top of page

Gölgeler Arasında


Hannah Arendt’in “tarihsel hakikat” konusunda söylediğini buraya da uyarlayabiliriz: Yazarlar söz konusuysa “mitolojinin o eğlenceli oyun sahasını terk etmemiz” yerinde olur. Sanırım bunu idrak edememek, kişisel olarak sınır çizgisinin bulanıklığını kabullenemeyenlerin kabahati. Ne de olsa neoliberal rasyonalitenin en önemli ezberlerinden biridir bu: Olup bitenler bireyden başkasının kabahati olamaz; dolayısıyla yapısal sorunları çözmekle de birey mükelleftir.


11/23 | Makale

 


Gilles Deleuze Müzakareler’de “Yazarların narsisizmi katlanılmazdır, çünkü bir gölgenin narsisizmi olmaz” demişti. [1] Oysaki ezberimiz ekseriyetle tersini söyler: Yaratıcılık bir nebze veyahut zerre olsun narsisizmi gerektirir (ve hatta meşrulaştırır?). Nihayetinde ezberler bozulmaktan ziyade hıfzetmek için varlar. Elbette tekmilinin bünyesinde barınmakta güçlük çekmeyen ve genelleyici her formülde kendi aleyhine işleyen bir değilleme uğrağı (ki Hegelci olsaydık buna “negatifin emeği” diyebilirdik) saklıdır ve bunların vuku bulduğu, düğüm olduğu sahnelere bakmak çok daha çekicidir göz için. Ancak hakkını verelim, bütün aşındırma girişimlerine direnip kalıbını korumak (ezberin de haysiyeti var galiba!) az buz iş olmasa gerek. Ezcümle: Ezberin de hakkını verelim.


Bu cümle iki şekilde de okunabilir; beis yok: Sezar makamında, “ezberin hakkı ezbere” veyahut pedagojik bir makamda, “ezberin hakkını vereceksek bari nasıl işlediğini iyice belleyelim” diyerek. Madem ezberden bahis açtık, buradan devam edelim. Yazarlar ve edebiyat dünyası konusundaki ezberler de bazen işe yarıyor. Bu ezberlere bakmak, dedikleri kadar demediklerini de kurcalamak; bazen ezberin eleştirisinin neyi örtbas ettiğine ya da değişerek tam da ezberin kendisini nasıl koruduğuna göz atmak epey faydalı olabilir.


Gündüz Vassaf yıllar önce, yani o incitici Memet Fuat / Mehmet Nâzım polemiklerinden çok önce bu ezberi kendi cephesinden tartışmaya açmıştı. [2] Vassaf yazısında bir yandan “meşhurluk tuzağını benimsemiş” (dikkat, düşmüş değil!) yazarlardan söz ederken, öte yandan da yayınevi yönetimlerinin işletme mezunlarının eline geçmesini eleştiriyordu. Nihayetinde öznenin ölümünü överken kolektif yazarların kotardığı yapıtları eleştirmesi (Gılgamış’ın böyle yazılmadığını nereden biliyoruz?) epey iyi niyetli ama isabetsiz bir temenniyi de bünyesinde barındırıyordu: “Ben, ben, ben devrimiz kapanmanın eşiğinde. Tarihte adı geçen, şahlanan atlar üstünde heykellerini yaptığımız kahramanlarımız bitti. (…) Meşhurlar devri kapanmak üzere.” Aradan geçen yıllar (her ne kadar Vassaf bir iki kuşak beklememiz gerektiğini söylese de) durumun pek de öyle olmadığını gösterdi sanki. Zira Vassaf “Bir gün herkes on beş dakikalığına sıradan olacak” çağında edebiyatın başındaki en büyük belanın -tam da onlar sayesinde bireyi yüceltmeye son vereceğimizi düşündüğü- yeni teknolojiler olabileceğini hesap etmemişti ya da “ben” denen şeyin ne kadar dirençli olabildiğini.


Gündüz Vassaf


Oysa meşhur yazar, Vassaf’ın umduğu gibi, makul olanın ufkunda yitip gitmedi. Tam aksine gölgeler dahi pazarlanabilir hale getirilerek “meşhur yazar” olabilme uğruna her türlü olanak seferber edildi. Tüketim ile gösteri toplumu tüm canlılığı, cazibesi ve renkleriyle; birbirine karışarak, birbirini kışkırtarak varlığını sürdürüyor. Kısacası meşhur yazar kaybolmuyor, deri değiştiriyor. Bu değişimde en etkili rollerden birini de kuşkusuz sosyal medya üstleniyor.


