top of page

Şiir ve Düşünce


Binyıllardır insanın muhayyilesini besleyen dinsel ve mitolojik imgelem artık çekiliyor, dinlerin kutsal alametleri dünyadan kazınıyor, şeyler mukaddes esvabından soyunuyordu: Sadece Tanrı ve Tanrılar değil Kutsal da ölüyordu; yeni ilahlar, yeni ilahsızlıklar gelmekteydi, daha önce görülmedik türden – en dünyevisinden, en cismanisinden, en şeyleşmişinden.


07/24 | Kitap

 



Çoktandır ölüm fermanı ilan edilen ve varlığını daha çok başka türlerin içinde, “şiirsel” biçimlerde, hayaletimsi suretlerde sürdüren şiir artık yazılmalı mı? Zira artık nadirat haline gelmiş iyi örnekler dışında ve sürüsüne bereket kötü örneklerle birlikte ortak hissiyat: Yazılmasa da olur. Ama bunu kabul edip yazmaya devam edenler için soralım: Neye, kime, neden ve niçin yazılsın?


Hislerini birtakım imgelerle dizelere döken herkesin kendini şair sanmasına yol açan Romantik şiir aslında kendini düşünceye yaslamış, gelenekten kopuşun sancısıyla şimdiyi ve geleceği oluşturma krizine cevaben oluşmuştu, modernist şiir de onun açtığı yolu radikalleştirmişti. Biz ise onların enerjisini ve ivmesini –var olma sebebini– aldığı gelenek-gelecek gerilimi içinde yaşamıyoruz epeydir. Yazdıklarımızda geleneğin baskısı da, gelenekten kopma kaygısı da yok: Herkes kendi kendinin kanunu ve yargıcı. Çoktandır hükmünü yitirmiş ve viraneye dönmüş bir şey gelenek; hepimizin kendince yağmaladığı, ustalara gönderme olarak kendine pay çıkardığı, olsa olsa güzel deyişler devşirdiği, dil kullanımını bilediği, herhangi bir bağlılık ve bağlayıcılık duymadığı müzelik bir mazi, nostaljik bir hatıra tüneli, akademik tez ve okul müfredatı işlevi gören bir malzeme ve araç gereç deposu. Geçmişten kurtulduk ama gelecekle ilgili bir derdimiz de yok yazarken; geleceğin getireceklerine dair, şimdide yapıp ettiklerimizin geleceği nasıl kuracağına ve kurgulayacağına dair bir sorumluluk da duymuyoruz. Dolayısıyla genel hal ve tavır: Ben böyle yazdım... Bunları hissettim... Böyle düşündüm... Kim ne derse desin, benden sonrası tufan! Alkış alayım, beğenileyim, sosyal medyada kitabım çıkıyor diye tanıtım yaptığımda ilgi göreyim yeter. Ha, bir de üstüne yazı falan çıkarsa, benimle söyleşi yapılırsa ne âlâ! Hem okuduğum büyük ustaların isimlerini sıralayıp kendimi daha da yüceltirim... Hele de, olur ya, ödül mödül alırsam değmeyin keyfime... Gelsin favlar, vur patlasın çal oynasın oğlanlar kızlar, kuyruğa girsin imzalar, sonra edebiyatçılarla, editörlerle, yayıncılarla gururla içkimi yudumlayacağım ortamlar...


Böyle bir zamanda haliyle şairin muhatabı artık Tanrılar da değil, Tanrı da değil, Tarih veya Gelenek de değil, Büyük Şairler de değil. Aşk, Devrim, İnsan gibi soyut idealler de değil. Hadi bunları geçtik, Kamu veya Okur Kitlesi gibi fani ve oynak mihraklar da değil. Övülme fantezileri bir yana, Eleştirmenler bile değil – zira sosyal medyayla gelen kendi kendinin halkla ilişkilercisi olma çağında ve efkârı umumiye tiranlığında onların da soyu tükenmeye yüz tuttu. Evet, öznenin mutlaklaştığı, herkesin kendi kendinin tanrısı olduğu günümüzde, doğal olarak, şairin tek muhatabı: KENDİSİ. Artık bir Şey’den dolayı, bir Şey’e yönelik, bir Şeyler uğruna yazılmıyor şiir. Dünya göçüp gitti, biz neyi taşıyacağız?


