top of page

Dehşetin Yoksunluğuna Değinmek

  • Bartu Şanlı
  • 30 Ağu
  • 10 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 2 Eyl

Bartu Şanlı


Karasu’nun “Azınlık- Azınlıklar Bir Çözümleme Denemesi” başlıklı yazısının bir uzlaşı talep ettiğini dilinin politik görünümleri yoluyla göstermeye çalışacağım. Psikolojizmden uzaklaşarak ve modernitenin epistemolojik aygıtı olan tarih kavramına bakarak (...)


08/25 | Kitap


ree

Ya şiddet zorunluysa? Ya “uyum”umuzu eyleme geçerek

yardımcı olmaktan vazgeçmek suretiyle satın aldıysak?

Bu soru huzurumuzu kaçırır.

Max Horkheimer, Alacakaranlık.


I.

Romancıların felsefeyle kurduğu dolaylı ya da dolaysız ilişki zamanla daha çok tartışılır hale geldi- günümüzde Ayhan Geçgin ve Kerem Eksen de bu açıdan düşünülebilir. Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün meşhur müdürü Max Horkheimer de “felsefenin edebiyata açıldığını” fısıldar. Dolayısıyla felsefe ve edebiyat, bir ayrım çizgisinin yaşam ve düşünce arasındaki mesafesi için görünür ve tartışılabilir çeşitli ayrıntıları faş edebilir. Ancak, ayrımın [distinction] ve entelektüellerin yirminci yüzyılda birlikte düşünmeye çaba gösterdiği ‘bölünme’nin aldığı eleştiriler de incelendiğinde, kavramın lehine düşünmek neyi gösterir? Bilinebildiği şekliyle dünya tarihi, arkeoloji ve antropoloji vs. kendi tarihlerinin başında ayrımsızlık ile, düşün dünyasıyla gündelik ilişkilerin en baştan bir çatallanmaya maruz bırakılmadığı bir evreyle kendine yer bulmuştur. Ardından, belli bir yasaya göre şekillenen bilgi biçimleri, modernite ile birlikte çeşitli ayrımlara maruz kalır. 1970’ten bugüne dek geçen 50 yıl, hedef tahtasıymış gibi düşünüldüğünde bir ayrımsızlık, iç içe geçen kavramlar ve anıların niteliklerinin yerini ya bir kimliğe veya yas jestine hapseden bir şimdicilik ya eski alışkanlıkların bozulduğunu sürekli muştulayan yüksek ses veyahut karşıtlığın ortadan kaldırılması için gösterilen çaba gibi çeşitli fenomenler ve fikir uğrakları kendini gösterir.

 

Edebiyat ve felsefe arasındaki ilişki bağlamında akla gelen ilk yazarlardan biri şüphesiz Bilge Karasu’dur (1930-1995). Okurlarının aşina olduğu, Nurdan Gürbilek’in “Karasu Lehçesi”[1] olarak adlandırdığı ve özel bir dille dokuduğu metinlerin biçimi Türkçe edebiyat tarihinde özel bir ilginin kaynağıdır. Bir tarafta etnik kimliğinin üzerinde konumlanan ve hükmeden ulus-devlet, Türkiye Cumhuriyeti ve Türkçe; öteki tarafta ise Türkiye’de yaşayan, Türkçe yazıp konuşan ve bu dille kendi ayrıksılığını ortaya koymayı başardığı iddia edilen “İ. Bilge Karasu”.[2]

 

