... metaforlarla inşa edilen ve işte Proust’un cümlesi denilen bu sıra dışı öğenin bağrında, nesne ile öznenin, dışarıyla içerinin, nesnel algı ile öznel duygunun birleşmesi söz konusudur.
01/23 | Çeviri
Proust Cümlesi
Proust’un cümleleri hangi tür olursa olsun, okurlar ve uzmanlar “Proust’a has bir cümle”nin varlığını kabul etmekte hemfikirdirler: Bu çarpıcı uzunluk, bu bitmez tükenmez ama yine de ölçülü nefes, hafızayı sınayan yan cümleler, mantıksal dallanıp budaklanmalar karşısında eksikliklerimizi kapatan bu aliterasyonlar müziği... Edebiyat eleştirmenleri (E.R. Curtius ve Leo Spitzer’den Jean Milly’ye kadar) bilimsel çalışmalarını Proust’un üslubuna ve özellikle de —bileşenleri arasındaki beklenmedik uzaklıklar sebebiyle pek az Fransızca, bir parça Latince olduğu söylenen−, “istem dışı hafıza” estetiğinin kristalleştiği bu alışılmadık sözdizimine hasretmişlerdir. Biz, onların analizlerine eriştiğimizi iddia etmeden ve Proust’un sözdizimi kullanımına dair bütünsel bir görüş ileri sürmeden, örnek olma özelliği daha önce de belirlenmiş olan tek bir cümle üzerinde duracağız: Bu cümle, Proust dilbilgisinin bütün gizemlerini sergilemekten uzak olsa da, yine de etkileyici bir örnektir.
Neden bu cümle? Her şeyden önce, bu cümlenin Kayıp Zamanın İzinde’nin ilk sayfalarından itibaren kendini göstermesi bu seçimin keyfiliğini haklı çıkartabilir. Vinteuil’ün bir cümlesinin müzikal açılımıyla karşılaştırılabilir olan karmaşıklığı, Proust’un gösterdiği gelişimin tâli bir sonucu değil, tam tersine, en baştan, yazara ait bir mühürdür. Ayrıca, bu cümleden önce, onun daha derin anlamını ima ediyormuş gibi görünen ve bu nedenle yorumumuzu yönlendiren daha kısa bir başka cümle vardır: “Bu fırıl fırıl dönen, karışık hatıralar en fazla birkaç saniye sürerdi daima; çoğunlukla, bulunduğum yer konusundaki kısa tereddüdüm sırasında, tıpkı koşan bir atı izlerken, kinetoskopun bize gösterdiği, birbirini izleyen pozisyonları tek tek ayıramayışımız gibi, bu belirsizliği oluşturan çeşitli varsayımları da birbirinden ayıramazdım.” [1]
Tıpkı bir kinetoskobun dört nala giden bir atın koşusunun sürekliliğini gösterirken onun konumlarını ayrıştırmasının imkânsız olması gibi, burada da farklı, izole, bununla birlikte art arda gelişleri zor ayırt edilen yerler söz konusu olacaktır. Şöyle düşünelim: Bir kinetoskop, hafızamız veya zihnimiz (psychique), boşlukları ayırt etmeye çalışır; ama zihinsel süreç (psyché) halkaların bağlantısını sağladığı ölçüde, özsel bir mekâna dönüşür. Ve yine kinetoskop gibi, hafıza da, belki belirleyici, her durumda “kısa bir yer belirsizliği” yaratan ayrı bir haznedir. Aşağıdaki cümlenin sözdizimsel yapısı, hem kendisinden önceki cümlenin kısa ve öz biçimde dile getirdiği programı, hem de cümlenin kendisinin “karışık” değilse de “fırıl fırıl dönen” polifonik anlamını dışa vurmaktadır. Sözdizimin kuruluşu, içeriğin bir “sözdizimsel onomatopesidir.” [2] Daktilo edilmiş metinde, daktilo yazısının silinmiş kısımları bunu açıkça ortaya koymaktadır: Bu cümlenin sözdizimsel kesitleri ile cümlenin anlamı arasındaki benzerlik, “maddenin sanat saati” ve “tıpkı zihnin olduğu gibi […] organizmanın estetik hayatının embriyosu” gibi ifadelerle karşılaştırılabilir.