“Herkes Herkesle Dostmuş Gibi”


En az bir kere Derrida okuduysak, tıpkı başka pek çok şey gibi, sosyal medyanın da kategorik olarak kötü olduğunu söyleyemeyiz (en iyi ihtimalle kullanım tarzları arasındaki farklara işaret edebilir ve yarı geçirgen bile olsa sınırlar çizebiliriz sanırım). Neredeyse sınırsızca haberdar olma imkânı sunan bu alana karşı üç maymunu oynamak mümkün değil. Tabii öte yandan şu eleştirilerin kendisi de bir ezbere dönüşmüş durumda; devasa bir tırnak içinde alıntılayalım: Sanki ortada Instagram’da ya da Twitter’da “çok takipçili” hesaplara bakarak kitap seçen sözümona “editörler”; Nurdan Gürbilek’in sözünü ettiği -kısa süreliğine medyatik olan isimleri ışıkları sonsuza değin yitmeden önce son kez sahneye çıkaran- Bursa’daki o gazino gibi geçici ünlülüğün etinden sütünden faydalanmaya çalışan “yayınevleri”; herkesin birbirini aşırı sevdiği, eleştirinin kitap tanıtımına indirgendiği bir “edebiyat ortamı” yokmuş gibi davranmak giderek davranış normu haline geliyor. Sosyal medyaya bakınca ortalık “üstat”lardan, “hocam”lardan, “Twitter eleştirmenleri”nden; birbirinin yeni kitabı çıkınca altına koşarak “çiçekler”, “yoncalar” bırakanlardan; kaynak ve hedef dil arasındaki yapısal farklılıklar üzerine zerre düşünmeden bir cümleden yola çıkarak bütün bir metni mahkûm etme hakkını kendinde gören “çeviri uzmanlarından”; birbirinin kitabını ya da çevirisini övüp duran “çetelerden” geçilmiyor.


Tüm bunlarda haklılık payı var, eh biraz da sorun: Bahsi geçenlerin hiçbiri (bilhassa da şu görülmeme ve “çete” suçlaması) yeni değil. Sadece artık her şey daha hızlı ve aleni; o kadar. Dolayısıyla burada pek çok ihtimal söz konusu: Bunca yıldır şikâyet ede ede ya da eleştire eleştire bir arpa boyu yol alamadık, kimse durumdan bir öz-eleştiri öğesi çıkarmıyor, eleştirmekle değişmiyor veyahut yeni teknolojiler ve imkânlar sorunun formatını değiştirdiği için yinelemekte bir beis yok, vs.



Kısacası bu eleştiri, yakınma ve buruklukların tümden yersiz olduğunu söyleyemeyiz; ancak acele cevaplar vermeye çalışmak ve “biz iyiyiz, sorun elâlemde” bayağılığına düşmek yerine sorunun direngenliği üzerine düşünmek daha iyi olmaz mı? Belki ezber kadar mesele de yeni değil, belki olup biten kadim bir meselenin internet formuna kavuşmasından ibarettir? Bu bakımdan “Görünür değilseniz yok hükmündesiniz” dünyasında yazarların / akademisyenlerin “meşhurluk” değilse de, görünme çabasının tümden manasız olduğunu söylemek mümkün değil; zira kavramın en pespaye kullanımıyla bile tanınma talep etmekte sıra dışı bir şey yok. Yine de sırf iki rengi değil, sarıdan kırmızıya doğru farklı renkleri içeren bir eleştiri kartları yelpazesinin heybemizde bulunmasında da aynı ölçüde bir sakınca yoktur umarım.


