top of page

Jakuzide Üryan, Kara Boşluğa Nazır: Edebiyatın ve Manifestoların Sonunun Ardından Bir Edebiyat Manifestosu

Lars Iyer


(Türkçesi: Oğuz Tecimen)


Günümüzde edebiyat ne âlemde? Kamusal ve varoluşsal gücünü kaybettiği bir çağda artık ne anlamı var edebiyatın? Trajik ve devrimci yazının yasını tuttuğumuz bir zamanda ne yazılabilir, nasıl yazılabilir? 


Felsefeci ve romancı Lars Iyer derdi olan bir edebiyatın ve düşüncenin peşine düştüğü bu iddialı ve kışkırtıcı manifestosunda günümüzde edebiyatın hali pürmelaline keskin ve mizahi bakışlar atıyor. Çaresizlikler ve açmazlarla beraber umut ve imkân kapılarını da yokluyor.


02/24 | Kitap

 



I. Dağdan Aşağı


Bir varmış bir yokmuş, yazarlar ilahlar gibiymiş, dağlarda yaşarlarmış. Kâh derbeder keşişler kâh zırdeli asilzadelermiş, çoktan ölmüşlerle ve henüz doğmamışlarla hasbıhal etmek için yazarlarmış – yahut hiçoğluhiçe yazarlarmış. Pazaryerinden bihaberlermiş; sırra kadem basmış münzevi insanlarmış. Kimi zaman yapayalnız ve gamlı hayatlarına efkârlansalar da, Edebiyat’ın mukaddes âleminde nefeslenip yaşarlarmış. Oyun, Şiir, Felsefe, Tragedya yazarlarmış, yeni gelen her form bir öncekinden daha yıkıcıymış. Kitapları –kitap yazmışlarsa şayet– ancak onlar öldükten sonra en azaplı, en çetrefil yollarla okurunu bulurmuş. Onlardan kalan düşüncelere ve hikâyelere nazar eylemeye insanın yüreği dayanmazmış, zira telef olup nesli tükenmiş hayvanların kemikleri gibiymiş bunlar.


Sonraları başka bir yazar soyu peyda olmuş, bunlar dağların aşağısındaki ormanlarda yaşıyormuş; hâlâ yüksek irtifaların hayalini kuruyor olsalar da, ormanın berisindeki şehirlere yakın yaşamaya meylediyorlarmış, hatta ara sıra istifi bozup şehir meydanında arzı endam ediyorlarmış. Ahaliyi topluyor, milletin aklını çeliyor, kepazelik çıkarıyor, siyasete dalıyor, düellolara tutuşuyor, devrimler fiştekliyorlarmış. Zaman zaman dağlara avdet edip uzun süre şehre inmedikleri oluyormuş, ama şehre döndüklerinde neveser perdeden vazettikleri sözler karşısında ahali tir tir titriyormuş. Gel zaman git zaman, yazarlar kahraman olmuş çıkmış – yaman ve yaldızlı, acar ve cevval, debdebeli ve cerbezeli. Sonra şehir meydanında avarelik eden, bir baltaya sap olamamış tipler şöyle düşünmeye başlamış: “Ne güzel iş valla! Az buçuk da olsa benim de kafam basıyor bu nanelere, ben de bir deneyeyim bari.” 



Lars Iyer


İşte böyle böyle yazarlar şehirlerde daireler tutmaya, birtakım işlerde çalışmaya başlamış – hatta başlı başına yazarlarca iskân ve işgal edilen şehirler bile vakiymiş. Yerden göğe her konuda ahkâm kesmişler, lütfedip röportajlar vermişler, yerel yayıncı Hz. Dağ Yayınları’nda kitaplar bastırmışlar. Üstelik kitap satışlarını medarı maişet edenler bile olmuş; satışlar düşünce Olimpiya Şehir Üniversitesi’nde yazarlık dersleri vermişler, üniversiteler beşeri bilimlerde tensikata gidince de “dağda yaşamak” üstüne hatıratlar yazmışlar. Reklamcılık işlerinin çakalı olmuşlar; zira anlaşılmış ki meğer yayıncılık endüstrisi aslında reklamcılık sektörünün bir uzvuymuş, dolayısıyla akıllı olanlar önce reklamcılık yapmış – öyle ya, yazarlığın zanaat kısmında ustalaşmak için hiç de fena bir iş değilmiş. Böyle böyle yazarların sayısı okurların sayısını aşmış ve okur kitlesinin boş bir hülyadan ibaret olduğu ortaya çıkmış – nitekim yazmaya atfedilen ehemmiyet de ekseriya hüsnükuruntudan ibaretmiş.


Şimdi masanda oturuyor, Edebiyat hayalleri kuruyorsun, Wikipedia’da “Roman” maddesine göz gezdiriyorsun; bir yandan da tuzlu yağlı abur cuburlar tıkınıp telefonunda kedi köpek videoları izliyorsun. Bloğunda, sosyal medyada yeni bir post atıyorsun, kafanda evirip çevirdiğin derin mi derin şeyleri tweetliyorsun, bir gündem maddesi hakkında yazdığın yorumu orasından burasından didikleyip manidar hale getirmeye çalışıyorsun. Birtakım isimleri fısıl fısıl vird ediyorsun: Kafka, Lautréamont, Bataille, Duras... Hasbelkader anladığın şeyleri hortlatıp onlardan medet umuyorsun, bunlar akla hayale sığmaz ve miadı dolmuş şeyler olsa da yaşadığın her güne musallat oluyor yine de. Bir anda gayriihtiyari gülmeye başlıyorsun – biçarelikten gülüyorsun kendine, gözlerinden yaş gelene kadar gülüyorsun. Sonra “Yeni Belge”ye tıklayıp pineklemeye devam ediyorsun; titreyerek bilgisayar ekranına bakakalıyorsun ve “Acaba ne yazsam şimdi?..” diye dalıp gidiyorsun.



