top of page

Ontik Sahtelikler

Süreyya Karacabey


... bir inanç olarak işletilen hakikat, değerlerin yeni bir tanımını yapacak, ölünmesi gereken yolların haritasını çizecek ve varlığını sadece sadakat üzerinden anlamlandıracak bir yurttaşla, herkesin düşman ve sahte olduğu bir dünyadaki yerel sığınağı, kanla, aşkla, marşla inşa edecektir.


03/23 | Minyatür

 


Yanlışın karşıtı olmayan hiçbir şey,‘hakikate uygun’ olarak doğru biçimde temsil edilemez.


Sahte’den söz edebilmenin birincil koşulu atıfta bulunulabilecek bir orijinalin, sahicinin, hakiki olanın el altında olmasıdır; bütün karşıtlıklar bir referans ilişkisi içinde işlediği için, biri olmadan ötekinin olamayacağı sonsuz göndermeler evreni hep işler haldedir. Tıpkı tiyatro tarihindeki en önemli dönemeçlerden biri olarak kabul edilen “kurmacanın gerçeklik statüsü kazanması” eşiğinin yaygın düşünsel bir krizin semptomu olarak belirmesi gibi, gerçekliğin kurmaca karakterinin teyidi ile başlayan tarihin yarattığı “aşırı” imkân da kendini bir belirsizlik inşasıyla görevlendirir ve bütün genellemelerde vuku bulan şey, burada da karşımıza çıkar: Eleştirel müdahalenin yaratabileceği tarihsel fırsatın yerini alan yeni bir mutlaklaştırma eğilimi. Düşünce tarihinin böyle tuhaf bir eğrisi var: geçmiş zamanların ve geçmişin kavramlarının “soykütüğü” çıkarılmaya başlandığından beri -öncesi de elbette var-, onlara yüklenen anlamların sabit biçimde kalmasının imkânsızlığı ile düpedüz yenilginin bir teyidi olarak görünen şeylerin anlam-dışılaştırılması eğilimi iç içe geçmiş durumda. Mantık şöyle işletiliyor: Kültürel tarihin suç ortağı olarak nitelenen kavramlar “katran ve tüye” bulandıktan sonra herkesin bağrışarak toplandığı bir yoldan geçirilip, yuhalanarak itibarsızlaştırılırken, bunların tersi olduğu düşünülen hangi kavram varsa yüceltilip, bir başka anlamsalın inşası için işlevsel kılınıyor. Bazı kavramların bu anlamda “tersinden” okunması, zaman zaman çok öğretici bir yöntem olabilir; fakat bu, kimi zaman, tam olarak neyin kaybedildiğini anlamanın önünde bir engele dönüşebiliyor.


Sıklıkla sahicilik, hakikilik karşısında konumlanan kelimelerle ilişkilendirilen, derinlik kaybının yeni bir anlam kazandırdığı “yüzeysel”in üzerindeki yollara bakarken aklıma geldi bütün bunlar; bir imkân olarak aldanış ise gerçekliğe asla ulaşamayacağımızın teyidi olarak karşımıza çıkarılmıştı burada ve ben de kendime “aldanışı üreten şey sahicilik arzusudur” diyen durağın levhasını seçtim, düşünmeyi sürdürmek için.



Bizi bir aldanış dünyasında yaşadığımıza ikna eden teolojik bilginin iletileri birbirine benzer biçimde yankılanır: Augustinus’un “şimdi ayna içinde muamma görüyoruz, bir gün yüz yüze göreceğiz” sözünün içerdiği vaat, bu dünyaya ait değildi; Hıristiyan teolojisinin ilk biçimini kurduğu “ereksel tarih” aşkın olana yürümenin yolunu anlatıyor, aynı zamanda da döngüsel zamandan çıkışın yolunu gösteriyordu. Çerçevesini aldanışın kurduğu bir deneyimin içinde otantik olanın, hakiki olanın bilgisi ya yakıcı bir bedelle gelecekte elde edilecek ya da Heidegger’in tasarımında olduğu gibi çok uzak geçmişte, unutulmuş bir kökeni hatırlama çabasıyla bize yaklaşacaktır. Seküler dünya bu metafizikten kurtulmak için “asıllar” ve “kopyalar” arasındaki farkı iptal eden bir evren tasarımına giriştiğinde, bu farksızlığın yarattığı belirsizliğe itiraz edenlerin hakikat talepleriyle müthiş bir farsın içine yuvarlanan insanlık, hakikat arzusunun bedelini ya nihilist bir evrenin sinik boşluğuna yuvarlanarak ya da otantik bir şeye ulaşmanın biçimi olarak kitlesel bir özdeşleşmenin, irrasyonel bir inancın yarattığı körlükle (ve bu körlüğün ürettiği totaliterlikle) ödeyecektir.