İşte o cümle:
“Ama hayatım boyunca yattığım odaların kâh birini, kâh başkasını görmüş olur, uyandıktan sonra daldığım uzun tahayyüllerde de, tek tek bütün odaları hatırlardım: Yatarken, yastığın bir köşesi, yorganın üst kısmı, bir şalın ucu, yatağın kenarı ve Débats Roses‘un bir sayısı gibi, birbiriyle son derece ilgisiz şeylerle yaptığımız, kuşların tekniğiyle, uzun süre bastırarak adeta perçinlediğimiz bir yuvaya başımızı gömdüğümüz kış odaları; buz gibi havalarda, (yuvalarını bir yeraltı geçidinin dibine, sıcak toprağın içine kuran denizkırlangıçları gibi) dışarıdan kopuk olmanın hazzını yaşadığımız, şöminedeki ateş bütün gece yandığı için, birden alevlenen kor parıltılarının delip geçtiği, kocaman bir sıcak ve dumanlı hava örtüsüyle sarmalanmış, elle tutulamayan bir girintinin odanın ortasına oyulmuş sıcak bir mağaranın içinde, ısı sınırları değişken olan, köşelerden, pencereye yakın veya şömineye uzak, soğumuş bölgelerden esip yüzümüzü serinleten esintilerle havalanan bir sıcak hava kuşağında uyuduğumuz odalar -aralık panjurlara yaslanmış ay ışığının büyülü merdivenini yatağın ayakucuna kadar uzattığı, bir ışının ucunda, esintiyle sallanan baştankara gibi, neredeyse açık havada uyuduğumuz, ılık geceyle birleşmiş olmaktan hoşlandığımız yaz odaları-bazen, ilk gece bile içinde fazla bedbaht olmadığım, tavanı tutan ince, hafif sütunları zarafetle birbirinden uzaklaşarak yatağın yerini tayin eden o neşeli, XVI. Louis üslubu oda; -bazen aksine, tavanı normal bir tavanın iki katı yüksekliğindeki, piramit biçimli, kısmen maunla kaplanmış küçük oda: Daha ilk andan itibaren, yabancı vetiver kokusuyla manen zehirlendiğim, mor perdelerin düşmanlığından ve ben orada yokmuşum gibi bağıra çağıra gevezelik eden duvar saatinin küstahça umursamazlığından hiç kuşku duymadığım; bir köşesini verevine kesen, dört köşe, ayaklı, garip ve acımasız aynanın, alışılmış görüş alanımın yumuşak bütünlüğünde kendine beklenmedik, çıplak bir yer açtığı; zihnimin şekline tam olarak kendini uydurabilmek, bu dev huniyi tepesine kadar doldurabilmek için, saatler boyunca parçalanmaya, kendini yukarı doğru uzatmaya çabalayarak geceler boyunca azap çektiği; benimse, gözlerim tavanda, kulağım kaygılar içinde, burnum huysuzlanarak, kalbim çarparak yatağımda uzandığım ve sonunda alışkanlığın, perdelerin rengini değiştirdiği, saati susturduğu, eğik ve zalim aynaya merhamet etmeyi öğrettiği, vetiver kokusunu tam olarak kovamasa da gizlediği ve tavanı adamakıllı alçalttığı o küçük oda.” [3]
“Hayal Gücüm, Güzelliğin Tadını Çıkaran Tek Organım”
“Hayal gücüm, benim tek organım.” Proust, lise çağlarında, Lilas dergisinde şunları yazar: “Ben her şeyin merkezindeyim ve her bir şey bana muhteşem ya da melankolik duyumlar ve hisler veriyor, ben de tadını çıkarıyorum.”
Kesintili ve sonsuz duyumlar, hisler, algılar, esrik veya melankolik sevinçler evreninde, hayal gücü merkezi bir yer işgal eder. Proust da eseri boyunca bunu doğrulamış, işlemiş, genişletmiştir.
Algılanan ile söylenenin uyumsuzluğu
Kayıp Zaman’ın her sayfası, her cümlesi çok sayıda değişik duygu ve hissetme tarzı içerir ve bunlar tuhaf bir alan örerler: Algıdan hatıraya, hatıradan algıya, bir boşluk değil, dilin zamanını tesis eden bir gedik şekillenir. Böylece Yakalanan Zaman, sanki hayali bir deneyimin sonucunda dilin zamanı olacaktır: Algılanmış şeyden söylenilen şeye ve söylenilenden algılanana bir mesafe açılır, bu uyumsuzluğun kendisidir; yine de bir alaşım oluşturan bir denk düşmeme. Hayal kırıklığı, eksiklik, matem −ve temsilin “saf maddesi”. Proust metni, her zaman tehdit eden ve sürekli olarak yazma pratiğiyle geri püskürtülen bir boğulmanın yakaladığı doyumsuz bir arzuyla, burada ve orada, şimdi ve daha önce, her şeyi kuşatmak istediği için soluğu kesilen obur bir dilin nefes darlığıyla rekabet ederken, “yüzyıllar ve yüzyıllarca” bütün okurlara yazı yoluyla bulaşan kritik duygu anıyla ters yönden gelerek birleşir.