Derdimiz var mı? Bir şeyin ruhuna dair iddiamız var mı? Ama derttir, ruhtur, böyle soyut şeyler çoktandır kadük. Her türlü söyleme ve düşünme imkânı da denenmiş, deneyselleştirilmiş, delirtilmiş zaten. Peki ne yapalım? Hadi elimizi dilimizi korkak alıştırmadan söyleyelim; bir zamanlar romanların, manifestoların, siyasi metinlerin başlığına manşet olan, herkesi muhatap alan kişisiz bir kipte kurulmuş o iddialı ifadeyi kullanalım: Ne yapmalı? Elbette bu soruda aksiyoncu bir çağrı ve sorgulama var. Şiir ise tam tersine bu eylemliliğin –aşırı hareketin– zıttını talep eder; durup düşünmeyi ve bakmayı gerektirir, hayata ve dünyaya bir şey yapmaktan değil hayatın ve dünyanın bize bir şey yapmasına izin vermekten geçer. Dolayısıyla soru şu: Nasıl olmalı? Olmak – yani bir varlık ve varoluş meselesi şiir. Mesele olmak ve oluş olduğundan, bu sorunun sabit bir cevabı ve sistematik bir açıklaması yok elbette. Kaldı ki bütün bir tarih bu soruya ilke veya kural düzeyinde verilmiş, anlamı ve içeriği zamana ve mekâna göre değişen cevaplarla dolu. Gnothi seauton, “Kendini bil/tanı/öğren!” bunların ilki, en çok bilineni ve geçerliliğini yitirmeden en kalıcı olanı. Ama nedir bu kendi? Yani ben neyim? Her şiirin ve şairin kendine sorması ve kendi kendine araştırması gereken yapıda bir soru. Burada kendilik mefhumunda kalıp şiirin hakikatle ilişkisinin uzun tarihinin başındaki ve sonundaki iki uğrağa bakalım.


 

Her yazar muhtelif dozlarda yapmacıklık, samimiyetsizlik, kendini-kandırma, sahtekârlık içerir. Edebiyat bir yüceltim ve başkalaşma işi olduğundan böyledir bu. Kendin değil başkası olabilmektir yazmak. İçinde başkasının sesini duyabilmek. Kendinden geçmek. Bu anlamda tekinsizdir şairler ve yazarlar. Doğruyu ve gerçeği söyleyeceklerine güvenmek zordur. Başkasının sesiyle konuşurlar çünkü. Yazıda başka başka seslere bürünürler. Kendilerini kaybederler. Kendisi de hep başkalarını konuşturan ama hakikat iddiası olan Platon’un şairleri sakıncalı ve tehlikeli görmesi de bundandı. Şairleri ve kamusal alandaki şiir icracıları olan rhapsodos’ları bu yüzden harcıyordu. Onlar hakikatin sesine kulak vermek yerine içlerindeki cinlere (daimonion) uyup konuşuyordu. İlham denen ne idüğü belirsiz gizemli esintinin rüzgârına kapılıp kendilerinin anlamadıkları şeylerden söz ediyorlardı. Platon’unki koca bir felsefi düşünceye eklemlenmiş bir eleştiriydi. Her ne kadar kendisi de çok şahıslı diyalog biçiminde, başka başka seslere bürünerek, içindeki muhtelif cinleri seslendirerek yazmış olsa da bütün bu çoğul, kalabalık, eristik sahneler hakikatlerin hakikatsizliklere üstünlüğünü göstermek üzere tertipleniyordu. Belki de Platon bize perspektifin hakikatiyle beraber hakikatin perspektifini göstermek üzere kuruyordu bu çok sesli dramaları – Nietzsche’nin hakikatin perspektif meselesi olduğunu hatırlatmasına gerek kalmadan çok önce.