Diyalektik, bir başlangıç ve son arasındaki geçişlilikleri her daim tarihe göz atarak, unsurlarını ve söylem biçimlerini teşrih ederek gösterme kapasitesine sahiptir. Böylece, sadece tek bir andan ve olumluluk payandaları üzerine oturtulmuş metinden bahsetmez; yasalarını da soruşturmaya dahil eder ve beraberinde gelen yasanın işaret ettiği tahakküm tasarılarının sızdığı bölgeyi eleştiriye tabi tutar. Çağdaş bir materyalizm, uzlaşı [consensus] ve uyum [harmony] yerine karşıtlık [contradiction] ile uyumsuzluğu [dissonance] yerleştirir. Böylece, nesnesi ile uzlaşı üzerine ilişki kuran felsefe metni karşısında materyalizm, süreksizlik unsurlarını göstererek baştan aşağı metni gergin kılar. Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine” başlıklı fragmanlar toplamında “kültür” kavramının kimler adına konuştuğu ve kimleri gizlediği üzerine kalem oynatır.[3] “İnsan kimdir?” sorusu böylece "başkası adına konuşmak" bağlamında da gündeme gelir. Bugüne kadar gelen ve adına kültürel zenginlik adı verilen kütle üstün gelenin, aşağıdakilerin sırtına basarak kendisini hissettiren bir kesimin geleneğidir. Oysa, “kulak verdiğimiz sesler arasında artık susmuş olanların yankısı da yok mudur?”


ree

 

Karasu’nun “Azınlık- Azınlıklar Bir Çözümleme Denemesi” başlıklı yazısının bir uzlaşı talep ettiğini dilinin politik görünümleri yoluyla göstermeye çalışacağım. Psikolojizmden uzaklaşarak ve modernitenin epistemolojik aygıtı olan tarih kavramına bakarak, Karasu’nun dokuduğu hattın kendi etnik kimliğine -Azınlıklar denemesi dolayısıyla- sırtını döndüğünü ve çözüm safhasında veya son kertede “çoğunluğun” bakış açısıyla kurulduğunu iddia ediyorum. Ayrıca, Karasu’nun içinde bulunduğu azınlıklara karşı, Azınlıklar’ın vaadini gerçekleştiremediğini savunuyorum çünkü kültürel zenginliğe karşın mağlubiyete, eksikliğe, görünmemeye tarihsel-toplumsal olarak itilen bir konum geleneğe, yapılara vb ancak bir dehşet duygusuyla bakabilir. Azınlıkların çoğunluğun sesiyle konuşması mümkün müdür? Felaketin adı, sessizce anılmalıdır.

 

II.

Azınlıklar, yazılışı itibarıyla Ludwig Wittgenstein’ın Tractatus Logico-Philosophicus’un yazımını andıracak bir biçimde yazılmıştır.[4] Karasu, dört önerme sunduktan sonra her birini teker teker açıklar gibi görünse de son önermeye dair değerlendirmelerine ömrü vefa etmez. Bu açıdan, sadece üç önerme ve onların açıklamalarına değinilebilir. İlk önerme şöyledir: ““Azınlık”, ancak, bir “Çoğunluk” ile bir arada ele alındıkta anlam taşır. “Azınlık”, bir adlandır/ıl/madır”.[5] Kısaca, Karasu ilk önerme ve ilgili açıklamalarında Azınlık ve Çoğunluk’un birbirinin “değillemeleri” olduğunu ve bir bütünün parçaları olduğunu vurgular. Bütünün hangi unsurlardan oluştuğunu ya da yasalarını nereden devşirdiğini yazı göstermez. Dolayısıyla, sadece bütünde bir araya gelen ya da bütünü oluşturan iki tarafın karşılıklı olumsuzlanmaları dolayısıyla göründüğü aktarır Karasu. Oldukça uzun tuttuğu ikinci önerme ve ilişkili açıklamalarında ölçüt ifadesi devreye girer. Ölçüt, bu ilişkinin ikideğerliliğini kaydeder. Ayrıca ölçüt, iki topluluk arasında bir ayrımı sağlar ve başkalığı tesis eder. Karasu’ya göre, ölçüt belirsizleşebilir ve eşitsizlik yaratabilir. 2.2.2.’de, Azınlık ve Çoğunluk artık bir bütünün eşit olamayacak parçalarıdır. Ancak, tekrar birbirlerine bağlanabilir ve aralarında bir ortaklık kurulabilir. Bir sözleşmenin, eşitlik temelinde iki tarafı bir bütünün parçası haline getirebileceğinden bahseden Karasu, ne zamandan beri bir “bölüntü”nün bu ilişkiye eşlik ettiğini sorsa da üzerinde durmaz, “ne zamandan beri” sorusunu ıskalar.