Zaman içinde bir eylem olan anlatı, ölçüsüz bir duyumun kritik noktalarının birbirleriyle uyuştuğu uzamın izini sürme görevini üstlenmeye davet edilir. Zamanın ötesinde yeniden yakalanan bu mekânda, Kelam tecessüm eder. Yani iki kez mahkûm edilmiş bir arzunun sığınağı olur. Öncesinde, duyum zaten daima bir hatıra ve bir sözcüktür, bu yüzden her şeyden önce olduğu haliyle kayıptır. Sonrasında, azalan arzunun geleceği ve tutkuların ölümü, bizi onları, amansız bir şekilde yaşantıların yerini alan göstergeler olan kelimelerde diriltmeye mahkûm eder. Göstergeler, görünmesiyle yitmesi bir olan duyum ânını nasıl yeniden keşfedebilir ki? Ve Kelam nasıl beden olabilir?
İşte Proust’un oynadığı bahis budur: Verdiği cevap ise, —hem kozmik hem fiziksel hem de anlamlı olan— “hakiki” gerçeklik mertebesine ulaşan deneyimin yoğunluğuna daha iyi dalabilmek için gerçek ile hayali birbirinden ayıran öznenin (ben, anlatıcı) paradoksal bir konumunda yatmaktadır. Böyle bir metin dokuma tarzı, belirli bir dil dinamiğini de harekete geçirir. Artık ne soyut bir gösterge (soyutlama, tefekküre dalan bu zihinle uyuşmaz) ne de psikolojik gerçekçilik ya da duyumsal natüralizm vardır (yine de Sembolistleri eleştirerek ilk çıkışını yapan bu züppeyi allak bullak eder). Ama metaforlarla inşa edilen ve işte Proust’un cümlesi denilen bu sıra dışı öğenin bağrında, nesne ile öznenin, dışarıyla içerinin, nesnel algı ile öznel duygunun birleşmesi söz konusudur. Birçok kişinin, ona, sözcüğün Fransızcadaki klasik anlamıyla bir “üslup” niteliği bahşetmekten imtina etmesinin sebebi, onun cümlesinin yalnızca görünüşte bir dil olması olabilir mi, belki de? Bu cümle, dilin zamanı içinde, başka bir zamanın, yani, arzu ve acıyla ürperen bir adamın yorgun göstergelere dönüştürmeyi başardığı hassas/hissedilen bir zamanın vektörü olabilir mi? Yine de duyuların içine dalmış bir Proust’un dil-zamanı olabilir mi?
“İnşa edilen” duyum
Proust’un eserinde dışarıdan gelerek kendisini dayatan bir duyumun yıldırım etkisine dair sayısız belirtiler vardır, tabii benliğin daha ilk yoğunlaşmasının bu duyguyu sezmesi, yansıtması, yönlendirmesi ve özellikle de “inşa etmesi” kaydıyla. Şöyle: “Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki, bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır” [4]. Ama bu yayılma sevilen kişinin ötesine geçer ve kozmosu kucaklar. “Aşkın nesnesini karşımızda yatan bedene hapsolmuş bir varlık zannederiz. Ne yazık! Oysa aşkın nesnesi, o varlığın mekân ve zamanda işgal ettiği ve edeceği bütün noktaların uzantısı, yayılımıdır” (Mahpus). Sıcak ve soğuk esen, ve anlatıcının “kalbi”nin, aşkının tuhaf ve donmuş “yaratıcı çekirdeğinin” ara kesitine yerleşmesi sağlayan (Georges Poulet tarafından ortaya çıkarılmış) şu metaforla bitirelim: “Kısacası, Albertine, etrafı karla kaplanmış bir taş gibi, kalbimin düzleminden geçen muazzam bir yapının yaratıcı çekirdeğinden başka bir şey değildi” (Albertine Kayıp ). Dış dünya misali, soğuk, madeni ve buz gibi duran sevgili, âşığını tamamen hüsrana uğratır, onda tıpkı annesinin ona vermediği öpücüğün sebep olduğu, bir kalp atışı, devasa bir çarpıntı yaratır; öyle ki böyle bir çarpıntının gücü, kar altındaki bir taşı eritmeye muktedirdir. Yine de başkasının hallerine karşı duyarlı olan anlatıcının bu şekilde hayal edilen veya resmedilen arzusu, yalnızca bir “inşa” şeklinde, onun hayal gücünün inşası, kaybettiği ve yeniden yakaladığı zamanın inşası olarak verilir. “Kalbinin düzlemi” üzerine inşa edilen bu duyum hayatın kendisidir, ama hatıraların manyetik kalıntıları olan hafızadaki izler tarafından bilgilendirilen duyularla yazılmış bir eser olarak hayatın kendisi. Kokular, sesler, elle dokunulabilen, gözle görülebilen şeyler, tatlar, lezzetler –her tür duyu yelpazesi ve bunların beklenmedik varyasyonları, Proust’un duyusal evreninin temelini oluşturur.