Gelgelelim Nietzsche’nin Platon’a yaslanan ve karşı çıkan anti-felsefesinin ardından, bir de kendiliğin, hakikatin, varlığın filozofu Heidegger Platon’dan itibaren felsefe tarihindeki bütün hakikat iddialarının altını üstüne getirdikten sonra hakikati söyleyenin aslında şair olduğunu öne sürüyordu. Hölderlin’le. Evet. Hölderlin’le. İki nokta arasında. İki sınır arasında –geride ve ileride, biri çekilen, biri yaklaşan iki nokta arasında– asılı kalmış bir şair. Çekilen tanrısallık ve kutsal. Yaklaşan yeni tanrılar, yeni kutsallar. Bu ikisi arasında kadim kutsal dörtlüyü –Yer, Gök, Faniler, İlahlar– gözeterek gelmekte olanı haber veren Hölderlin. Ve Heidegger’e göre Varlığın vuku bulduğu Olay (Ereignis) içinde tekniğin, teknolojinin imkânlarının dalga dalga getirdiği henüz bilinmedik, düşünülmedik ne idüğü belirsizler. İşte şair henüz varlığa ve dile gelmemiş olandaki imkânı ve yaklaşmakta olan adsız tehlikeyi haber verendi. Wozu dichter? “Niçin Şairler?” İşte bu yüzden. Felaketin de umudun da sözcüleri olduklarından.

Felsefenin başında Platon’la ve sonunda Heidegger’le şaire biçilen iki kaftan, iki misyon. Yalancı ve Hakikatçi. Ya da Platon’un enthousiasmos’u, “ilham”ı ilahi nefesi içine çekip kendinden geçme olarak görmesinden hareketle: üfürmeci. Ve Heidegger’in Ereignis’i varlık olayını gözleyerek sahicilikle hakikati sahiplenme olarak açmasından hareketle: olaycı.


Ama bütün bunları nasıl adlandırdığımızın bir önemi yok. Sonunda Platon’un şairleri yalancı olarak kovması da, Heidegger’in şairi hakikat sancaktarı yapması da şairin ne veya kim olduğunu kuşatamadı. Şair yeri geldi gerçeği herkesten çok gözeterek yalancılıktan da sıyrıldı, yeri geldi hakikate benzer güzel sözlerle yalancılığın da ekmeğini yemeğe devam etti. Keza hakikate bağlı kalmaktan delirip dilsiz kaldığı da oldu, hakikatçiliğinin solipsizmine saplanarak dilin muhatabı insanı yabancılayıp anlamsız ve boş sözlere savrulduğu da oldu. İşte belki de mesele ne hakikatin şiddetli buyruğuna ne de yalanın güzel kurmacalarına kendini vermekteydi. Kendi olmaktı önemli olan belki de. Ama yine: Kendi olmak ne demek? Şair için dursun bu soru... Şimdi şiirin kendiliği için tekrar soralım: Nedir bu “şiir” denen şey? Değişmez bir özü olmadığına göre, daha doğrusu, ne idi ve ne olageldi? Şiiri, felsefeye benzer biçimde ama başka yollarla, bir şeyin şeyliğini, nedirliğini ve nasıllığını soran, sorduran, gösteren, dönüştüren bir uğraş ve varoluş olarak kabul ederek, soruya felsefe ile şiirin kesiştiği veya zaten henüz ayrılmadığı tarihsel anlardan ve örneklerden hareketle yaklaşalım.


 

Kozmolojik anlatılardan destanlara, arkaik düşünce fragmanlarından kutsal kitaplara şiir ve düşünce aynı sözün gövdesinde varolmuştur. Gelgelelim şiir nadiren düşüncenin bilinçli olarak işlendiği bir mecra olmuş, felsefe de düzyazının muhakemeye dayalı söylemi içinde gelişerek şiir formundan giderek kopmuştur. Felsefe sürekli daha da akılsallaşarak şiirden uzaklaşmış, şiir de sürekli daha da öznelleşerek felsefeden uzaklaşmıştır. Bu tarihsel yarılmayı bir sorun haline getirip felsefe ile şiiri bilinçli olarak bütünleştirmeye ilk kez girişenler Jena Romantikleri olmuştur, özellikle de Friedrich Schlegel, Novalis ve Hölderlin. Jena Romantizminin vizyonunun en özlü haliyle ifade bulduğu “Alman İdealizminin En Eski Sistem Programı” metni tam da bunu dile getiriyordu: “Aklın ve kalbin tektanrıcılığı, hayal gücünün ve sanatın çoktanrıcılığı, ihtiyacımız olan işte budur! ... Mitoloji felsefe olmalıdır ki insanlar akıl sahibi olsun, felsefe de mitolojiye dönüşsün ki filozof duyarlık sahibi olsun.” Bu romantik tasavvur Batı’daki sanat ve düşünce geleneğinde felsefe ile şiir arasında Platon ve Aristoteles’ten beri süregelen yarılmayı dikişlemeyi ve aşmayı amaçlıyordu. Bir bakıma şiirin özeli ifade gücünü felsefenin geneli ifade gücüyle birleştirebilecek bir biçim ve dil arayışındaydı: bir yandan şiirin imge gücüyle şeyleri ve canlı yaşamı olumlamak, diğer yandan felsefenin kavram gücüyle düşünceyi ve zihinsel yaşamı olumlamak – şiir ile felsefeyi melez bir formda yoğurarak bu ikiliği aşmak. Ne var ki Novalis, Schlegel ve Hölderlin felsefe ve şiirin birleşme yollarını Athenaeum fragmanlarında ve kişisel notlarda teorileştirse de bu birliğe işaret eden tamamlanmamış ve parçalı yapıtlar bırakmıştı geriye.


