top of page

Bedenin Antropolojisi

  • Öznur Yılmaz
  • 1 gün önce
  • 8 dakikada okunur

Öznur Yılmaz


“Suratın coğrafyası dönüşür. Ağız obur olmayı, iştahla açık olmayı, doymak bilmez iştahın veya halk meydanındaki haykırışların yeri olmayı bırakır; psikolojik anlamlara suratın diğer kısımlarında ifade bulan anlamlara katılır artık. Biricik insanın biricik hakikati; öznenin, ego cogito’nun epifanisi.”


10/25 | Kitap, Eleştiri


ree

“Yüzünde şişe kırılmış adamın acısı,

buzağılayan bir ineğin sancısı,

köpeğin acısı,

hepsi o ağrıyan saçlarından başlayarak

kamçılanmış ayak tabanlarına kadar yürüdü.”

Deri Ticareti Serüvenleri



“Belirsiz bir hatıra” haline gelmeden önce, siborglara, zihin indirme programlarına, elektronik et’e, postorganiğe, postbiyolojik’e ve elbette post-insan’a giden yolda politik bir mesele olarak bedenin antropolojisi, sessizce örülmüş bir temelin üzerinde yükselir. Örneğin Marcel Mauss, “bedensel teknikler” kavrayışıyla, bedenin kültürden bağımsız olmadığını somut biçimde gösterir. Yürümek, oturmak, yemek, savaşmak, tüm bu gündelik fiiller, bir toplumun tarihsel birikimini taşıyan görünümlerdir. Merleau-Ponty ise fenomenolojinin alanından konuşarak, bedenin sadece bir araç değil, dünyaya açılan bir bilinç biçimi olduğunu söylemiş; eti düşüncenin sınırı olmaktan çıkarıp düşüncenin önkoşulu haline getirmiştir. Durkheim’ın kolektif temsilleri, Simmel’in modern hayatın sinirleri üzerindeki basınca dair gözlemleri, hepsi temel bir soruyu biçimlendirir: İnsan, kendini topluma bedeni aracılığıyla nasıl kaydeder? Böylece, David Le Breton’un Bedenin Antropolojisi ve Modernite’si ortaya çıktığında, beden artık yalnızca biyolojik bir veri biçiminde tanımlanmaz; anlamların, alışkanlıkların ve görünmez disiplinlerin taşıyıcısı olarak çoktan tarihsel bir derinlik kazanmıştır.


Beden antropolojisi, insanın dünyaya nasıl yerleştirdiğini çözümler. Beden, yalnızca etten ve kemikten oluşan bir unsur değil; jestlerin, ritüellerin, yaraların, dilin, sessizliklerin, bakışın iç içe geçtiği kültürel bir düğümdür. Antropolog için beden, toplumsal bir haritadır: bir toplumun acıyı nasıl yorumladığı, hangi hareketlerin saygı, hangilerinin tehdit sayıldığı, dokunmanın ne zaman hak, ne zaman ihlal olduğu, hep bu bedensel yüzeyde okunur. Beden aynı anda hem bir ifade alanı, hem bir sınır, hem de bir geçittir. İnsanların kendilerini başkalarına nasıl sunduklarını, kimliklerini hangi izlerle taşıdıklarını, yasakları nasıl içselleştirdiklerini anlamak için antropolog önce bedenin ona has sessizliğini dinler zira her kültür, kendi insanını ilkin bedeniyle kurar; onu belirli bir koordinat sistemine yerleştirerek duyulur kılar.


ree

Le Breton kitabına bedenin yalnızca biyolojik bir varlık olmadığı fikriyle başlar; ona göre beden, kişinin kimliğini taşıyan ilk yüzeydir. ‘Ben kimim?’ sorusu, kaçınılmaz biçimde ‘bu bedene nasıl yerleşiyorum?’ sorusuyla kesişir. Beden, kişinin topluma açıldığı, başkalarının bakışını karşılayarak anlam kazandığı bir eşiktir. İnsan şahsiyet sahibi oluşunu yalnızca düşüncesiyle değil, jestleriyle, sesinin tonu, yürüyüşünün ritmi ve yüz ifadeleriyle tanımlar. Bu yüzden Le Breton için kimlik bedeni bir kabuk gibi taşımaz; beden kimliğin maddi hâlidir. Bedenin Antropolojisi’nde kimlik ve bedenin ilişkisine dair temel tez, bedeni kimliğe eklenen ‘doğal bir veri’ şeklinde değil, kimliğin sürekli yeniden yazıldığı bir alan olarak düşünmeye dayanır. Beden, kişinin toplumsal çevre tarafından okunabilir kılındığı bir metindir. Kültür, bu metnin harflerini ve noktalamasını belirler; birey ise ömrü boyunca onu yeniden düzenler. Böylece ‘etten yapı’, salt biyoloji olmaktan çıkar ve ilişkisellik içinde anlam kazanır. Acının nasıl taşındığından, duyguların nasıl gösterildiğine; kişisel sınırların nerede başladığından, başkalarıyla aradaki mesafenin nasıl yönetildiğine kadar beden, kimliğin örgüsüne sürekli katkıda bulunur.