Uzun Zamandır Zaman
(…) Benim de kendi rüyalarım hakkında kaygılandığım söylenebilir. Daha doğrusu, bunca yıllık analizden sonra artık bunun için tasalanmıyorum, ama bu düşünmediğim bir şey değil. Bundan gurur duyulmasını gerektiren bir şey de yok. Bunları anlatmaya girişmek sınır tanımayan bir aptallık veya zalimlik kılıfına bürünmek anlamına gelir, oysaki bir kılığa bürünmek yalnızca kimin için kılık değiştirildiyse onun için bir anlam taşır. Sizi tanımadığım için, dün gece rüyamda ölüm gördüğümü söylemekle yetineceğim. Ölü birinin imgesine bürünmüştüm, kendime ölü birini verdim, birine ölüm verdim. Bunun nereden kaynaklandığını biliyorum. Uzun bir hikâye, bu cinayete götürüyor, analistime daha önce değişik bir biçimini anlatmıştım, belki de bir romanda yazacağım bu cinayeti. Rüyalar, unutmak istediğimiz ama bizi gudubet varlıklara dönüştürme noktasına kadar götüren bir zamanı mekâna yerleştirirler. Bir an gelir ki artık bu mekânın ağırlığı dayanılmaz hale gelir ve eğer bu olup bitenler hakkında başkasını ilgilendiren bir hikâye yazabilirsek, bir şanstır bu Endişeler böyle bir sözün büyüsüyle yok olup gider diye değil ama şu var ki, insan kendini kelimelere yerleştirince, birçok doğrultuya yönelince (babanız, anneniz, kızınız, karınız, kocanız, işvereniniz, analistiniz) hafifler; size artık anlamsız değil, daha az ciddi, hatta belki de biraz gülünç gelirler. Ya da daha doğrusu, başka bir zamana, hani çeşitli yolları, kanalları, karınca yuvalarını birbirinden ayırarak eğlenen kendi anlatınızın zamanına benzemeyen aceleci ve telaşlı bir zamana aitmiş gibi görünürler. (…)
Ayrıca, buna içtenlikle kâni olduğum için, birkaç kişiyi, en başta oğlumu önemsediğime inandırmak istiyorum. İlk adımları, ilk kelimeleri söyleyişi, okula gidişi, aşkları, başarıları, başarısızlıkları, hepsi ilgimi çekiyor; koşuşturuyorum, kendimi harcıyorum, güven veriyorum, planlıyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse ondan gelen en ufak bir işaret içimi eritiyor. Sevdiklerimiz bizi imkânlarımızdan mahrum bırakır, öyle ki her zaman olayın mantığını kuran akıl, yerinde durur. Bunun başlıca sebebi, her şeyi durdurmaya, sadece bu çocuğun, bu adamın, bu kadının bize asla iletişim kuramayacağımız gizli, dile getirilemez, biraz utanç verici bir bölgeyle örtüşen bir izlenim verdiği anın tadını çıkarmaya hazır olmamız. Aşk ne bir karşılık bekleme ne de bir rüyadır, mutlak özdeşleşmedir, sınırların yeniden çizilmesidir. Artık “ben” yoktur, sınır yoktur. O andan itibaren, “eriyen” şeyin aslında tam da “benlik” olduğunu görebiliriz. Bu çocuk, bu adam, bu kadının onun bahanesi olduğunu. Ve aşk denen bu tatlı felaketin, kendi hikâyemin unsurları arasında yer aldığını. Şüphesiz bir başkasının, ama benim onu gördüğüm haliyle bir başkasının beslediği bilinçaltı mekânında bir kısa devre vuku bulduğunu.