Romantik tasavvurun vaadini tam olarak yerine getirememesi manidardı, çünkü bitmemeye yazgılı imkânsız bir vazife biçmişti kendine. Gelgelelim Romantik arayışın ölgün felsefe topraklarını lirik tohumlarla yeşertmekten ya da eriyik şiir akıntılarını kavram kavanozlarına doldurmaktan öte bir meselesi vardı. Binyıllardır insanın muhayyilesini besleyen dinsel ve mitolojik imgelem artık çekiliyor, dinlerin kutsal alametleri dünyadan kazınıyor, şeyler mukaddes esvabından soyunuyordu: Sadece Tanrı ve Tanrılar değil Kutsal da ölüyordu; yeni ilahlar, yeni ilahsızlıklar gelmekteydi, daha önce görülmedik türden – en dünyevisinden, en cismanisinden, en şeyleşmişinden. İşte eleştirel bir inşa olarak felsefe ile yaratıcı bir zanaat olarak şiir bu koşullarda birbirine yaklaşacak, sanatın ve düşüncenin belirlenimlerini aşma hamlesine girişecek; kutsuzlaşmaya, temelsizleşmeye, her türlü anlamın boşalmasına cevap vermeye çalışacak; düşünce ile deneyimin, anlama ile duyumsamanın kaynaştığı, kurumlaşmayan, taşıllaşmayan, yaşamı bizzat yaşamın içinden aşkınlaştıran, sonluyu güçlendirip şimdi ve burada sonsuzlaştıran bir yazıyı kendine görev biçecekti. Artık dinsel çağların değerleri çöküyor, tersyüz oluyordu ama bu yıkım yeni değerlerin, yeni varoluş biçimlerinin doğuşuna da gebeydi. Şimdi belki de dünyanın ve yaşamın, bedenin ve hazzın aşağılanmadığı, lanetlenmediği bir varoluş ufku açılıyor; düşünce ile deneyimin, Homeros’un sözü ile Akhilleus’un eyleminin, Sokrates’in logos’u ile Aisopos’un mousike’sinin birbirini dışlamadığı bir düşünme ve yaratma biçimi hasıl oluyordu.


“Dünya romantikleştirilmelidir” diyen Novalis’in sonluyu sonsuz, sıradanı olağanüstü kılacak şiirsel-felsefi Romantik jesti bu zamansal ve dünyasal açılmaya cevap verme aciliyetini duyuyordu. On dokuzuncu yüzyıldan itibaren bu yeni dünyanın ve zamanın doğuşuna temas ederek Batı metafiziğinin varlık-yokluk, beden-ruh, söz-eylem gibi kurucu ikiliklerini aşmaya girişen her filozofun çabası da bu Romantik jestin izini taşıyordu. En belirgin uğraklarıyla: Nietzsche’de kavramlara sığmayan hakikatlerin parçalılığını ve değişkenliğini metaforlarla, mesellerle, imgelerle ifade etme çabaları; Heidegger’de varlığın hakikatinin kavramlara indirgenerek soyutlandığı metafizik yapılanmaya karşı şiirin somutlayıcı ve mevcutlaştırıcı gücüne dönüş, varlığın evi olan dilin özündeki şiiri açığa çıkarma uğraşı; Wittgenstein’da yaşamın etik ve estetik halinin mantıksal argümanlarla ve önermelerle düşünülemeyeceğinin bilinciyle imgeler ve edimlerle düşünme girişimleri. Şiir bir bakıma ya Nietzsche’de olduğu gibi, felsefenin kavramsal kuntluğunu ve teolojik kalıplarını aşındırmak, kırmak, eritmek için yaşamın oluş halini ifade eden metaforlaştırıcı olarak devreye giriyordu; ya Heidegger’de olduğu gibi, felsefenin metafizik kavramlarla nisyana terk ettiği varlığın, dilin, hakikatin özüne yaklaşarak insana ve kutsala dünyada yer açıyordu; ya da Wittgenstein’da olduğu gibi, hayatın kendisini ıskalayan mantıksal ve kavramsal düşüncenin yerine geçecek yeni bir düşünme biçimi olarak imgelerle düşünmenin yolunu gösteriyordu. Nietzsche, Heidegger ve Wittgenstein’da olduğu gibi, Romantik ufku izleyen şiir ve düşünce vizyonunda şiir felsefeyi aşacak –hatta felsefeyi aşan yeni bir düşünme biçimini doğuracak– biricik kuvvet olarak görülüyordu.