II. Kukla Ceset


“Edebiyat öldü!” – empirik olarak yanlış olsa da sezgisel olarak doğru bir hipotez. İstatistiki göstergeleri kale aldığımızda makul bir teşhis. Tarihte hiçbir zaman bu kadar çok okur ve yazar olmamıştı. İnternetin yükselişiyle birlikte manidar bir okuryazarlık kültürü de yükselişe geçti. Genellikle konuşmaktan çok yazışıyoruz. İzleyici veya dinleyici olmaktansa, hiç olmadığı kadar çok yazıyor veya yorum yapıyoruz. Malum: Yazarlık programlarından mezun olanların sayısı Shakespeare zamanındaki Londra ahalisinin nüfusunu geçmiş durumda. Gabriel Zaid’in So Many Books’ta [Los demasiados libros] belirttiği üzere, yazarların mantar gibi çoğalması şu anlama geliyor: Yayımlanmış kitapların sayısı yakında insan nüfusunu gölgede bırakacak, yakında yeryüzünde şu zamana dek yaşamış insanlardan daha fazla kitap olacak. Artık telefonlarımızda kütüphaneler taşıyabiliyoruz; kitaplar (baskısı olsun olmasın) bir dokunuşta elimizin altında. Kudreti engin Amazon, sonsuz sınırsız içerik Akışı, ilmi vâsi Agregatörler, Wiki-hikmet ummanı, “Bunu Beğendiysen Bunu da Beğenirsin”ler, “Layk”lar, “Koment”ler, Listeler, İkincil Kaynaklar, Literatürler, Şerhler, Yorumlar sağolsun, eşi benzeri görülmemiş türden bir kelimeler çağında yaşıyoruz.







Gelgelelim... başka bir anlamda, başka bir mizanda: Edebiyat mevta – cesedi de epey soğumuş durumda. Bunun böyle olduğunun sezgisel olarak farkındayız; hissiyatımız, kaygılarımız ve korkularımız buna delalet ediyor, hatta kanıksadığımız bir durum bu. Rüya bitti, imanımız ve hayretimiz uçup gitti, Edebiyat’a olan inancımız çöktü. 1960’larda yaşanan bir süreçte, büyük nehirler –Kültür, Edebiyat Geleneği, Yüce Eserler Kanonu– ilmek ilmek üst üste binip birbirine karıştı, sonra çatallanmalarla envai çeşit kola ayrıldı, kültür deltasının alüvyon ovalarında atıllaşıp çamurlaştı. Dikey boyuttan yoksun bir kültürde Edebiyat ancak şu suretlerde varlığını sürdürüyor: gerçeklik etkisi üzerine bir başvuru kaynağı ya da günümüzün özel üniversite sisteminde bir yan dal. Neydi vaktiyle Edebiyat? Diderot’nun, Rimbaud’nun, Walser’in, Gogol’ün, Hamsun’un, Bataille’ın, en çok da Kafka’nın edebiyatıydı: devrimci ve trajikti, peygamberane ve münzeviydi, yaşarken açılmayan bir mirastı, uyumsuzdu, radikaldi, yerleşik kanaatlere karşıydı, kâhinlerin ve yabancıların meskeniydi, muhalif ve tutkuluydu, yıkma ve başkalaştırma peşindeydi, olanı tasvir etme peşindeydi, evet ama tasvir ederken aynı zamanda paramparça etme peşindeydi, içeri bakan kültürün dışındaydı, dışarı bakan kültürün içindeydi. Bu mahiyette eserler, bu ruhu taşıyan eserler artık yok. Daha doğrusu, hâlâ var ama eski türlerin ve üslupların parodisi olarak ancak. Edebiyat kendi kendini taklit eden bir maskaralık haline geldi; kültürel önem ve değeri aşırı enflasyona uğradı, sonsuz küçük birimleri ucuz hisse senedi gibi alınıp satılır oldu.




Bu çöküşün sebebi neydi?


Geçmişteki sınıf ve iktidar yapılarının ortadan kalkmasına işaret edebiliriz. Kilisenin, aristokrasinin, burjuvazinin çöküşüne – yani Modernist enerjiyi harlayan mukavemet unsurlarının çözülüp dağılmasına. Hani Kant der ya, güvercin havanın direncine meydan okuyarak özgürce süzülür, işte yazar da Edebiyat’ta bir tür direnç hissetmeye ihtiyaç duyar, bir şey için mücadele ederken aynı zamanda bir şeye karşı çalışma ihtiyacı duyar. Karşısında duracağı, muhalefet edeceği birisi yoksa neye karşı mücadele edecek yazar?


Sonra küreselleşmeden dem vurabiliriz; bütün dünya küresel pazarın bünyesine tabi oldu, bu da eski kültürel formların ve ulusal edebiyatların zayıflamasına yol açtı. Birey öyle bir konuma yükseldi ki ayrıksı olması bile klişe haline geldi; artık benlik, ruh, kalp, akıl gibi mefhumlar dillere pelesenk olup harcıâlem teranelerin malzemesi oldu. Kavgaya tutuşacağımız bir gelenek hissi neredeyse yok – geçmişteki yazarlarda olan türden, yazar olma yolunda agonistik bir mücadele yok. Ayrıca günümüz kültüründeki popülizme işaret edebiliriz; havas ile avam arasındaki eski farklar, yüksek sanat ile popüler sanat arasındaki eski sınırlar kayboldu. Pazar ekonomisinden eskisi kadar işkillenmiyoruz artık. Yazarlar artık kapitalizmin karşısında konumlanmak yerine kapitalizmle ittifak içinde çalışıyor. Kitaplarınız satmıyorsa, isminiz bilinmiyorsa, imza günlerine akın akın gelen hayranlarınız yoksa hiçsiniz. Liberal demokrasilerin her şeyi sıradanlaştırıp tesviye etmesine de işaret edebiliriz; mevcut siyasal sistem her şeyi hoş görerek, her şeyi bünyesine katarak hiçbir şeye özellik ayrıcalık tanımıyor. Sanat bir zamanlar muhalifti, ama artık kültürel tertibatlar tarafından yutuluyor; ciddiyet bile X, Y, Z kuşakları nazarında kiçe indirgeniyor. Oysa ciddiye almamız gereken şeyler henüz bitmedi: atmosfer kaynıyor, su kaynakları tükeniyor, siyasi dinamikler akla ziyan felaketlere müsaade ediyor. Gel gör ki bütün bu trajediyi kayda geçirecek edebi araçlar tükenmiş durumda. Küreselleşme, Edebiyat’ı ehlileştirip milyonlarca niş pazara dağıttı; kitaplar “ürün” haline geldi: “zevkli”, “dikkate şayan”, “enfes”, “emek ürünü”, “muteber” – ama daima küçük ve zararsız. Artık hiçbir şiir devrimin fitilini ateşlemiyor, hiçbir roman gerçekliğe meydan okumuyor – böyle şeyler kalmadı.