Sektör Bülteninde Tatsız Haberler


Edebi mahfillerin sosyal medyada “RT”, “FAV”, “beğeni” arkadaşlığına dönüştüğü; görünmenin kendi başına bir değere dönüştüğü herkesçe biliniyor; hatta bilinmenin ötesinde mebzul miktarda eleştiriliyor da. [3] Mesela geçtiğimiz günlerde Aytuğ Akdoğan değişen ve gelişen teknoloji bağlamında bu meselenin bir eleştirisini yapmıştı; fakat damakta (kişisel olarak en azından benim damağımda) tuhaf bir tat bırakan bir eleştiriydi bu. Flu TV gibi kimi görünürlük meftunlarının uğrak mekânında edebiyat üzerine klişeleri orijinal tespitlermiş gibi anlattığı bir “edebiyat” programı yapan Akdoğan, “Edebiyat dünyası için kurduğum bu cümleler her sektör için geçerli. Birinin nasıl iş yaptığı önemsiz artık, kimleri tanıdığı ve kaç takipçisi olduğu önemli. Görünürlük, emek ve yeteneğin üstünde. Aşçı, oyuncu, çizer, psikolog, hepimiz aynı fanustayız. Muhtemelen boğulacağız” [4] demişti. Üstelik bunu Twitter’da, tam da programdan kesit içeren bir videoyla yapmakta da beis görmemişti. Hakkını yemeyelim: Videoyu izleyince Aytuğ tam da kendi üzerinden durumu eleştiriyor.


Mu acaba? Zira biraz dikkatli dinleyince videoda eleştirdiği, daha ziyade kendisini zamanında fark edemeyen ama bugün kapısında yatan anlayış yoksunu, edebiyat bilgisi kıt ama sektörel fırsatı ıskalamak istemeyen yayıncılar, gibi (Kim bunlar? Bilmiyoruz). Geri döneyim: Peki ya, bunu derken? Kendi emek ve yeteneğine dair bir içe bakış içermeyen, videosundaki dublaj Türkçesini [5] “sahicilik” (“harbilik” desek Bukowskigilleri daha memnun eder miyiz?) zanneden, “hepimiz aynı gemideyiz” diyerek bizi suç ortağı yapmaya çalışan o “malum argüman”ı üzerimize fırlatma rahatlığından. Ne de olsa (o taraf yetmez, bir de bu taraftan) İmamoğlu jestiyle “ceketi gömleği” çıkarınca, hele bir de “boktan mavi tik” varsa, ortama da, eleştirisine de çadır kurmak mümkün; stajyer aşağılamayı ve yağlı elitizm övgülerini günlük egzersiz haline getirmiş sen-jozefli patronları (adını -yanlış heceleyerek bile olsa- seven birine benziyor kendisi; dolayısıyla adıyla analım: İlker Canikligil’i) bu sektörel eleştirilerden münezzeh kılma imtiyazı da… Eh, ne yapalım yani? Edebiyat “sektör”ünde böyle şeyler oluyor, sanırım CFO’lar uyuyor.



Tabii bu öyle bir ortam ki, bütün imkânlarından faydalananlar hafazanallah herhangi bir rolü başkasına kaptırmayayım diye bu işin muhalefetine de soyunuyor. (Bu cümleyi daha yazarken bile tekstteki bütün rolleri kendi başına sahneye taşımaya kalkışan bir tiyatro oyuncusunun çılgınlığı canlanıyor zihnimde.) Nihayetinde Akdoğan’ın eleştirileri, edebiyata ilişkin bir sorunu tespit ederken kendisine imtiyaz sağlayan bir körlüğe yaslansa bile zor zahmet ayakta kalıyor. Zira gölgesine bakarken yere yansıyan bu tamlıktan hiç şüphe etmiyor; sadece gölgesinin büyüklüğüne çaktırmadan bakarken yaşadığı şehvetin görülmesini istemiyor. Oysaki görünmeye, ifşaya ayrılan bunca mesai insanda tam tersi bir beklenti oluşturuyor: Bakılma isteğini dürüstçe itiraf etmesini. Nihayetinde herkes okunmak için yazıyor. Peki yazarlar, sosyal medyada ne yapıyor? Yazıyor mu?