Peki şiirin felsefeyle ilişkisi nasıldı? Bir nevi şiirle felsefe yapan filozofların tersine, “felsefeyle şiir yapmak” ya da “düşünceyle şiir yapmak” dersek nasıl bir ilişkiden söz edebiliriz? Şiirin felsefeyle ilişkisi, felsefenin şiire temasında olduğu gibi, agonistik veya mimetik olmamıştır. Zira şiir, bizatihi ve bilhassa felsefi olmaya gerek kalmadan, dilin her türlü imkânına açıklığıyla, felsefeyi örtük veya dolaylı olarak içerebiliyor. Örneğin lirik-felsefi şiirin uçlarındaki Hölderlin, Mallarmé, Rilke, Eliot ve Celan’ın dizelerinde şiirin şiir kalarak nasıl düşünselleştiğine tanık olabiliyoruz. Hölderlin: “Bir işaretiz biz, anlamı olmayan, / acısız kaldık ve yitirdik / dili yabancı bir diyarda.” Mallarmé: “Her düşünce bir zar atımı.” Rilke: “Yoksa ışığımızla yalan mı söylemekteyiz / Yoksa binlerce yıldan bu yana gece mi tek gerçeğimiz.” Eliot: “Bir avuç tozda göstereceğim sana korkuyu.” Celan: “Söyle – / Ayırma Hayır’ı Evet’ten / Hakikati söyler, gölgeyi söyleyen.” Keza dil, vücut, düşünce deneyiminin birleştiği Rimbaud, Baudelaire, Artaud örneklerinde, her biri birbirinden farklı düşünsel ve edebi yaklaşımları temsil eden persona’larıyla Pessoa’da şiirin kendiliğinden felsefileştiğini görebiliriz.



Şiir tek başına şiir olarak düşünebiliyor ama felsefe tek başına felsefe olarak şiirleşemiyor. Belki de bu yüzden şiirin felsefeye tavır alma ya da felsefi düşünceyi örnek alma gibi belirleyici bir kaygısı yok ve felsefenin şiir karşısındaki mahcubiyet veya mağruriyetinden görece bağımsız. Şiir cenahından felsefeye bakınca şiirin söyledikleri, felsefeden şiire bakıldığında felsefenin söylediklerinden daha az; en azından şiirin şiir içinde felsefeye dair doğrudan konuşmadığını, felsefenin ise felsefe içinde şiir üzerine sık sık söylem ürettiğini söyleyebiliriz.


Yine de felsefi düşünceyi açıkça şiire dahil eden, şiiri bir felsefenin ifade edildiği mecra haline getiren ya da şiir biçiminde felsefe yapan çok sayıda şiir ve şair-filozof veya filozof-şairden de söz edebiliriz: Hesiodos’un evrenin kökenini, tanrıların doğuşunu mitsel imge-kavramlara dönüştürerek anlattığı Theogonia’sı ve İşler ve Günler’i; Parmenides’in varı yoktan, hakikati kanıdan ayırdığı, varlığın temel sorularını ortaya koyan mistik ve metafizik fragmanları; Herakleitos’un doğadaki karşıtların birbirine tersinirliğini, Logos’un varlığı toplayıcı gücünü kahince muammalar içinde söylediği bilgelik fragmanları; Empedokles’in doğayı, varlıkların oluşumunu, yaşamsal süreçleri, ruhları ve tanrıları mythos ile logos dilini birleştirerek açıkladığı hikmet dizeleri; Laozı’nın karşıtların birbirini tamamlayan devinimiyle çalışan Taocu süreç düşüncesini muazzam bir özlülükle şiirleştirdiği Dao De Jing’i; Lucretius’un Atomcu-Epikourosçu doğa ve ahlak felsefesini varlıkların ve canlı yaşamın sahnesine taşıdığı Evrenin Yapısı...