Edebiyat’ın tarihi, “yankı odası”ndaki bir ses gibi, her tekrarda sönükleşiyor. Ya da başka bir metaforla ifade edecek olursak: Edebiyat da nihayetinde –su gibi, petrol gibi– sınırlı bir kaynaktı belki de; musluktan akıp giderek ve her patlayıcı tezahüründe yanıp havaya karışarak tükenen bir şeydi belki de. Şayet Edebiyat’ın tarihi Edebiyat’ın ne olabileceğine dair yeni fikirlerin tarihiyse, o halde modernizm ve postmodernizmin kuyuyu dibine kadar kuruttuğu bir yere gelmişiz demektir. Postmodernizm –kuşkusuz o da bir tür modernizmdi, sadece ismi daha vahimdi– bizi oyunsonuna getirdi; her şey denendi ve yapıldı, hiçbir şey şaşırtıcı değil. Geçmişte her büyük cümle bir manifesto ihtiva ederdi, her edebi yaşam geleneğin dışına çıkan bir çizgi arz ederdi; ama bugün her şey kopyalamaktan, şerh düşmekten, rolün neyse onu oynamaktan ibaret. Artık orijinallik bile bizi şaşırtamıyor. Üslup, biçim, yapı alanında o kadar çok alengire ve numaraya şahit olduk ki her bileşeni orijinal olan bir şey bile ancak yenilikleri yeniden üretmesi anlamında yeni; dolayısıyla, ne tezattır ki, hemen kabul görüyor.


Kimileri o maziperest kıyamet borularıyla eski usullere ve geleneklere dönüş çağrısında bulunuyor; Kültür atlı savaş arabalarıyla dönsün istiyorlar, edipliğe ve müellifliğe iadei itibar talebinde bulunuyorlar – fakat bu tantanalı talepler ya kuşkuyla ve alayla karşılanıyor ya da kale bile alınmıyor. Antikiteden günümüze bütün “klasikler”in belli bir repertuvar dahilinde tekrarlanma takvimi vardır, örneğin Noel’de Fındıkkıran’ın sahnelenmesi. Edebiyat itibarını ayin dahilinde var eder; nasıl ki metroda gördüğümüz bir rahibe o ortamda acayip kaçıyorsa, Edebiyat da bu dünyada acayip kaçıyor. Günümüzde –yeni nesil yazarlar dışında– kim kendini Yazar olarak ciddiye alabilir ki? Kim gelecek kuşakların minnetini düşleyerek e-postalarını ve tweetlerini arşivleyebilir ki? Blanchot’nun kapandığı yalnızlık imkânsız hale geldi, keza Rimbaud’nun sürgünü de, Radiguet’nin genç yaşta ölümü de. Artık kimse reddedilmiyor, kimse yok sayılmıyor; böyle bir zamanda herkes eza ve cefa çekmeden, basiret süzgecinden geçmeden hemencecik yayımlanıyor. Yazarlık buharlaştı; yerine reklamcılar ve app developerlar ile omuz omuza vermiş tuş takımı amelelerinden müteşekkil bir güruh geldi.





Bu yeni düzene müteşekkir olmamız gerektiği de iddia edilebilir. Neticede barakanda hobi olarak yazarken bir anda çiçeği burnunda bir romancı olup çıkmak çok hoş değil mi? Hem bakarsın, insanlar kitabını okuyup “Vay! Nasıl yazdın bunu!” diye hayret ederek hayranlık duyar sana (gerçi insanların hâlâ edebiyat filan okuması da ayrıca hayrete şayan). Ne güzel, eş dostun ve aile efradının takdirini de kazanırsın. Az buz değil – roman yayımladın! Peki insanlar hâlâ roman okuyor mu sence? Al bir de buradan yak! Ama roman yayımlamış olman, arkadaş çevrenin nezdinde romanın muhtevasından katbekat daha önemli. İsmin Google’da aratıldığında jakuzide anadan üryan fotoğraflarından başka şeyler de çıkacak olması başlı başına bir şey. İşte böyle böyle yazarlığın saygınlığı uçucu bir edebiyat kariyerizminin saygınlığına bırakıyor yerini. Ama bu da iki günde unutulup giden bir şey.