Durum, Akdoğan’a has yahut sadece onunla ilgili değil. Herkesin kendi PR ajansına dönüşmesine sebep olan bu neoliberal rasyonalite (Akdoğan’ın “fanus” diye tarif ettiği, adıyla bu olsa gerek) ve onun uzantısından ibaret olan sosyal medya kullanımı, yazarların Twitter’da şablon tepkiler dışında sinirleri alınmış sevecenlik makinelerine veyahut adresi belirsiz laf sokma düzeneklerine dönüşmesine, Instagram’da uygun fiyatlı reklam kovalamasına, -en iyi niyetle- daha geniş okur kitlelerine ulaşmak adına ellerini ceplerine atmak zorunda kalmalarına sebep oluyor. Anlaşılan yazarlar, yayınevlerinin tanıtım araç ve güçlerinden veyahut en azından bu güçleri seferber etmedeki seçimlerinden pek memnun değiller. Bu ziyadesiyle anlaşılabilir bir durum; zira bunun “kültür insanları”nın yaşadığı değersizlik hissine karşı bir savunma mekanizması olduğu açık. Bu değersizliği yaratansa genel kamunun ilgisizliği; hakkını alamamanın hıncı. Tabii bunun her formül gibi bir tür tersine çevirmeye müsait olduğunu da unutmamak gerek: Genel kamudaki ilgisizlik özelleşmiş / odaklanmış bir kamuda bir tür kutsallaştırmaya dönüşebilir; bu da eleştirel kasların yavaş yavaş ve çoğu zaman pek fark edilmeden erimesine yol açabilir. Son kertede soru baki: Çizgiyi nereye çekmek gerek?


Yazarlar sosyal medyada yazıyor mu, yoksa (beyaz yakalı Türkçesiyle) halkla ilişkiler mi yapıyor? [6] Serbest piyasanın belalarından, görünürlüğün emek ve yeteneğin önüne geçmesinden ilâ âhir şikâyet etmeyen bir yazar sanırım (ve umarım) yoktur. Meşhur “önü kesilmiş genç yazar / şair” eleştirisinin türedi ve omurgasız bir versiyonuna dönüşmediği sürece bunda bir sorun olduğunu sanmıyorum. Belki burada samimiyetsizliği aşan bir soruna da işaret ediliyor olabilir. Hatta tam da böyle yaklaşmadan, yani meselenin bireyleri aşan (ama onların sorumluluğunu iptal etmeyen) bir piyasa sorunu olduğunu söylemeden, eleştirel olduğuna yeterince kani olduğumuz duruşumuzun bu tavrın yeniden üretimine nasıl katkıda bulunduğuna (“payımıza”) dair bir bakış geliştirmeden nasıl ilerleyebiliriz ki? Nihayetinde neoliberalizm “sektörel” ya da toplumsal sorunların ya piyasaya uygun şekilde ya da piyasa modelinde çözülmesini talep eder. Bunu esas kabul etmeden sorun üzerine düşünmek, çözüm yolunda safi keçi boynuzu çiğnemeye dönüşebilir.



O halde bu girişim rasyonalitesine teslim olmuş tanıtım meftunluğu, yazısını günde üç öğün “sabah öğle akşam baskısı” diye paylaşma ya da gündeme ucundan da olsa değen bir kitabını anımsatarak vitrine çıkma heyecanı nereden doğuyor? Dünya üstüne ancak adressiz ve tarihsiz alıntılarla konuşma (aslında konuşuyormuş gibi yapma) alışkanlığı mesela? Şu anda içinizden ister “okurun hiç mi suçu yok?” ister “abartma be adam” diyorsanız, haklısınız: İşten ayrılan yayın yönetmenine geçmiş / hayırlı olsun derken bile kendisini “Basın ilişkilerinize rağmen kitaplarınızı da aldım ve yazdım” yazmaktan alıkoyamayan Haydar Ergülen’in protokol kanallarındaki tıkanıklığına ve kitap fiyatlarındaki artışa dikkat çekmesinde ne sakınca olabilir? Aleni Kitap genel yayın yönetmeni Dolunay Aker “geri dönüş yaparsa” Türkçesiyle Linkedin’da “gönüllü çevirmen” emeği peşine düşerken bir an tereddüt etme basıncı duymuyorsa üstünde, veyahut Kaan Ökten Hölderlin şiiri çevirerek kral istediğimizi anımsatıyorsa (rektörlük binasından bildirdiğine göre en iyi o biliyor olsa gerek) bunda ne (payı, kabahat, kötülük, sorun, vd.) var?