Le Breton’a göre kimlik soyut bir öz değildir; her zaman bir sahneye, bir mekâna, bir görüntüye ihtiyaç duyar. İnsan, başkaları tarafından tanınma arzusunu beden üzerinden kurar. Bedenin giyim, duruş, cilt, ses, yaralar ve izlerle şekillendirilmesi yalnızca bir dış görünüş düzenlemesi değil, ayrıca bir tür benlik inşa stratejisidir. Bu nedenle beden, hem kişinin kendine verdiği biçimin hem de toplumun kişiye dayattığı normların sentezlendiği geçişlerden mürekkep bir alana dönüşür. Kimlik, tam da bu geçişlerin alanı kabul edilen kavşakta, bedende görünür olur. Böylece kitabın girişindeki temel soru, “bu etten yapı kişinin tanımına nasıl katılır?” sorusu nihayetinde şu düşünceye açılır. Beden, kimliğin dışında duran bir nesne halinde düşünülemez, daha ziyade, kimliğin maddesidir. İnsan bedenine sahip olmaz; bedenini yaşayarak, bizzat onu deneyimleyerek (hatta daha ziyade bedenin kendi kendisini deneyimlemesiyle) benliğini kurar. Böylece beden, kimliğin hem sınırı hem de kaynağı olur; başkalarından hem ayrılmanın, hem de onlara dokunmanın yolu. Bu nedenle Le Breton, bedeni insanın birincil “dünyada olma biçimi” tanımıyla düşünür.


Le Breton kitabın hemen başlarında “Suratın İcadı”ndan bahseder. Sahiden de bir bedenin içinden tanınan şey ise çoğunlukla yüzdür; kişi şahsiyetini bu küçük alanda toplar ve başkalarına bu yüz üzerinden görünür. Yüz, benliğin toplumsal dolaşıma açıldığı yerdir; ne söylediğimizden önce nasıl göründüğümüz konuşur. Bu nedenle yüz, yalnızca dışarıya bakan bir sahne değil, kimliğin kendi kendine sürekli oynadığı bir rol gibidir. Kişi yüzünü nasıl taşıyacağını bilmeden var olamaz; yüz hem kimliği kurar hem ona biçim verir. Yüz, biyolojinin sağladığı bir yüzey olmaktan çok, kültürün yavaş yavaş şekillendirdiği bir anlam alanıdır. İnsan bu yüzeyi kullanmayı, onu bir ifade mekânına dönüştürmeyi öğrenir. Gülümsemenin ne zaman uygun olduğunu, bakışların neyi ima ettiğini, hangi durumda yüzün saklanması gerektiğini toplum öğretir. Böylece yüz, doğal bir veri değil, bir icat, diğer bir deyişle, köklerini geleneklerde, ritüellerde ve sessiz anlaşmalarda bulan bir toplumsal inşa haline gelir. Demek ki “suratın icadı” ile toplumun bireyi izlediği ve ona yer biçtiği bir yüzey açığa çıkmıştır. Örneğin utanç ya da suçluluk yüzün geri çekilmesiyle belirir; onur, yüzün korunmasıyla… Modern dünyada bu denetim daha da yoğunlaşır. Yüz kimlik belgelerinde kayda geçer, ekranlarda çoğalır, algoritmaların tanıdığı bir imgeye dönüşür. Hem özgün hem de standartlaştırılmış bir şey olur; kişiyi benzersiz kılar ama aynı anda idarenin, adli bilginin, gözetlemenin aracı olur.