Peki burada bu kadar kötü olan ne? Pazaryerindeki tezgâhlarda efsunlu bir boş laf uğultusu satılıyor – mutlu mesut bir hayat için beyaz gürültü. Binbir çeşit çiçek açsın, fikirler yarışsın. Falan filan. Belki de Edebiyat’ın vefatı belli bir ihtiyacın hitamına işaret ediyordur. Belki de “Edebiyat sizlere ömür!” deyip bu sevdadan vazgeçmeliyiz. Hem poète maudit'lerin, “lanetli şairler”in maskaradan hallice heyulasına ne lüzum var ki; ellerinde absent şişesi, gözleri kan çanağına dönmüş Rimbaud’nun ya da Lautréamont’un tepemize dikilmiş hayaletine ne hacet var böyle bir dünyada? Aramızdaki pragmatik zihniyetliler indinde, Edebiyat’ın sonu melodramatik bir modelin iflasından ibaret – esasında boş bir umuttu bu; psikanaliz, Marksizm, punk rock ve felsefeyle aynı akıbete uğradı. Pragmatik olmayanlarımız ise kaybedilenlerin farkında – kaybı bizzat yaşıyor. Edebiyat olmadığında, Trajedi’yi de Devrim’i de kaybederiz; ki bunlar Umut’a dair en iyi son iki modeldi. Trajedi ortadan kaybolduğunda karamsarlık deryasına batarız, ki böyle bir hayatta yaşanan muazzam efkâr da trajik hissiyattan hallice olabilir ancak. Trajediye hasretiz ama trajedinin yerini fars almışken nerede bulabiliriz onu? Şimdilerde edebiyat eleştirisinde edebiyat manifestolarına sadece ayıplama ve küçümsemeyle bakılıyor. Artık her türlü çaba miadını doldurmuş, gecikmiş. Artık her türlü hamle sahtekârlık. Ne söylemek ve ne duymak istediğimizi biliyoruz ama yeni enstrümanlarımız notayı tutturamıyor. Do it again ya da make it new sloganları boşuna, çünkü bu iki eylem de zamanla teleskopun merceğinde küçülerek eşdeğer hale geldi – arabasına sığamayan sirk palyaçoları gibiyiz. Pessoa’nın sözleri çınlıyor kulaklarımızda: “Madem hayattan güzellik çıkaramıyoruz, bari hayattan güzellik çıkaramayışımızdan güzellik çıkaralım.” Üstümüze düşen vazife bu; son şansımız, en iyi seçeneğimiz bu.




Lautréamont - Rimbaud - Pessoa


III. Edebiyat Hastalığı


Yazan kişi yazıdan sürülür, kendi ülkesine – peygamber olmadığı ülkeye.

Maurice Blanchot


Her ölüm karşısında olduğu gibi, her felaket karşısında gafletle verdiğimiz ilk tepki inkârdır. Edebiyattaki dâhilerimizi öyle çok sevmişiz ki zamanlarının geçtiğini kabullenemiyoruz. Bloomsday bayramında şenlik direğini tavaf ederek dans ediyoruz, Camus ismini Aşai Rabbani ayinindeki mübarek ekmek gibi ağzımıza alıyoruz. Âlâyı vâlâyla yapılan ödül törenlerinde, hasret kaldığımız başyapıtları kıyısından köşesinden andıran romanlara gururla azamet nişanları veriyoruz. Edebiyat’ın prestiji, enkazı ve cismi olduğu gibi duruyor ama ruhu bizi terk etmiş durumda. Zamane edebiyatının vahim vaziyetini ancak üç beş yazar gerçekten idrak edebildi. Yalnızca üç beş yazar hali pürmelalimize ve yüzleştiğimiz dertlere dair hakikati yazdı. Eserlerinin marazlı hali insanı yiyip bitiriyor, akıl almazlığı dehşete düşürüyor; öte yandan, tezat gibi ama, sevinç ve neşe de var onlarda, hakikatin tınısını duyuruyorlar. Bu eserlerde bizi özgürleştiren müthiş bir dürüstlük var. Belki de bu yazarlardır yola nasıl devam edebileceğimizi gösteren kişiler.


Tedaviye geçmeden evvel teşhisle başlayalım. Enrique Vila-Matas’ın Montano Hastalığı romanının anlatıcısı bir tür “edebiyat hastalığı”na duçar olmuştur; dünya deneyimi edebiyat tarihindeki büyük isimlerin kitaplarında okuduğu şeylerin hükmüne girmiştir. Kendisini ve etrafındaki her şeyi, kafayı taktığı yazarların eserlerine ve hayatlarına istinaden anlamakla maluldür. Vila-Matas’ın Montano Hastalığı’nı yazma saiki illete deva bulmaktır: Edebiyat’ı edebiyat yoluyla terk etmektir.





Kitabın başlı başına bir novella sayılabilecek ilk kısmında Montano edebiyat marazından kurtulmak için Nantes’a gider, ama nihayetinde hastalık batağına daha beter saplanır. Şehrin ona tek çağrıştırdığı, Breton’la birlikte Jacques Vaché’dir. Vaché sırf Breton’a yazdığı mektuplarla maruf efsanevi proto-sürrealisttir, orada doğmuş ve orada intihar etmiştir. Nantes Breton’un da gözdesidir, gözbebeği Paris’ten sonra ikinci ilham kaynağıdır. Montano bu şehre oğlunu ziyarete gittiğinde kendini Hamlet’in hortlak babası gibi görmekten alamaz, zira oğlu Shakespeare’in karakteri gibi zırdeli numarası yapıyordur.


Montano edebiyata hapsolmuştur. Biçare halde şehri terk etmeye karar verip en yakın zamanlı treni yakalamaya koyulduğunda, “Bu da pek edebi bir şey oldu, maalesef trenler de çok edebi,” diye hayıflanır; ulaşım araçları da hastalığından nasibini almıştır. Sonra Şili seyahati de derdine deva olmaz; küçük bir uçakta giderken Antoine de Saint-Exupéry’yi düşünmekten alamaz kendini, zira zamanında Exupéry o dağlar üzerinden uçarak posta dağıtmıştır. Montano yolculuk sırasında daha nice yazarın ismini yâd eder: Danilo Kiš, Pablo Neruda, Alejandra Pizarnik...