Gerçekten mi, bunca okunmuş, bunca yazılmış sayfa, sonunda bu gündelik yaşama, bu banallığa varmak için mi yani? Kaybedilen sabırsızlık, sıradanlığın solgun yüzünü ehlileştirir; orada gündelik hayatın saklamaya, yok etmeye can attığı iyiliği görür aralıktan. Sıradanlığın basitliğine isyan etmekte haklı olan üstbenin, kendi mahkemesinde bağışlamayı öğrenmesi gerekirdi. Ufak tefek şeylere anlam vermeyi bilmek, onların yetersizliklerini silmek demek değildir. Bağışlama, sonsuz derecede küçük, hatta sonsuz derecede iğrenç olana bir anlam yükler. Onlara değer atfetmeksizin kendi hayatlarını yeniden kurmalarını sağlar. Bağışlama hayal dünyasında aptallığın artmasıdır. Bağışlama romanda ifade edilir.
Yalnızca istemsiz hafızamla ve nihayetinde onu şekillendirmekle ilgilenmeliydim. Ama Proust bunu çoktan yaptı, ben de ona eşlik etmeyi seçtim. Şimdi bu eşliğin öğleden sonrasındayız ve hâlâ yapılacak çok şey var. Bir tasarı, geçmiş bir deneyimi okuma tasarısı bile olsa, insanın sabırsızlanmadan sürdürmeye çalışabileceği amansız bir kaçıştır ileri doğru. Böyle bir kaçış potansiyel olarak sonsuzdur, tıpkı kendisinin önüne fırlatılmış zaman gibi. Dahası, Proust’un macerasına özen gösteren bu tarz bir kaçış, bıkıp usanmadan tekrar geriye dönmek ve yan yana durmak üzere, kendinden de kaçabilir. Sonu geciktirmek, oyalanmak, boşlukları doldurmak ve mecazları yığmak için. Geçici olanda, geçici olarak durmak evladır. Bir başka defa göreceğiz. Hatta. Başka defa, bir dahaki sefere ya da asla. Asla ile nasıl sayılır? Fragmana sadık kalarak. Dokunuşlarla çalışmak gerek, arzulu ve bitmez tükenmez molalarla. An ile merakı uzlaştırmanın bir yolu; saklı kalmış, eğilip bükülmüş doluluk olan duyumlarla birlikte, araştırma ve anlam kaygısı. Hassas/hissedilen zamanı deneyimleme şansı belki de, tamamlanmamış, eksik kalmış olanın açıklığında, muallakta kalanda bekliyor bizi. Zamanın kaybolduğunu hissetmek, ama aynı zamanda bu çözülme macerasını araştırmak, dolayısıyla onu adlandırmak. Anlam veren süre ile yine veya zaten akla aykırı, anlamsız olan algının deltasında, “ben” ile “Varlık” arasındaki sınırda. Combray’den Son’a, “Uzun zaman geceleri erkenden yattım”dan “bilakis Zaman içinde ölçüsüzce uzatılmış bir yer”e kadar, ölçülmesi imkânsız bir mekânı donatan karakterlerin ve izlenimlerin bir kaleydoskopu bu. Uzun zamandır Zaman. Çocukluğu ve duyumu uzatıp sürdürerek, ölümü ve anlamı geciktirerek.
Çeviri: Bahadır Gülmez
Kaynak: Julia Kristeva, Le Temps sensible: Proust et l'expérience littéraire, Gallimard, 1994. [Zamanı Hissetmek, Proust’un Edebiyat Macerası, çev. Bahadır Gülmez, Ketebe Yayınları -yayın programında-]
[1] Marcel Proust, “Swann’ların Tarafı”, Kayıp Zamanın İzinde Cilt 1 içinde, çev. Roza Hakmen, YKY, 2013 (2. bas.), s. 11.
[2] 1. Göstereni, canlı varlıklar veya nesneler tarafından çıkarılan seslerin akustik algısıyla yakından bağlantılı olan kelimelerin yaratılması 2. Ses benzetmesiyle yapılan kelime; yansıma kelime; taklit ses.
[3] “Swann’ların Tarafı”, age. s. 11-12.
[4] Marcel Proust, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, çev. Roza Hakmen, YKY, 2013.
Comments