 

Devraldığı ve kendi yazını dolayısıyla yonttuğu Öztürkçenin, Karasu’nun tam -veya bütün- bir çerçeveye yerleştirdiği iki tarafa (Azınlık ve Çoğunluk) bir etkisi var mıdır? Bir başka ifadeyle Karasu’nun yolun başında üzerine oturduğu dil, oluşturduğu dil yoluyla bastırılmış mıdır? Bilge Karasu’nun 60’lardan ölümüne kadar etnik kökenine dönmeye çalıştığı, pek çok imge yoluyla hayatının geçtiği kozmopolit Pera’yı gösterdiği Lağımlaranası ya da Beyoğlu eseri veya bir türlü tamamlayamadığı Azınlıklar buna bir örnek oluşturabilir mi? Herhangi bir zorluk görmemek için vazgeçtiği geçmişinden bazı nüveler, kozmopolit bir dünyanın içine, 30 ve 40’ların Pera’sına bir hatıra olarak yerleştirilmiştir.


ree

 

III.

Bütün ile iş görmek, bir tamamlanmışlığa işaret etmektedir. Bütün yeri geldiğinde düzenler, yeri geldiğinde meşrulaştırır ancak payanda noktası bütün kavramı olduğuna göre belirleyicilik ve devamlılık unsurlarını da es geçmemek gerekir. Ancak bütün, dünyanın politik gelişmelerinden ve konjonktüründen bağımsız bir tür entite olarak anlaşıldığında, metnin içindeki (özel bir dille yoğrulmuş Azınlıklar/Çoğunluğun olumsuzlaması) dışarıda (kozmopolit Pera’nın yıkılışı, imhalar, zorunlu Türkçeleştirme politikaları) kendini tanıyamaz hale gelmektedir. Karasu, azınlıklar konusunu çözümlemeye girişirken bir çatallanma içinde olabilir: terkettiği dilden değil onu usta kılan dilden beslenirken, Öztürkçenin söylem biçiminin politik hattında bir gücün artışı olarak kendini gösteren egemenliğin karşısına Karasu nasıl dikilebilir?

 

İkinci olarak, azınlık ve çoğunluğun kendini nasıl bir bütün olarak gördüğü metinde belirsizdir. Karasu şöyle ifade eder: “Her kesimin ötekine bir bütün olarak bakması, kendi bütünlüğünün de bir inancasını ortaya koyması demektir”.[6] Oysa, bütünlüğün çeşitli nitelikleri ve hareket biçimleri vardır. Yirminci yüzyıl, bütünün tarafını azınlığa doğru çevirme vaatlerinin gerçekleştiği bir “aşırılıklar çağı”dır. Ancak, azınlık da tıpkı çoğunluk gibi bir bütünlük taşıyorsa eksikliği, tahakkümü, fazlalığı ve tortulaşmış şiddet örüntüsünü nasıl keşfedebilir? Dolayısıyla, çoğunluğun bütün ile ilişkisi geleneğin ta kendisidir. Kendi sınırlarını çizen, güvencesini oluşturan ve çağdaş egemenlik biçimleriyle eşleşen çoğunluk, bütünlüğünü kendi varlığı için saklı tutar ve geliştirmeye çalışır. Azınlık ise gücünü bütünlüğe sahip olmamasıyla, bir eksikliğe sahip olması ve bunun farkına varması yoluyla kazanır. Dolayısıyla eksiklikler, hatalar ve çeşitli boşluklar ancak azınlıkların hareketleriyle anlam kazanacaktır. Azınlık, bütün ve dolu bir dünyanın değil, fark edilmemiş ve sözü edilmemiş bir deri renginin varlığının söze anlam katmasıyla harekete geçer; iki taraf arasında hiçbir hesaplaşmanın görülmemesini şiddetle reddeder ve karşıtlığı ortaya koyar.