Enrique Vila-Matas


Montano ıstırap çekiyordur. Onun için her şey edebiyat haline gelmiştir. Dünyayı edebi mecazlar ve göndermeler sistemi olarak görür. Montano intiharı ve her şeye son vermeyi hayal etmekten bile âcizdir, çünkü ölüm “tam da edebiyatın en çok söz ettiği şeydir”. Çıkış yoktur – medet umduğu her türlü eylem biçimi edebi bir klişe, edebi bir kiç haline gelme riski taşıyordur. Kaldı ki Montano’nun derdi Edebiyat’a mahpusluktan ibaret değildir, Edebiyat’ın kendisi artık cafcaflı ve bayağı bir sahne suretine bürünmüştür.


Montano enfeksiyonunun kökleri Kafka’dadır (son yüz yıldır karşılaştığımız sorunlardan Kafka’nın öngörmediği var mı zaten?). Montano’ya göre, “edebiyat hastalığı”nda Prag doğumlu yazarı kimse geçemez. “Ben edebiyattan ibaretim,” der Kafka. Fakat Kafka bu hastalıktan edebiyat çıkarmayı başarmıştır. Montano Hastalığı’nın anlatıcısının gözünde, Şato gerçekliğin yerine tefsiri koymanın ve hastalıktan kaçıp sağlığa sığınmanın imkânsızlığını alegorileştirir. Ama tam da hastalığından alegori yaratma işi bir bakıma edebiyata dönüşür. Başka bir deyişle Kafka yine de yazmaktan âciz değildir, hâlâ Edebiyat yazabiliyordur; dolayısıyla ondaki edebiyat hastalığı, bir süreliğine de olsa, hafiflemiştir.


Vila-Matas’ın anlatıcısının Kafka’dan da az seçeneği vardır. Kafka için dini oluşturan yapılar çökmüştü, bu da onu alegori alanına sürüklemişti. Ama Vila-Matas için alegoriyi oluşturan yapılar dahi çökmüştür, bizatihi anlatıyı oluşturan yapı bile harabeye dönmüştür. Kafka yine de bir hikâye anlatabilmektedir, fakat Vila-Matas’ın anlatıcısı için bu mümkün değildir. Nasıl ki Kafka dinin miadının dolduğu bir zamanda doğmuşsa, biz de Edebiyat’ın miadının dolduğu bir zamanda doğduk. Montano’nun anlatıcısı edebiyattaki efsane figürlerin hayatlarını ve eserlerini canlandırıp sahneler, bize ne kadar uzak figürler haline geldiklerini gösterir; kaldı ki daha o zamanlar Edebiyat bu yazarlara bile mesafelenmeye başlamıştır. Bizden uzaklaşıyor Edebiyat, bizden önceki edebiyatçılardan da uzaklaşıyordu; sözgelimi, Montano Hastalığı’nda anlatıldığı üzere, Gide gibi günlük tutan, daima Başyapıt yazmanın hayalini kuran bir yazarın hali bunu gösteriyordu. Gelgelelim Başyapıt fikri –hatta Başyapıt yazma hayali bile– edebiyatta kiç haline geldi artık. Bizzat edebiyatın Montano hastalığından mustarip hale geldiğini iddia eden anlatıcının kastettiği işte budur: Montano illeti –dünyayı Edebiyat’la görmek– Edebiyat’ın da illeti olmuştur; Edebiyat artık dünyayı yansıtamayan bir ayna haline gelmiştir.





“Don Quijote bir medeniyetin gençliğini temsil eder: Kendi kendine olaylar uyduruyordu o; biz ise başımıza musallat olaylardan nasıl kurtulacağımızı bilmiyoruz,” diye yazar E.M. Cioran. Olaylar uydurmak, hatta olayları alegorileştirmek artık pek de mümkün değil sanki. Rüzgâra karşı tükürmek gibi, en ufak edebi hamlemiz dönüp suratımıza yapışıyor. Gerçi, Montano Hastalığı’nın maharetle kotarılmış ilk kısmında olduğu gibi, komik bir şey de olabilir bu. Ama nihayetinde insanı bitap düşüren bir şey; bir yorumcunun kitap üstüne yazısında dediği gibi, “espriler gitgide gücünü kaybediyor” ve kitap “işkenceli” hale geliyor. Katılmamak elde değil; anlatıcı bir yerden sonra “olay örgüsünün ipini kaçırıyor – tabii ortada öyle bir şey varsa”. Ama yine de, bu berbat açmaza rağmen, Vila-Matas sürpriz bir başkaldırı hatta umut işaretiyle bitirir romanı. Anlatıcı ve Robert Musil engin bir dipsiz uçurumun kenarında, kara boşluğa nazır halde diz çöker; etrafları kurumlu ve kendinden memnun yazarlarla –“edebiyat düşmanları”yla– doludur, grotesk bir edebiyat festivali havasında hepsi birbirini tebrik ediyordur. “Zamanın atmosferi böyle,” diye hayıflanır anlatıcı, “ruh tehdit altında.” Ama Musil karşı çıkar: “Prag’a el süremezler... orası bir büyü çemberi. Prag onlara hep fazla gelmiştir, daima da fazla gelecektir.” Edebiyat’ın ölümcül hastalığını teşhis etmeyi amaçlayan bir kitap olarak Montano Hastalığı her şeye rağmen henüz bitmemiş bir şey kaldığını belirterek sonlanır: Bir yerlerde öyle sağlam ve gizli bir değer var ki onu bizimki gibi bir zaman bile bozamaz.