Sahte’yi hakikat arzusunun bir semptomu olarak gördüğümü söylerken, aklımdan geçen şey toplumsal bir gerçekliğin inşa ediliş biçimiydi: bütün milliyetçiliklerin kurulduğu yer, oradan türeyen yurttaşlık biçimi ve bu biçimin yarattığı lider kültü. Eski milliyetçiliğin kutsal bir hakikat etrafında toplamayı arzuladığı “kaynaşmış, ortak simgelerle esrimeye ulaşmış halk” fikri, yeni milliyetçiliklerde bir parça ikinci el duyarlık sergilese de, topluluğu ikna eden kökene ait vurgular pek değişime uğramamıştır. Bütün mesele kitleyi “icat edilenin” bir “keşif” olduğuna ikna etmektir. Tiyatro tarihi de benzer bir dönemeçten geçen bütün ülkelerde tiyatronun nasıl işlevsel kılındığına dair örneklerle doludur: ortak bir köken; içinde kan, damar, kök, hakikat, sadakat gibi kelimelerin bolca kullanıldığı bir retorik ve her şeyin bir müsamereye dönüştüğü bir dünya temsili. Kendini baskın bir hakikat olarak kuran bu evrende, aldanış olarak tarif edilen şey, bu ortak merasimin dışına düşenlerdir; bir inanç olarak işletilen hakikat, değerlerin yeni bir tanımını yapacak, ölünmesi gereken yolların haritasını çizecek ve varlığını sadece sadakat üzerinden anlamlandıracak bir yurttaşla, herkesin düşman ve sahte olduğu bir dünyadaki yerel sığınağı, kanla, aşkla, marşla inşa edecektir. “Biz, onlar, hakikat uğruna, vatan uğruna, gerekirse, kanımız” ifadeleriyle yazılan metinler, bir tekrar yoluyla kitleyi belirli bir tutuma, belirli bir ezbere hazırlamakta ve burada bir sahicilik içinde olduğuna ikna edilen kitle, mutlaklıkları iptal eden yeni bir mutlağın otoritesiyle özdeşlik ilişkisi içine girmektedir.



Burada yürürlüğe konulmuş bir hakikat rejimi kendisine dışsal olanı sahtelikle suçlarken ya da sahtelik hainlikle eş anlamlı bir hale gelirken, güvenli bir geçmişle üzeri örtülen yurttaşlar, bu battaniyeyi ördüğünü düşündükleri liderlerine mitik bir anlam yükleyerek, onun varlığını insan üstü, aşkın bir imgeye çevireceklerdir. Bu hakikat dokusunun nasıl örüldüğüne dair sayısız çalışma, anlatı, öykü, roman, oyun vardır; ikna edişin kutsal tınısı bir ortak hakikat arzusunun içinde yükselirken, aslında en fazla kaybolan şeyin hakikatin kendisi olması tesadüf değildir. Cemaati geçmişte büyüleyen “aşkın” hakikatin ona yaşadıklarının aldanıştan ibaret olduğunu bildirmesi, ve rahiplerin, “özgünlük” fikrini tuhaf bir nesne olarak algılayıp sonsuz bir kopyalamanın içinde ömürlerini geçirdikleri zamanın sonraki dönemlere “karanlık bir çağ”ın anısı olarak aktarılması, yeni cemaatin kurulma biçimlerine bakıldığında, gerçekten komiktir.


İkna ediş, inandırıcılık yaratma... bunların hepsi bir kurmacada yanılsama aracılığıyla olur. Özdeşlik’in Brechtçi estetikte problem haline gelmesinin nedeni yarattığı körlük ve buna bağlı olarak eleştirel bakışın iptalidir. Mesafeyi kuran şey vecd halindeki bir duygusal katılımın engellenişi, benimsenmiş ve evrensel kabul edilen gerçekliklerin değişkenliğine yapılan vurgulardır. Yüceltme, ortak bir inanca o bir hakikatmiş gibi büyülenerek bakma ve bu kurgusal tekniklerin sahicilik iddiası, sahnede olduğu gibi dünyada da problem yaratıcıdır; kendini sahicilik olarak sunan bir aldanış giderek bir uygarlık tarzının var olma biçimlerine dönüşür. Temsilin kriz yaratması, benzetmenin taşıdığı suç ortaklığı potansiyeli geçtiğimiz yüzyılın temel tartışma konularıdır; bir şiddet potansiyeli olarak duran tarih, onun anlatıcısı olmaya yönelmiş bütün biçimleri zan altında bırakırken, topluluğun kurucu işareti olarak kan, sahte bir otantiği kutlayan bütün haritalardan sızmaktadır. Hakikatin, sahicilik çağrısının kendisinin bir kandırmacadan ibaret olduğu konusunda uyarıda bulunanlara ise, hâlâ o kanlı yol gösterilmektedir.



Bir defasında bir eleştirmen, çağdaş performans sanatçılarının temsilden kaçmak için kendini bir kurban olarak sunduğu icralar hakkında, “hayvanların ya da insanların tanrılara kurban edildiği arkaik zamanların barbarlığını hatırlatıyor”, demişti. Bir rol taşıyıcısı değil, üzerinde acı verici işlemler yapılan bedenin paylaşılan acısı, sahtelikten kaçarken aslında en derin aldanışı üreten büyük hakikatlerin bir tecrübe alanı gibi görünmüştü ona. Evet, kurulan hakikat tasarımının ürettiği aldanışlar bizi düşüncenin sisli bölgelerine savuruyor; oysa sihirli bir kelime yok, aranacak ve bulunacak bir hakikat yok. Tıpkı bir yazarın dediği gibi, yaradılış başta değil sondadır; hakikat de ortak akılla üretilebilecek bir şeyden ibarettir ama bir başka gerçekliği çağıranların çağırdığı “şey”, şimdiki dünyanın içerikleriyle kurulamaz, kaldı ki bu şey, kapitalist gerçekliğin, milliyetçiliğin, dinlerin çağırdığı türden bir gerçekliğin başkasıdır. Aldanış, sahte bir uygarlığın genetik şifresine aittir ve sahteden kurtulmak belki de bu türden hakikatlerden kurtulmakla mümkün olacaktır.


Bütün dünyayı kaplayan sislerin kalınlığına baktığımda, tekil bir sahteliğin özgün olanla karşılaştırılması bana tuhaf geliyor. Sahi, orijinal bir cümlemiz hiç olmuş muydu?

Üst
bottom of page