top of page

Dini Arayan Üç Adam

Walter Benjamin


Bir süre sonra ayağa kalktı ve bir kez daha yukarıya, önünde uzanan, güneşin ışıltısına gömülmüş o harika dünyaya baktı. Ve uzakta, oldukça küçük, belli belirsiz izler de gördü; bu patikalar hızla belirmeye başlayan ve ışıl ışıl parlayan dağlara çıkıyordu.


10/23 | Çeviri

 


Tepedeki büyük köknar ağacının altında, el ele tutuşmuş üç genç adam duruyordu. Aşağıda doğdukları köyü ve ta ötelere uzanan, birazdan hayata atılmak üzere yürüyecekleri yolları görebiliyorlardı. Ve içlerinden biri şöyle dedi: “Öyleyse otuz yıl sonra burada tekrar buluşacak ve hangimizin dini, tek ve gerçek dini bulduğunu göreceğiz.” Anlaşıp el sıkıştıktan sonra yola koyuldular, hayata giden üç farklı yolda, üç farklı yöne doğru.


İlk genç, aniden önünde beliren muazzam bir şehrin kulelerini ve kubbelerini gördüğünde, birkaç haftadır yürüyordu. Ve hemen oraya gitmeye karar verdi, çünkü büyük şehirler hakkında harika şeyler duymuştu: Bu şehirlerin tüm sanat hazinelerine, çağların bilgeliğiyle dolu kalın kitaplara ve nihayet insanların Tanrı’ya dua ettiği pek çok kiliseye ev sahipliği yaptığı söyleniyordu. Orada mutlaka din de olmalıydı. Cesaretle ve umutla dolu olarak, günbatımında şehrin kapılarından içeri girdi… Ve tam otuz yıl şehirde kaldı, araştırmalar yaptı ve o tek gerçek dini aradı.


İkinci genç, gölgeli vadilerden ve ormanlarla kaplı dağlık bölgelerden geçen farklı bir yol izledi. Neşeyle şarkı söyleyip kaygısızca dolaştı, önüne çıkan her güzel yerde dinlendi, uzanıp hayaller kurdu. Ve ne zaman batmakta olan güneşin güzelliğine dalıp gitse, mavi gökyüzünde beyaz bulutların sürüklenişini çimlerin arasına uzanarak izlese, ormandaki ağaçların arkasından bir anda parlayan gizli bir göl görse, mutlu oldu ve dini bulduğunu hissetti… Otuz yıl boyunca böyle, gezip dinlenerek, etrafı seyredip hayaller kurarak, başıboş dolaşıp durdu.



Üçüncü genç için işler bu denli kolay değildi. Yoksuldu ve canının istediği gibi, aylak aylak uzun süre dolaşamıyordu; bunun yerine her gün ekmeğini nasıl kazanacağını düşünmek zorundaydı. Bu yüzden çok fazla tereddüt etmesine gerek kalmadı: Birkaç gün sonra, bir zanaat öğrenmek için, köyün birindeki bir demircinin yanında çırak olarak çalışmaya başlamıştı. Onun için zor bir dönemdi ve zaten kendisini din arayışına adayacak durumu da yoktu. Ve bu durum sadece ilk yıla özgü değildi, sonraki yıllarda da durum değişmedi: Çünkü çıraklığını bitirdiğinde kalfa olarak dünyayı dolaşmak yerine, büyük bir şehirde işe girdi. Uzun yıllar boyunca harıl harıl çalıştı; otuzuncu yıl yaklaşırken serbest zanaatkâr olmuş ancak ne dini arayabilmiş ne de onu bulabilmişti. Ve otuzuncu yıl gelip çattığında, doğduğu köye dönmek üzere yola çıktı.


Yolu dağ manzaralı ıssız bir bölgeden geçiyordu; tek bir canlıya rastlamadan günlerce yürüdü: Ama buluşacakları sabah, yolculuğu sırasında zirvelerine bakıp durduğu o yüksek dağlardan birine bir kez olsun tırmanmak istedi. Güneş doğmadan birkaç saat önce, erkenden yola koyuldu, ama dağ tırmanışı için hiç mi hiç hazırlıklı olmadığından, tırmanış onu çok yormuştu. Zirvede durdu ve bir süre soluklandı. Derken, doğmakta olan sabah güneşinin ışıltısında, aşağıdaki uçsuz bucaksız ovayı gördü; bir zamanlar çalıştığı tüm köyler ve zanaatında ustalaştığı şehir önünde uzanıyordu. Ve yolları, yürüdüğü tüm o yolları ve çalıştığı yerleri açık seçik görüyordu.