Şimdi Thomas Bernhard’a geçelim, o da Montano illetinin malullerinden. Yapacak bir şey yok, çıkış yok; yapacak bir şey olmadığına ve çıkışsızlığa işaret etmekten başka yapacak bir şey kalmadı. Defalarca yeniden anlatılır aynı hikâye: Belli bir konuda (kâh işitmenin mahiyeti kâh Mendelssohn’un müziği) her şeyi söyleyip tüketen o önemli muhtasar eseri, summa’yı tamamlamaya uygun yeri ve zamanı bulma girişimi ve anlatıcının bu büyük projeyi gerçekleştirmeye çalışırken karşılaştığı aşılmaz sorunları nakletmesinin hikâyenin kendisi haline gelmesi. Bernhard kendine has konular geliştirip (düşünce hayatı sürme yolunda yaşanan hüsran, öfke ve sekteye uğrayan emeller, Avusturya’daki iktidarın işbirlikçiliğinin ve kalleşliklerinin ardından hayata devam ediyor olmanın suçluluğu ve acısı, ahlaki yozlaşmaya karşı duyulan tiksinti, Nazizm’in gölgesi) bunları kakofonik bir tema dahilinde varyasyonlarla çeşitleyerek işler. Bilincin kendini tekrarlayarak yarattığı devasa spiraller döne döne uzar da uzar, helezonlar oluşturup hiddet ve hüsran kasırgasına dönüşür. Yoluna çıkan her şeyi yıkıp savuran hortumlar gibidir kitapları; mübalağalarla ifade edilen derin düşüncelerle birlikte dem vurulan süflilikler ve bayağılıklar havada uçuşur, her şeyi hedef alan asabiyet ve hırçınlık nöbetlerinde Eski Dünya aforizmaları seferber edilir, koca koca ithamlar kat kat yükseldikten sonra düşünceyi dağıtan alelade şeylerin üstüne devrilir: bir bavulun değeri, bir hayatın değeri, evcil köpeklerin her türlü entelektüel düşünceyi nasıl sabote ettiği, kahvaltı servisinin nasıl bir tecavüz olduğu. Parçalanıp dağılmanın eşiğine gelen cümleleri hayatı yansıtmakla kalmaz; şaibeli rejimler altında yaşayan bitik filozofların, bitik bilimcilerin, bitik müzisyenlerin, bitik yazarların sıradan ve yavan hayatlarını aksettirmekle kalmaz – bu hayatları oluşturan etkenleri bilfiil icra edip sahneler.




Thomas Bernhard


Üslubunun dur durak bilmeyen ivmesi akamete ve tavize tahammülsüzlüğünün ifadesidir; akamete uğradığını ve taviz verdiğini idrak edemeyenlerin arsız ve kibirli sahtekârlığına duyduğu nefretin tercümesidir. Bernhard’ın hüsranlı anlatıcıları, kendilerine savaş açtıklarından, yazacak yer ve zamanı bir türlü bulamaz, üstat belledikleri yazar ve düşünürler (kâh Schopenhauer ve Novalis, kâh Kleist ve Goethe) gibi olma imkânına kavuşamazlar, bu yüzden de bu büyük figürler gibi olmanın imkânsız hale geldiği bir kültüre savaş açarlar. Geçmiş Kültür’ün tamamının, Edebiyat ve Felsefe’nin tamamının topyekûn anafora kapılarak akıp gittiği tahliye deliğidir Bernhard. Dehşet içinde Kültür’ün intiharının yasını tutarken, bir yandan da “edebiyat düşmanları”na hakaret yağdırır. Odun Kesmek’te geçen katlanılmaz akşam yemeği partisindeki devlet sponsorlu sanatçıları, oyuncuları, yazarları, bestecileri yerin dibine sokar. Kültür yoksunu burjuva hayatına nefretini kustuğu senaryolar kurar; Beton’daki sosyetik işkadını ablada ete kemiğe bürünür bu filistenlik. Öte yandan Bitik Adam’da ortaya koyduğu üzere, sanatsal bir uğraşın kuvvetle muhtemel akıbeti intihar, delilik ve zillete düşmektir.





Gelgelelim Bernhard’ın ironisi şudur: Anlatıcıları defalarca başarısızlığa uğrasa da, başarısızlığı fırsat bilerek yeniden başlayıp yeniden akamete uğrasalar da, Bernhard konuşmanın bir yolunu ve formunu bulmuştur. Müzisyenleri müziği terk etmiş olabilir, müzikologları müzik üstüne tek bir cümle bile yazamıyor olabilir, ama Bernhard kendi müziğini oluşturmuştur. Grotesk bir senfonidir bu; farsa varan, gülünç, saçma, şirretçe bir vals de denebilir, fakat reddiye nağmesinde heyecan verici bir şey –hadi ağzımızı korkak alıştırmayalım– “güzel” bir şey vardır. Gene, Vila-Matas’ta olduğu gibi, ancak dipsiz uçurumun kenarında, kara boşluğa nazır halde hatırlarız o dokunulmaz değeri.


Kendi ölümüyle yüzleşerek hayatta kalan edebiyata son bir örnek. Bolaño’nun Vahşi Hafiyeler’i 1975 yılında bir edebiyat vangardı yaratma girişimine dair bir kitaptır, vangardist pratiğin imkânlarının çökmesine binaen yazılmıştır. Siyasal devrime dair bir kitaptır ve bu türden devrimlerin kaçınılmaz iflasının günyüzüne çıkmasının akabinde yazılmıştır. Avangart edebiyata dair bir romandır, ama avangart edebiyattaki kavramcılığa ve üslupçuluğa karşı koymaktan da geri durmaz. Mestane ve tutku dolu bir romandır – Bolaño’nun deyişiyle “kendi kuşağıma yazdığım bir aşk mektubu”dur. İşte bu roman Edebiyat ve Devrim arzularının parodisi olarak cereyan eder. Son zamanlardaki bütün romanlar gibi gecikmiş bir romandır, ama o romanların pek çoğunun aksine bu gecikmişliği işlemenin bir yolunu bulmuştur. Bu bakımdan Vahşi Hafiyeler’in sunduğu model, yazar olmaya heves eden herkes için, çağımızın anakronik hayalleri hakkında usturubuyla konuşmanın yolunu gösterir.