ree

“Suratın coğrafyası dönüşür. Ağız obur olmayı, iştahla açık olmayı, doymak bilmez iştahın veya halk meydanındaki haykırışların yeri olmayı bırakır; psikolojik anlamlara suratın diğer kısımlarında ifade bulan anlamlara katılır artık. Biricik insanın biricik hakikati; öznenin, ego cogito’nun epifanisi.”(sf.41)


Le Breton’un pasajından hareketle belirtebilir ki yüz, anlamların sabit topografyası olmanın aksine her kültürde ve her dönemde yeniden çizilen bir haritadır. Ortaçağ’daki karnavalesk bedenin kaba ağız hareketleri, çiğneme, bağırma, kahkaha ve yutma gibi işlevlerle dışa taşan kolektif jestleri, modernliğin ilerleyişiyle birlikte disipline edilir; ağız artık yalnızca bedensel bir delik değil, psikolojik bir yüzey hâline gelir. Le Breton, ağızdan çekilip yüzün diğer kısımlarına taşınan anlamların bu geçişinin, bedeni biyolojik temelden ayırıp kültürel bir yüzey şeklinde kavrayan antropolojik yaklaşımının merkezinde yer aldığını belirtir. Bu değişim, Foucault’nun bedenin “itaatkâr ve yararlı” hâle getirilmesi bağlamında anlattığı modern disiplin süreçleriyle birlikte düşünülürse daha da belirginleşir. Foucault için modern iktidar, bedeni terbiye eden, ona ince ayarlı bir jest ekonomisi dayatan bir rejimdir; yüz de bu ekonominin en görünür alanlarından biridir. Le Breton’un pasajda söylediği gibi ağız artık oburluğun, taşkınlığın, haykırışın mekânı değildir; modern bireyin yüzünde ağız “fazla şey söylemeyen”, normlara uygun biçimde kapanmış, duyguyu ölçülü şekilde sızdıran bir bölgeye dönüşür. Foucault’nun klasik çağdan itibaren tarif ettiği şey, bedenin kamusal gösteriden çekilerek düzenlenmiş, içselleştirilmiş bir benliğin taşıyıcısına dönüşmesidir ki bu fikir Le Breton’da antropolojik bir karşılık bulur. Yazar için yüzün yeni coğrafyası, iktidarın söylemsel üretimiyle şekillenen “psikolojik birey” fikrinin izlerini taşır. Yüz hem bir iz hem de bir yazı yüzeyidir; bu nedenle bireyin “biricik hakikati”, diğer bir deyişle, modern öznenin içselleştirilmiş benlik fikri, yüzün üzerinde bir epifani gibi görünür hâle gelir.


Yüz artık bir beden bölgesinden ziyade bir kimlik ekranıdır. Ortaçağın kolektif bedeninden farklı olarak modern öznenin yüzü “içeriyi gösteren dışarı”dır. Gözlerde, ağız köşesinde, kaşların çizgisinde psikolojinin dili yerleşir. Yüze yerleşmiş eski anlam örüntüleri yerinden edilir. Böylece ağız da göz gibi, kaş gibi içsel bir hakikatin göstergesi olur; bir hazzın, bir tereddüdün, bir kırgınlığın izleri yüzün bütününe dağılır. Le Breton için bu, kartezyenizmin modern birey fikriyle birlikte yüzün yeniden icat edilmesi anlamına gelir. Antropolojik düzlemde yüz artık bir davranış repertuarı yerine bir tür iç dünyanın simgesidir. Bu noktada Foucault’nun bireyi “kendine ilişkin hakikati söylemeye zorlayan” modern iktidar biçimleriyle yüzün kültürel icadı arasında bir paralellik kurmak mümkündür. Foucault, modern öznenin kendine dair hakikati söylemeye itilmesini bir “itiraf ekonomisi” olarak tanımlar; Le Breton ise yüzü bu itiraf ekonomisinin sessiz ama sürekli işleyen yüzeyi şeklinde görür. Yüz artık yalnızca ifade etmez; aynı zamanda kişininiçsel hakikatine tanıklık etmekle görevlendirilmiştir. “Ego cogito’nun epifanisi” tam da bu nedenle güçlü bir ifadedir: yüz, modern benliğin kendini dışarıda görünür kıldığı, içle dışın ütopyacı bir süreklilik içinde birleştirildiği bir yer hâline gelir. Böylece yüz artık sadece bir jestler toplamı olmanın ötesinde uzanır ve öznenin inşa edildiği yüzey haline gelir. Ağızdan gözlere, dudakların gerilimine, çenenin sertliğine kadar her ayrıntı, modern öznenin psikolojikleşmiş varlığıyla bağlantılı bir okunabilirlik kazanır. Le Breton bu dönüşümü yalnızca tarihsel bir değişiklik biçiminde tasvir etmez, bireyin kendini deneyimleme biçiminin değişimi olarak okur.


