekonomilerine yapılan bir dizi tuhaf, hatta sapkınca denebilecek türden politik müdahaleyle geçilebildi ve bu müdahaleler -yerli yerinde bir adla- “zenginler için sosyalizm” diye tanımlandı: Temerrüde düşen bankalar ve iflas eden endüstri kolları devasa kamu sübvansiyonlarıyla desteklendi; devlet bir yandan şirketlerin borçlarını üstlenirken, her türden kârın özel yatırımcıların cebine girmesinin önüne de hiçbir şekilde set çekilmedi. Aslına bakılırsa bu durum, “kapitalizm” savunucularının yeğledikleri düzenlemeleri tanımlama biçimleriyle hiçbir surette bir benzerlik taşımıyordu.


Raymond Geuss


1970’lerin sonunda tam olarak karşı-devrim diye adlandırmanın pek de doğru olmayacağı (zira hemen öncesindeki dönem, belli bir göreli ilerleme yaşanmasına rağmen bir devrim değildi) bir karşı-hareket varlığını sürdürüyordu. 1930’lardaki Büyük Buhran esnasında uygulamaya konulan ve Batı’yı kırk yıldan uzunca bir süredir ayakta tutan ekonomik düzenlemeler, 1980’lerde adım adım gevşetildi ya da yürürlükten kaldırıldı; azar azar gelişen toplumsal refah sistemleri abluka altına alınıp paramparça edildi; kamu hizmetleri törpülendi ya da “özelleştirildi”; altyapı çökmeye başladı ve yoksulluk ile evsizlik gibi, eşitsizlikte de artış gözlendi.


1970 ila 1981 yılları arasında meydana gelen muazzam toplumsal ve ekonomik değişimler, akademik yansımasını temkinli sosyal teorinin ve siyaset felsefesinin, özellikle de “sol” düşüncenin giderek marjinalleşmesinde buldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, “siyaset felsefesi” tarihi üzerinde uzlaşılan genel kanaat, John Bordley Rawls’un 1971’de Bir Adalet Teorisi’ni yayımlayıp bu geleneği yeniden canlandırmasına kadar, “mevta” olduğu yönündeydi. Bana kalırsa epey yanlış bir yaklaşım bu. Bir Adalet Teorisi’nin yayımlanmasını, siyaset felsefesinin yanaklarına yeniden kan gitmesi olarak yorumlamaktansa, sinirlerinin hasar görmesine bir katkı ve kurumlar, politika ve tarihin gerçek dünyasından salt normatif teori dünyasının hiçlik diyarına doğru bir sapma olarak yorumlamak bana çok daha faydalı görünüyor. Ne de olsa 1940’la ‘60’lar arası siyaset felsefesi açısından oldukça bereketliydi. Bu dönemde Frankfurt Okulu’nun (Marcuse’nin Tek Boyutlu İnsan’ı da dahil olmak üzere) en önemli eserlerinin yayımlanışına; Gramsci’nin yeniden keşfedilmesine; Sartre, Camus, de Beauvoir, Fanon ve Merleau-Ponty’nin çeşitli deneme ve kitaplarının yayımlanmasına; Guy Debord’un Gösteri Toplumu’nu kaleme almasına ve Foucault’nun erken dönem eserlerine tanık olunmuştu. Bunların hepsi de üç aşağı beş yukarı “sol”dan düşünen eserlerdi. Hepsi de gerçek tarihi, Batı toplumlarının fiili durumunu ve reel politikayı hesaba katan siyaset felsefesi eserleriydi. İngilizce konuşan dünya, bu metinleri yeterince dikkate almadıysa bunun sebebi siyaset felsefesi sahasında ciddi çalışmaların olmaması değil, başka bir şeydi. Zira benzer şekilde (birkaç isim anmak gerekirse) Popper, Hayek, Leo Strauss ve Oakeshott’ın “sağ”da epey aktif olduğu bir dönemdi bu. Rawls’un Bir Adalet Teorisi, şu anda toptan “‘60’lar” çatısı altında anılan yoğun siyasi faaliyetlerin muhtelif ve farklı biçimleriyle (1971’de) hemhal olanlara o kadar da önemli görünmüyordu. 1971 yılının bahar aylarında doktora tezimi tamamlayıp savunmuştum ve sadece New York’taki Columbia Üniversitesi’nde tanınmış bir isim ve profesör değil, aynı zamanda solcu olan tez danışmanımın bana Rawls’un yeni bir kitabının çıktığından söz ettiğini; ancak ona kalırsa kimsenin bu kitabı okumasına gerek olmadığını, zira bu kitabın akademik bir ilgiden, Amerikan ideolojisine faydacılıktan daha sağlam bir temel sunmak için Kant’ın bazı yarım yamalak anlaşılmış fragmanlarını seferber etmeye çalışan bir egzersizden ibaret olduğunu söylediğini anımsıyorum. Çoğu kişi bunun yanlış bir değerlendirme olduğunu düşünebilir; ancak ben tam aksine bunun epey öngörülü bir yorum olduğunu düşünüyorum.