Bu örneklerin çoğu Antikçağ’a ait elbette, zira henüz şiir ile felsefenin tam olarak ayrışmadığı zamanlar bunlar. Öte yandan modern zamanların şafağında bu ayrışmanın bilinciyle yazmış figürlerden de söz edilebilir. Örneğin William Blake ve geleneksel ahlakın ve teolojinin iyi-kötü olarak kutuplaştırdığı değerleri argüman ve aforizma, imge ve kavram arasında salınan bir dille alt üst ettiği Cennet ile Cehennemin Evliliği. Keza Romantiklerin arifesinde, Antikçağ ve Ortaçağ felsefelerini zamanının ve farklı coğrafyaların düşünceleriyle harmanlayıp evrensel bir irfan ve bilgelik şiirine varan Goethe. Aynı şekilde Romantiklerin şafağında, saf deneyimi felsefece yüklü düşünsel imgelere tercüme ederek bir bakıma arkaik ve antik şiir-düşünce birlikteliğinin modern çağdaki öncüleri olan Wordsworth ve Coleridge.

Günümüze daha yakın dönemde Dada, Fütüristler, Sürrealistler ise şiirin bilinen ve kabul edilen formlarını imha veya ilga ederek daha baştan şiir ve felsefe ayrımını yok saymış, kimi zaman nihilist veya militan kimi zaman da devrimci veya deneysel uçlarda şiir-felsefe ikiliğinin ötesine geçmiştir. Sonrasında Pound, Stevens, Char, Jabès, Ponge gibi kendine has figürler de felsefeyi kâh kateden kâh aşan başka bir dilin içinden şiiri tekil düşünme deneyimleri haline getirmiştir.


 

Son yüzyılda şiir, gelenekten kopma ve geleceğe yol alma kriziyle açılan romantik ve modernist çağında olduğu gibi, yine yeni dünyaların açılımında yeni krizlere cevap verme çabasında belki de; her türlü söyleme ve düşünme imkânının denenmişliği, deneyselleştirilmişliği, delirtilmişliğiyle olan gerilime cevap verme yolunda. Elbette kendisi çağının ilmekleriyle örülmüş olduğu halde zamanının kumaşını çözmeye çalışan birileri çıkacak; kendi zamanının mikroskobu altında olduğu halde lamelin üstündekileri yukarıdaki mercekten görmeye çalışacak; çölde gölgesiz bir gün ortası karamsarlığıyla kavrularak çıkışsızlıklardan, çoraklıklardan, sonların sonlarından geçecek; kendini tekil bir zamansız olarak görüp belki de çağın aciliyetlerine, gerilimlerine, krizlerine cevap verebilen çağdaşlarına körleşecek; hakikatli ölülerin hayaletlerini çağırıp onları müridi olunması gereken atalar olarak tespih gibi dizecek; kan çanağına dönmüş gece gözleriyle kanlı canlı hakikat azmanları aradığını söyleyecek; ama mücadele içinde önü sonu bitkinlikten yıkılıp uykuya dalacak ve gündüzün köreltici ışığında mikroskobik hakikatçiklerin kaşıntısıyla uyandığında hayali savaşının küllerinden tüten duman mahmur gözlerini yaşartacak; bir gün daha yola koyularak dünün çölünden yarının denizine düşünce sondajları, imge dalışları yapacak; öyle ya da böyle bir kez daha söz enkazlarının, fikir çöplüklerinin içinden çıkmaya çabalayacak; belki de çabası uçlarda yürümeler, tökezlemeler, sürünmeler, yuvarlanmalar menkıbesine olsa olsa silik bir dipnot olarak geçecek... Ama ne olursa olsun varlığında yaşadığı şeyleri ölçüp dile getirmeyi denemenin bilinciyle kendi sonuna gidecek.


2015-2023

 

* Bu yazı yazarın Varlıkölçer adlı kitabında Epilog olarak yayımlanmıştır (Epona Kitap, Mayıs 2023, ss. 89-102).

Comments


Commenting has been turned off.
Üst
bottom of page