Kitabın farazi kahramanları Ulises Lima ve Arturo Belano –Damardan Gerçekçiler denen edebiyat “çetesi”nin liderleri– romanda nadiren uzun süre sahnede kalır. Genellikle rivayetler yoluyla öğreniriz hikâyelerini; Bolaño farklı anlatıcıların ağzından aktarır onların serencamını. Hem olumlu hem de olumsuz değerlendirmelere tabi tutulur bu ikili. Toy ve zıpır hukuk öğrencisi Madero onların hayranıdır, ki Vahşi Hafiyeler’in son kısmı Madero’nun zekice yazılmış komik günlüğünden oluşur. Öte yandan onları küçümseyenler de vardır: “Belano ve Lima devrimci değildi. Yazar da değillerdi. Bazen şiir yazdıkları olurdu, ama bence şair de değillerdi. Torbacılık yapıyorlardı,” der Bolaño’nun bir anlatıcısı. “Damardan gerçekçiliğin olayı... ahmak bir kuşun ay ışığında mal mal horozlanmasıydı, esasında manasız ve beş para etmez bir şeydi,” der bir başka anlatıcı. Nihayetinde bu iki karakter Edebiyat ve Siyaset’in göçtüğü bir zamanda hâlâ edebi ve siyasi pozlar takınıp dünyayı dolaşarak “felakete veya dipsiz uçuruma” doğru yol alır. “Öyle partiler için savaştık ki... zafer kazansalar muhtemelen bizi hemencecik zorunlu çalışma kampına yollarlardı,” diye yazar Bolaño kendi kuşağından söz ederken. “Mücadele ettik ve elli küsur yıldır ölü olan bir ideale gönül verip kendimizi harcadık.”




Bile bile ölü bir ideale gönül verip kendini harcamak – işte Vahşi Hafiyeler’deki hâkim hava bu. Bolaño’nun idrakine vardığı şey hem altüst edici hem de özgürleştiricidir: Artık hakkında yazılabilecek tek konu Edebiyat’a epilogdur – Edebiyat’ın göçüp giderken bıraktığı izlerin peşinden dizleri üstünde sürünerek giden insanların hikâyesidir. Meta-kurmaca oyunbazlığı veya solipsizm filan değil bu; gerçekle yüz yüze gelebilmek. Yaşadığımız kültürde milyonlarca yazar zebunu oldukları o büyük edebi türleri, üslupları taklit ediyor; kiç şeyleri geviş getirdiklerinin farkında bile değiller. Özgürlük adlı romanın yazarından bir Flaubert çıkmayacağını hepimiz biliyoruz, öte yandan bu kapının bize neden kapalı olduğunu da pek anlayamıyoruz. Her yıl ölü üsluplar –realizmler, modernizmler, yeni-gazetecilikler, oyuncu postmodernizmler– retro furyası içinde son moda şeyler olarak sunuluyor. Edebiyatın cesetle kuklacılık oynamak yerine vefatını kabul etmesinin zamanı geldi. Asla yaratamayacağı şeylerin hayalini kuran bir kültürün farsı hakkında konuşmalıyız doğrudan, zira bu fars bizim trajedimiz. Halimizin karanlığıyla ve acı gülünçlüğüyle yüzleşmeliyiz. Yoksa Bolaño’nun anlatıcıları, İsrail’de hapishane hücresinde kendi akıbetlerini beklerken, ne diye dev yaraklı cüceler çizsin ki? Yoksa Madero ve yoldaşları, Cesárea Tinajero’yu arayışlarının encamına yaklaşırken, ne diye Vahşi Hafiyeler’in son sayfalarında yer alan karikatürlere dair tahmin yürütme oyunu oynasın ki? Böyle işte Edebiyat’ın bittiği çağda yaşayan insanların hal ve hareketleri. Gene, Cervantes’te olduğu gibi, en sürükleyici anlatı Edebiyat’ın hayatımızdaki rolüdür. Fakat günümüz gerçekliğinde edebiyat bataklık heyulası, zincire vurulmuş gulyabani, ne idüğü belirsiz silik bir şeyimsi; ki böyle bir edebiyatın rolü de eblehler ordusunu hipnotize etmek: müstakbel romancıları, müstakbel devrimcileri, eleştirmenleri, felsefecileri, edebiyat sitesi editörlerini, dergi abonelerini, müstakbel entelektüelleri – hepimizi.

 


IV. Vefatın Yasını Tutarken Ne Yazmalı


Gani gani umut var, sonsuz umut, ama bizim için değil.

Kafka


İşte geldik dağın öteki tarafına; hasretiz yazar-atalarımızın fırtınalarla kasıp kavrulan o engin yaylalarına, nostaljiyle bakıyoruz bir zamanlar kerametler gösterdikleri irtifalara – ama biliyoruz ki bizim yaşadığımız yer aşağıdaki düzlükler. İşte geldik Edebiyat ve Kültür’ün sonuna; dımdızlak, perperişan, rezil rüsva haldeyiz. Kudemanın koca çarıklarıyla sersem sepelek yürüyen çocuklarız biz. Belki de Bernhard ve Bolaño bile taklit edemeyeceğimiz kadar büyükler! Belki de David Shrigley ve Ivan Brunetti gibi delibozuk karikatüristleri örnek almalıyız. Başlı başına seçtikleri ifade biçimi bile feci sonlarını nasıl kucakladıklarını gösteriyor. Bilgisayarlarımızın fişini çekmeli, kitaplarımızı fırlatıp atmalı, okuyup ilim irfan edinmeyi filan unutmalı, dertlenip tasalanmaktan vazgeçmeliyiz. Ama yazıp çizmekten kendini alamayanlarımız için işte birkaç yol işareti.