ree

Öyleyse yüz modern dönemde Le Breton’un yorumuna göre, hem disiplin altına alınmış, hem de “iç hakikat” fikrini taşımakla yükümlü kılınmış bir uzam hâline gelmiştir. Foucault’nun iktidar ve edilgenlik ilişkileriyle ördüğü beden anlatısı burada antropolojik bir derinlik kazanır: modern benlik, kendini yüz aracılığıyla hem ele verir hem de gizler; yüz hem iktidarın normlarının işlediği alan hem de öznenin “kendilik” anlatısının zorunlu  sahnesidir. Le Breton’un analiz ettiği dönüşüm, yüzü artık biyolojik bir yüzey olmaktan çıkarır; onu modernliğin en yoğun anlam üreten yüzeyi hâline getirir.

Le Breton “Suratın İcadı” bölümünde yüzün nasıl psikolojik bir yüzeye dönüştüğünü anlatırken, “delirmiş beden” kısmında ise kimlik ile beden arasındaki bağın çözüldüğü anları tarif eder. “Delirmiş Beden” yazarın beden kimlik bağlarına dönük tezlerinin karanlık yönlerine yoğunlaşır: bedenin, anlamla bağının koptuğu, kültürel çerçevenin kırıldığı, öznenin bedeniyle ilişkisini sürdürmekte zorlandığı anları konu alır.


Le Breton, “delirmiş beden”i anlatırken, modern bireyin bedenle kurduğu ilişkiyi belirleyen kırılgan bağları görünür kılar. Ona göre beden her zaman bir anlam ağı içinde işler; jestler, bakışlar, sesler, duruş biçimleri toplumsal bir kodun parçasıdır. Fakat delirme, bu kodların çözülmesidir. Bedenin kültürel çerçeveden çıktığı, toplumsal anlam sisteminin artık tutmadığı bir sınırdır. Kişi bu sınırda bedenini, daha doğrusu beden olarak kendini, sürdürülebilir bir kimliğin taşıyıcısı olarak deneyimleyemez. Bedenle benlik arasındaki bağ gevşer; beden bir yük, bir fazlalık, bazen bir tehdit, bazen de bir yabancılaşma nesnesi hâline gelir. Le Breton’un kitabın bütününde işaret ettiği üzere, kimlik ve beden arasındaki ilişki modernlikte zaten bütünleşik değildir; sürekli müzakere hâlindedir. Delirme, bu müzakerelerin çöktüğü anı gösterir.


Yazar bedenin “delirmesi”ni psikiyatrik bir tanı biçiminde, bir patolojiye kayıtlı olarak tahayyül etmez, bunu kültürel kopuş diye okur. Yüzün modern dönemde öznenin hakikatinin mekânı hâline geldiğini anlattığı “suratın icadı” bölümünde beden bir tür iç-dünya ekranıydı; burada ise bedenin artık bir hakikati taşıyamadığı görülür. Yüzün düzenli coğrafyası bozulur, jestlerin okunabilirliği kaybolur, beden artık benliğin ev sahibi değil, onun karşısında duran bir varlık gibi belirir. Böylece kitap boyunca örülen tema, bu bölümde dramatik biçimde görünür olur: bedenin anlamı, toplumsal kolektif tarafından üretilir; bu anlam çöktüğünde bedenin kendisi de çöker.