Yine de 1970’lerde esen havayı okurlara aksettirebilmek için bazen bu kitaptan alıntı yapmaktan geri durmuyorum. Aslına bakılırsa nihayetinde Rawls 1980’lerde, yani Thatcher ve Reagan döneminde, -hızla basmakalıplaşan ve özgün siyasi düşünceye hasredilebilecek alanın büyük kısmını baltalayan- çok iyi işleyen bir akademik endüstri kurdu. Rawls büyük karşı-hareketin öncülerinden biriydi ve “damlama” teorisi* olarak bilinen bir teorinin felsefi bir versiyonunun ana hatlarını çizmişti. Bu teori -kabaca söylersek- en nihayetinde şöyle işler: “Değer”in çok büyük bir kısmı, bilhassa yetenekli bireylerce üretilir ve bu değerin yaratılması da bütün topluma fayda sağlar. Şu anda zengin olanlar, aslında geçmişte “değer” yaratılmasına katkıda bulunduklarından refah içerisinde yaşayan insanlardır. Ne var ki bu zenginlerin topluma fayda sağlamaya devam etmeleri için motive edilmeleri, yaratmaya teşvik edilmeleri gerekir. Tam bir eşitlikçilikse burada gereken teşvik yapısını yok edecek ve bu yüzden de refah muslukları kuruyacaktır. Dolayısıyla eşitsizlik aslında yoksulların faydasına olabilir; zira zenginler ancak başkalarından görece daha iyi durumdalarsa, işte o zaman belli bir kısmı durumu o kadar da iyi olmayanlara “damlayacak” veya yeniden bölüştürülecek bir değer yaratırlar. Rawls, toplumlarındaki büyük eşitsizliğin farkında olan insanların -zengin ve ensesi kalınların sofralarından saçılan kırıntıların bazı yüzeysel yeniden bölüşüm biçimlerinin arkasında durmaları koşuluyla- kendilerini iyi hissetmelerine müsaade eder. Rawls’un sistemi akıl yürütmesi bakımından oldukça teferruatlıdır; ancak analitik felsefenin haşmetli yanlarından biri olarak görülen akıl yürütmenin belirli ayrıntılarına yoğun bir odaklanma, belki de kişinin ağaçlara bakarken ormanı gözden kaçırmasına sebep olabilir. Pek çok insan, Rawls ve diyelim ki Ayn Rand’ın görüşleri arasında bariz bir uçurum olduğunu düşünür; ancak temel görüşlerindeki köklü benzerliklere ve toplumsal konumlarındaki yakınlığa bakılınca bu uçurum o kadar da önemli görünmemeye başlar. Bir hapishanenin müdürü müşfik bir gülümseme takınabilir (Rawls) ya da kaşlarını çatabilir (Rand); ancak bu sadece mizacın, ruh halinin, alınan tedbirlerin ve anlık durumun gerekliliklerinin bir sonucudur ve görece önemsiz bir etkiye sahiptir. Aynı şekilde hapishanede mahkûmları sözleriyle teskin eden bir rahip (Rawls) ya da ateş püsküren bir vaiz (Rand) olabilir; bir sosyal hizmet uzmanı görevlendirilmiş olabilir de, olmayabilir de. Nihayetinde gerçek şudur: Müdür, hapishanenin müdürüdür; papaz hapishanenin papazıdır ve daha önemlisi, hapishane de hapishaneden başka bir şey değildir. Dikkatleri hapishanenin gerçekliğinden gardiyanın ahlakına, ideallerine ve kanaatlerine, mahkûmlara verilen tayınların niteliğine ya da hapishanedeki rahibin vaazlarının ne kadar eğitici olduğuna kaydırmak, ideolojik bir göz boyamadan ibarettir.