Edebi olmayan bir sadelikle yazın. Oyunun bittiğinin, her şeyin son bulduğunun bilincindedir böyle bir yazı. Vahşi Hafiyeler’in üslubu bilhassa gayriedebidir, adeta gayrizariftir; anlatıcı seslerin mahirane bir tarzda dile gelen huzursuzluklarına rağmen öyledir. “Boğucu bir doğrudanlığı” vardır. Bernhard bile, dili ve sentaksı onca eğip bükmesine rağmen, nihayetinde dokunaklı bir sarahatle yazar, süsleyip püslemekten uzak durur; bilakis, şikâyetini çiğneyip posasını tükürerek yazar. Mahut dipsiz uçurum, o kara boşluk bizi bir tanık beyanındaki gibi istikrarla açık ve net olmaya çağırır; vaka sonrası, olan biteni anlatan şahidin raporundaki soğukkanlılığı talep eder. Artık edebiyat o Şeyin Kendisi’ni yazmak değil, şu gaip olmuş Şey’e dair yazmaktır.


Kalıplaşmış kapalı formlara direnin, başyapıtlara direnin. Başyapıt yaratma dürtüsü bir nevi ölüseviciliktir. Yazı her tarafından açık olmalıdır ki hayatın gerçekliğinin –karanlığının ve komikliğinin– cereyanı dile nüfuz edip sayfaları havalandırsın. Vila-Matas’ın bu konudaki hissiyatı şöyle: Kurmaca metinler yazan herkes kartlarını açık oynamalı ki kendisine dair bir imge ortaya çıksın. Ama fars kabilinden hayatın bir imgesidir bu; Edebiyat’tan sonra gelen edebiyat olduğunu belli etmek için kartlarını açık oynar. Yazar deha maymunluğu yapmaktan medet ummayı kesmeli. Bilakis yazarın maymun olduğunu, budala olduğunu göstermeli. Ama arsız densiz meddah olmaya da kalkmayın. Bu güldürüde siz düz adamsınız, asıl komik adam evrenin kendisi. Dolayısıyla zevzek ya da sevimli olmaya çalışmayın, zırt pırt espri patlatmayın, sahte tevazuyla çekingen sıkılgan pozları filan da kesmeyin; bırakın o şen şatır havalar kendiliğinden gelsin, öyle bir kahkaha ve şamata olsun ki hem kahretsin hem de kurtları döksün, bir yandan gülmekten yerlere yatırsın bir yandan da yürek dağlasın. Bahtsız bedevi gibi çölde kutup ayısı peşine düşün.


Bu dünya hakkında yazın. Başka ne yazarsanız yazın, ölmüş rüyaların hüküm sürdüğü bir dünya hakkında yazmış olursunuz. Umut’un, İnanç’ın, İdealler’in, mağrur Ciddiyet’in yokluğuna işaret edin. Koptuğumuz geçmişe ve bizi mahvedecek geleceğe işaret edin. Bir zamanlar mümkün olan türden bir umuda dair yazın; bir zamanlar Edebiyat olarak, Siyaset olarak, Hayat olarak mümkün olan ama artık bizim için mümkün olmayan bir umuda dair yazın.



Sahtekârlığınızın farkında olduğunuza işaret edin. Siz Yazar değilsiniz, en azından eski anlamıyla Yazar değilsiniz. Aslında Kitap yazmadınız, en azından Gerçek bir Kitap yazmadınız. Zira hiçbir geleneğin, hiçbir akımın, hiçbir vangardın parçası değilsiniz. Edebiyat’ta sahiden derdine düştüğünüz bir şey de yok; her ne kadar boş boş kostaklansanız da böyle bu. Kaldı ki çok az insan gerçekten okuyor – bu gerçeği de unutmayın. Kimsenin okuduğu filan yok, şapşal! Okurdan çok romancı var. Ve o kadar çok kitap var ki...


İçinde bulunduğunuz karanlığa işaret edin. Sonun yakın olduğuna işaret edin. Parti sona erdi. Yıldızlar söndü, karanlık gökyüzü size de mallıklarınıza da kayıtsız. Bolaño’nun karakterleriyle arayışın sonundasınız, Sonora Çölü’nde kaybolmuşsunuz, her türlü maceranın sonundasınız. Çölde vakit öldürmek için aptal saptal karikatürler çiziyorsunuz. İşte bütün külliyatınız bundan ibaret: çölde vakit öldürmek için çizilmiş saçma salak karikatürler.


Gönlü bol olmayın, yumuşak kalpli olmayın. Kendinizle ve yaptığınız şeyle alay edin. Yamyamsınız siz, vahşi sanat yapın. Unutmayın ki o şey ancak öldüğünde, kadidi toprağa karışana kadar leş yiyiciler tarafından kemirilip didiklendiğinde, sonra üstüne tükürülüp unutulduğunda – işte ancak o zaman o zeval görmemiş son kemik kırıntısını bulabiliriz.



 

Kaynak: “Nude in Your Hot Tub, Facing the Abyss (A Literary Manifesto After the End of Literature and Manifestos”, The White Review, Kasım 2011. [İlgili bağlantı]


 

Lars lyer: (1970) Londra. Felsefeci ve romancı. Newcastle Üniversitesi’nde yaratıcı yazarlık dersleri veriyor. Aynı üniversitede daha önce felsefe dersleri verdi. Maurice Blanchot üzerine iki akademik kitabı var: Blanchot’s Communism (Palgrave, 2004); Blanchot’s Vigilance: Literature, Phenomenology and the Ethical (Palgrave, 2005). Türkçeye çevrilmiş dört romanı: Kuşku, Dogma, Göç (çev. Elif Ersavcı, Kolektif Kitap, 2013, 2014, 2015), Wittgenstein Jr. (çev. Selin Siral, Kolektif Kitap, 2016). Son iki romanı Nietzsche and the Burbs 2019’da, My Weil 2023’te yayımlandı. European Graduate School’da yazı ve yazarlık üzerine seminerler verdi. Iyer aynı zamanda kendi bloğu Spurious’ta düzenli olarak yazılarına ve paylaşımlarına devam ediyor.

Üst
bottom of page