Manzarayı izlemeye doyamıyordu!



Ama bakışlarını çevirip yukarıya, güneşin aydınlığına doğru baktığında, gözlerinin önünde titreşen ışıkta, yeni bir dünyanın bulutların arasından yavaşça yükseldiğine tanık oldu. [1] Bulutlara değen ve ışıl ışıl parlayan beyaz dağ zirvelerini fark etti.


Işığın tüyler ürpertici ilahi yoğunluğu gözlerini kamaştırıyor, bu parlaklıkta hiçbir şeyi net göremiyordu, yine de orada yaşayan insanların çehrelerini seçebildiğini ve sabah ışığında kristal katedrallerin uzakta çınladığını hissetti.


Böyle hissedince yere yığıldı, alnını kayaya dayadı, hıçkırarak derin bir nefes aldı.


Bir süre sonra ayağa kalktı ve bir kez daha yukarıya, önünde uzanan, güneşin ışıltısına gömülmüş o harika dünyaya baktı. Ve uzakta, oldukça küçük, belli belirsiz izler de gördü; bu patikalar hızla belirmeye başlayan ve ışıl ışıl parlayan dağlara çıkıyordu.


Sonra döndü ve dağdan indi. Aşağıdaki vadide yolunu tekrar bulmakta zorlandı. [2] Doğduğu köye ancak akşam vakti varabildi ve köyün yukarısındaki tepede arkadaşlarıyla buluştu. Sonra büyük köknar ağacının dibine oturup birbirlerine başlarından geçenleri, dünyadaki kaderlerini anlattılar ve dinlerini nasıl bulduklarını.



İlki, büyük şehirde geçen hayatını, kütüphanelerde ve konferans salonlarında nasıl araştırma yaptığını ve çalıştığını, en seçkin profesörleri nasıl dinlediğini anlattı. Elbette dini bulamamıştı ama elinden geleni, yapılabilecek her şeyi yaptığından emindi. “Çünkü”, dedi, “koca şehirde dogmalarını ve ilkelerini çürütemediğim tek bir kilise yoktu.”


Sonra ikincisi, aylak aylak dolaşarak geçen hayatında başına gelenleri anlattı; anlattıklarını iki arkadaşı kâh kahkahalara boğularak kâh merakla dinliyordu. Ama ne yaptıysa dinini diğer ikisi için anlaşılır kılmayı başaramadı. “Yani, bunu hissetmek lazım!” ya da “Bu hissetmeniz gereken bir şey!” demek dışında bir şey söyleyemiyordu. Diğerleri onu anlamamıştı; sonunda neredeyse gülümsüyorlardı.


Yaşadığı büyük deneyimin hâlâ etkisinde olan üçüncüsü, başından geçenleri usul usul anlatmaya başladı. Ama o bunları diğer ikisinin aksine, yaşadığı gerçek deneyimler gibi değil, o sabah dağın tepesinden hayatı boyunca kat ettiği tüm o yollara uzaktan bakar gibi anlattı.



Ve son olarak tereddütle, o parlak beyaz dağ zirvelerinden söz etti. “Sanırım hayatınızın tamamına bu şekilde baktığınızda, o dağlara ve göz kamaştırıcı zirvelere giden yolu da görebiliyorsunuz. Ama o ateşin içinde nelerin gömülü olduğu, büyük olasılıkla yalnızca tahmin edilebilir ve her birimiz onu yaşarken, kendi kaderimize göre şekillendirmeye çalışmalıyız.”


Sonra sustu.


Diğer ikisi onun ne demek istediğini pek anlamamıştı, ama karşılığında tek kelime etmediler. Bunun yerine, uzakta parlayan zirveleri bir an bile olsa görüp göremeyeceklerini anlamak için, çökmekte olan geceye baktılar.



Çeviren: Suat Kemal Angı


 

Kaynak: “Die drei Religionssucher” [Dini Arayan Üç Adam] (GS2, 892-894), Ağustos 1910’da, teksir makinesinde çoğaltılan Der Anfang. Zeitschrift für kommende Kunst und Literatur’da [Başlangıç. Geleceğin Sanatı ve Edebiyatı Dergisi] “Ardor” takma adıyla yayınlanmıştır.


 

[1] “(…) sah er langsam in den Wolken in zitterndem Schein eine neue Welt vor seinen Augen erstehen.” Schein sözcüğü hem “illüzyon / hayal” hem de “ışık” anlamına gelebilir. (ç.n.)

[2] Platon’un Devlet’inin Yedinci Kitabının başındaki mağara alegorisiyle karşılaştırın. (ç.n.)



Üst
bottom of page