John Rawls


Hegel’in her filozofun kendi çağının çocuğu olduğu görüşüne karşı, on dokuzuncu yüzyıldaki başka kimi Alman düşünürlerin fikirlerine de kulak verilebilir. Mesela Nietzsche, felsefenin “bir kavram içerisinde kavranan kendi çağı” olmadığını; aksine, doğası gereği “unzeitgemäß” (“çağa aykırı”) olduğunu savunmuştur. Asıl ideal olan, çağın gerisinde değil, ilerisinde olmak, yani (tıpkı Feuerbach’ın yapmaya çalıştığı gibi) ortaya geleceğin felsefesi olmaya namzet bir felsefe koymaktır. Çoğu filozofun, bilhassa da siyaset felsefesiyle iştigal edenlerin en büyük ümidi, tam da böylesi bir şeyi başarmaktır. Şayet yanılmıyorsam Rawls bu bakımdan turnayı gözünden vurdu. 1971’de ortaya koyduğu tasarı, ancak Reagan, Thatcher ve neoliberal müttefiklerinin, sabır dolu bir mücadelenin birkaç nesil boyunca kapitalizmin en korkunç aşırılıklarını en azından asgari düzeyde tutmak maksadıyla kurduğu mevcut hukuki, kültürel, toplumsal, politik ve ekonomik çerçevenin büyük bir kısmını tarumar etmesinden kısa süre sonra meyvesini verdi. Yaratmayı arzuladıkları tabula rasa, daha sonradan peyda olan neoliberal düşüncenin büsbütün “düz” [2] dünyasının bir ön hazırlığıydı ve Rawlsçu bir “cehalet örtüsü” altındaki faillere bilişsel faaliyetlerini uygun şekilde kullanabilecekleri bir saha sunuyordu.


Yukarıda söz ettiğim nedenlerden ötürü, Eleştirel Teori 1981’de yayımlandığında “unzeitgemäß” idi ve felsefi ile siyasi çekiciliğini ciddi ciddi kaybetmek üzere olan görüşleri savunuyordu. Neoliberal düzenin günümüzdeki gözle görülür çöküşüyle birlikte, belki de ilk yayımlandığında kendisinden esirgenen bir şansa sahip artık. Tabii benim boyumu aşar bu.



Çeviri: Utku Özmakas


 

* Zenginlere sağlanacak bazı imtiyaz ve tavizlerin değer üretilmesine yol açacağını, nihayetinde de bu değerin aşağı katmanlardakilere “damlayarak” ekonomiyi canlandıracağını ileri süren kalkınma/gelişme teorisi. (ç.n.)


[1] Bkz. Robert Brenner, The Boom and the Bubble (Londra: Verso, 2001).

[2] Thomas Friedman, The World Is Flat (New York: Farrar, Straus and Giroux, 2005).

Üst
bottom of page