 

Sonuç olarak ilk önerme, süreksizlik yaratma imkanına sahip bir ikiliğin, onları içinde öğütmeye yazgılı bir bütün içerisinde eritilmesine ve uzlaşmasına olanak tanıyan ifadelerle donanmıştır. Bu yüzden, Azınlıklar’ın çözümlemesini vaat eden Karasu metni, çoğunluğun egemenliğini ve şiddetini, ilk önerme dolayısıyla gizlemiş ve güzergahını sınırların kalkmasını talep eden kozmopolitizm[7] ve uzlaşı olarak belirlemiştir. Oysa, azınlık kendisini aşırılıklar çağında kozmopolitizm olarak değil, enternasyonalizm olarak sunabilmiştir. Yirminci yüzyılda kozmopolitizm, azınlığın lehine değil; onu belirleyen ve bu açıdan bütün ile olumlu ilişki yürüten çoğunluğun taraftarlığını simgelemiştir.[8]


ree

 

IV.

İkinci önermeyle ilgili olarak sadece sözleşme fikri üzerinde duracağım. Karasu, Azınlık ve Çoğunluk arasında bir “biraradalık sözleşmesi”nin varolduğunu ifade eder.[9] Ayrıca, bu sözleşme eşitsizliği ortadan kaldıracak ve eşit bir ilişki biçimi kuracaktır. Yer yer sözleşmenin esneyeceğini de eklese de, Karasu için önemli olan ortak bir payandada durabilmek ve anlaşmaktır: “Bu noktada, önemli olan, iki yanın da, birleştirici bir düzlemde anlaşıyor, anlaşabiliyor olması…”[10]

 

Toplumsal sözleşme teorisi, toplumsal ve siyasal yapının örtüşme noktasının ne olabileceği sorusuyla gündeme gelmiştir. Toplum sözleşmesi, öncelikle iki güçlü kategoriyi talep eder: hukuk ve devlet. Halkı ve yöneticileri ortak bir çatı altında toplamak ve evrensel kurallar inşa etmek için hukuka; güvenlik ortamının sağlanması için devlete ihtiyaç vardır. Toplum sözleşmecileri, toplumun gerek dinsel gerek sınıfsal gerekse de yapısal olarak bölünmüşlüğü karşısında bir bütünlük ihtiyacının zorunlu olarak tesis edilmesini belirleyici özellik olarak görmüştür. Sözleşme yoluyla her iki taraf da özgür ve eşit bir şekilde yaşamlarını sürdürecek ve doğa durumunda olduğu gibi şahsi eğilimleriyle belirlenmeyecektir. Sözleşme, hem doğa durumundaki güvensiz ortamı ortadan kaldırmaya çalışır hem de herkesi ortak bir çatı altında, belirlenen bir rasyonalite uğruna mücadele etmeye ve yaşamaya davet eder.

 

Oysa, doğa durumu ve insan doğası gibi tarihsel-toplumsal eleştiri süzgecinden geçmeyen bu sözleşme biçimi iki isim tarafından eleştirilmiştir: G.W.F. Hegel ve Karl Heinrich Marx. Öncelikle, tekil bir örneğin bütünüyle bir gerçeklikmiş gibi düşünülmesine Hegel karşı çıkar. Ona göre, sözleşme soyut bireylerin soyut bir birliğe doğru hareketinden oluşmaktadır ve temsilden ibarettir. Dolayısıyla, vaat ettikleri gibi bütüne ulaşıp, halkın özgürlüğünü ve eşitliğini sağlayamazlar.[11] Marx’a göre, insanın özü her bireyin doğasında bulunmaz; çağının üretim ilişkilerinin bir görünümü olarak kendini gösterir.[12] Ayrıca, her insanın koşulları ve kapasiteleri farklı olduğu varsayımından hareketle hepsine ortak bir standart uygulamak öteki veçhelerin görmezden gelinmesini sağlayabilir.