Le Breton, delirmiş bedenin modernliğe özgü bir kırılma biçimi taşıdığını da belirtir: modern birey içselleştirilmiş bir benliği olan, psikolojik bir özne olarak kurulmuştur; beden ise bu öznenin dışarıya yansıyan yüzeyidir. Delirme, dış yüzey ile iç öz arasında kurulan modern sürekliliğin bozulmasıdır. Foucault’nun deliliğin tarihine ilişkin çalışmalarının gölgesi bu bölümde de sezilir; bedenin bir anda “yönetilemez”, “anlaşılamaz”, “yakalanamaz” hâle gelmesi, toplumun normlarını ters yüz eden bir olaydır. Delirmiş beden, iktidar rejimlerinin disipline etmeye çalıştığı beden olarak okunabilir; ama Le Breton, bu disiplin anlatısının ötesine geçerek bedenin anlam sisteminden kopuşunu bir antropolojik olay şeklinde kavrar. Bu nedenle delirme yalnızca patolojik değildir; insan bedeninin anlamla kurduğu ilişkinin kırılganlığını ve kültürel bağımlılığını ifşa eder. Delirmiş beden, insanın bedeniyle kurduğu ilişkiyi belirleyen kültürel çerçevenin ne kadar incelikle dokunmuş olduğunu gösterir. Gündelik jestlerin düzeninden aile içi davranış kalıplarına, ritüellerden yüzün psikolojik okunabilirliğine dek her şey, bedenin anlamlandırılmasını mümkün kılar. Le Breton’a göre delirme, bu anlamlandırma ağının gevşediği, kişinin bedeninin artık bir kimlik kabuğu olmaktan çıktığı anı temsil eder. Bu an, bedenin “kültürel bir inşa” olarak nasıl işlediğini çıplak hâliyle gösterir çünkü kültürün olmadığı yerde beden yalnız kalır ve anlamdan yoksun beden, Le Breton için, delirmiş bedendir. Bu elbette yazarın diğer eseri Acının Antropolojisi’ndeki tezleriyle de ilişkilidir.


ree

Acı, insanın bedeninde vuku bulan bir olay olmanın ötesinde dünyanın insana ne söylediğinin, insanın dünyaya nasıl maruz kaldığının ifadesidir. Bedenin acısının kültüre yansıyan ama aynı zamanda tam da ondan kaynaklanan çifte bir tesir kapasitesi vardır. Zira acının anlamı, şiddeti, taşıdığı ağırlık ya da hafiflik, kişinin içine doğduğu sembolik düzen tarafından belirlenir. Her toplum, acıyı bir dil gibi örgütler: kimlerin hangi acıyı dile getirebileceğini, kimin sessiz kalmak zorunda olduğunu, hangi acının saygın, hangisinin değersiz sayıldığını öğreten bu dildir. Böylece acı çeken beden, yalnızca bir duyumsamanın mekânı değil, aynı zamanda toplumsal bir senaryonun oyuncusudur. Bedenin kıvranması, içe kapanması, katılaşması ya da titremesi, yalnızca sinir sistemiyle ilgili değildir; kişinin acıyı nasıl yaşaması gerektiğine dair kültürel mirasın, törel düzenin ve kimliğe dair beklentilerin sahnedeki görünüşüdür. Bir toplum acının anlamını değiştirdiğinde, bedenin acıya verdiği biçimler de değişir; bu nedenle acı, her zaman bedenin ötesinde bir anlam taşır; insanın dünyayı nasıl okuduğunun bir yansımasıdır.


Öyleyse bu antropolojik tahliller dizisinden hareketle beden dünyaya atılmışlığın biçimlendirilmiş hâli olarak tarif edilebilir. Her toplum, kendi sembollerini, yasaklarını, duygulanımlarını, dayanma biçimlerini, güzellik anlayışlarını ve acıya dair rejimlerini bedenin üzerine işler; böylece insan, bedeninde kültürün izlerini taşır. Bedenin içsel hakikatinden söz etmek yerine onu ortak bir anlamlar dokusunun içinde okumak yeğdir. Bu nedenle beden bir ilişkisellik alanıdır. İnsanın varlığı bedensiz düşünülemez, ama beden de insanın deneyimler bütünü tarafından sürekli biçimde yeniden yazılır. Sonuçta, beden, insanın kendini dünyaya yerleştirdiği ilk mekândır ve o mekânın sınırları, çizgileri, ağırlığı ya da hafifliği her zaman kültürel tasarrufun izlerini taşır. Kendini tanımak, kendi bedeninin ardındaki kültürel örgüyü tanımaktan geçer çünkü beden dediğimiz şey, bir anlam topografyasıdır.


*David Le Breton, Bedenin Antropolojisi ve Modernite, Çev. Kağan Kahveci, Ketebe Yay. 2025.


Üst
bottom of page