Hannah Arendt’in “tarihsel hakikat” konusunda söylediğini buraya da uyarlayabiliriz: Yazarlar söz konusuysa “mitolojinin o eğlenceli oyun sahasını terk etmemiz” [7] yerinde olur. Sanırım bunu idrak edememek, kişisel olarak sınır çizgisinin bulanıklığını kabullenemeyenlerin kabahati. Ne de olsa neoliberal rasyonalitenin en önemli ezberlerinden biridir bu: Olup bitenler bireyden başkasının kabahati olamaz; dolayısıyla yapısal sorunları çözmekle de birey mükelleftir. O halde kendi payıma eller havaya, mea culpa. Kabahatimizi ve bu yazının pek çok okuruna göre hasedimi kabullenip [8] ekranı kapatabilir, kitap okumaya dönebilirim; belki fonda kısık sesle çalan bir şarkıyla. Yeterince dürüstler için Levent Yüksel söylüyor: “Gölgemi aldım yanıma.” [9]


 

[1] Gilles Deleuze, Müzakereler, çev. İnci Uysal, İstanbul: Norgunk Yayıncılık, 2006, s. 145.

[2] Gündüz Vassaf, “Meşhur Yazar Güle Güle”, k24, 2 Kasım 2017. [İlgili bağlantı]

[3] Bunun tuhaf yanlarından biri, “görünürlük eleştirmenleri”nin ellerine geçen her fırsatta Ayhan Geçgin, Barış Bıçakçı, İhsan Oktay Anar, Nurdan Gürbilek ve Orhan Koçak gibi “sahne almayı” reddetmiş yazarları alkışlaması. Fikir ile zikir arasındaki makas, zembereğinden boşanmışçasına açılıyor.

[5] Videoyu izleyemeyenler için aktaralım Akdoğan’ın sözlerini: “Kendimden örnek vereyim: Ben de beş kitabı olan bir yazarım ve zamanında kitaplarımı gönderdiğim ve yayınlamayı reddeden yayınevleri bugün aynı kitapları basmak için birbiriyle yarışıyor. Bu da şu demek oluyor: Bir yazarın nasıl yazdığı değil, kaç takipçisi olduğu önemliymiş. Muhtemelen yıllar önce onlara attığım dosyaları okumadılar bile. Hatta daha kötüsü şimdi de okumayacaklar. Ama sırf iki yıldır çok izleniyorum, takipçi sayım arttı ve mavi tikim var diye, (burada bir duraklıyor) evet boktan bir mavi tikim var diye şimdi aynı kitapları basmak istiyorlar.” Kulağımda dublaj efekti uyandıran bu sözlerdeki tek sorun keşke kişisel huysuzluğumdan ibaret olsaydı.

[6] Haklısınız, soru yanlış olduğu için doğru cevabı vermek de mümkün değil. Sosyal medya “yazma yeri” değil, durumu idrak edememiş benim gibi fosillerin sorunu bu. Dahası, ikiden fazla seçenek mümkün, elbette ben de biliyorum; ama Machiavellici formülü anımsayalım: “somut gerçekliğin peşinden” gidince gördüğümüz tabloda kimi, hangi sütuna kaydederdik ve nihayetinde herkes kendi defterini açınca totalde hangi sütun daha kalabalık olurdu? Yaptığım bütün haksızlıklara rağmen tek bir ricam olabilir okurdan: Bu soruyu kişisel olanların ötesinde daha büyük çaplı bir tartışma için bir ateşleyici, zaten çoğumuzun zihninde dolananlar için bir hızlandırıcı olarak düşünebilir miyiz? Sınır nedir ve nasıl çizilir?

[7] Hannah Arendt, “Sağduyunun Fildişi Kulesi”, çev. İbrahim Yıldız, Anlama Denemeleri: Formasyon, Sürgün, Totalitarizm (1930-54) içinde, Ankara: Dipnot Yayınları, 2014, s. 285.

[8] Bu da yetmeyecektir neoliberallere tabii; kabahatimi itiraf etmekle kalmayıp bir de bunu kamusallaştırmam gerekir. Belki bu yazı tam da bunu yapmaya çalışıyordur.

[9] Deleuze’ü idealistlikle veya abartmakla (tövbe haşa!) eleştirecekler için Sezen Aksu’dan “Masum değiliz hiçbirimiz” de olabilir.


Üst
bottom of page