 

İmparatorluk’tan ulus-devlete geçiş sırasında Karasu’nun etnik kimliğinin önerdiği sözleşmeyle ilişkisi nasıl bir hal almıştır? I. Dünya Savaşı öncesinde, Türkiye topraklarında yaşayan her dört kişiden biri gayrimüslimken, savaş sonrasında ancak kırk kişiden biri gayrimüslimdir. Türkiye cumhuriyeti özelinde, ulus-devlet paradigmasının toplum-devlet ikiliği karşısında ortaklık açısından benimsediği tema milliyetçilik idi. Dolayısıyla, 1923 sonrasında Türk kimliği ve Türkçe’nin yaygınlaşması ve kullanılması ekonomiden kültüre devletin benimsediği ve benimsetmeye çabaladığı bir uğraş olarak görülmektedir. Örneğin, “Vatandaş, Türkçe konuş” kampanyası oldukça sistematik biçimde yürürlüğe konmuştur. Bu propagandanın amacı, Türkiye sınırları içerisinde o güne kadar var olan azınlıkların dillerini, Türkçe yoluyla etkisizleştirmek veyahut kamusuz bırakmak ve görünmez kılmak; Türkçe ve Türkiye’nin birliğini sağlamaktır. Bir diğer olay ise meşhur varlık vergisidir. Şüphesiz, ayrımın en net biçimde hissedildiği olaylardan biridir. Öyle ki, Aktar’a göre, modern devletin kendini bir ulus ile birlikte tarif edişinin en açık ifadesi 1942-1944 arasında yürürlükte kalan bu yasadır. Gayrimüslimleri ekonomik zora sokarak, devlet hazinesinin güçlendirilmeye çalışılması ve vergiler zamanında ödenmediği takdirde gayrimüslimlerin yaşlarının önemsenmeden ve askerliğini yapmış olması farketmeksizin Aşkale ve Sivrihisar kamplarına çalışmaya gönderilmesi bu dönemin ayrımcı başat politikalarından birini oluşturur.


ree

 

Karasu, yer yer aksayacağını bilse de bir sözleşme önermektedir. Ancak, sözleşmenin Türkiye ve azınlıklar arasında nasıl bir baskıya dönüştüğünün görülmesi için metnin işaret ettiği veya anlamını bulduğu tarihselliğin de açığa çıkması gerekir. Çünkü içkin eleştiri, öncelikle isabet ettiği gerçekliğin açığa çıkarılıp eleştiri konusu haline getirilmesini mümkün kılar. Karasu’nun dilinin, kendi azınlığına dönerken bile yer yer “-ebilmek” ek fiiliyle dizilişi bir güçsüzlüğün ifadesidir. Çoğunluğun yıllar önce zorunda kaldığı egemenlik biçimi, ancak bir süreksizlik anında ve tek seferliğine ortaya çıkabilir. Dolayısıyla sözleşme talep etmek, azınlığın lehine değil, tarafsız olduğu iddia edilen ama tarihin dolayımlarından kaçınamayan bütünün ve geleneğin lehine olan çoğunluğun kendi tarihçesinde sık sık örneğini bulduğu baskıyı çağırmaktır. Sonuç olarak ikinci tezin başat politik önermesi olan sözleşme dolayısıyla ortaklık ve biradalık, azınlık tarihine bakıldığında bir yanılsama içerir.

 

V.

Kültürel zenginlik olarak sunulan şeylere, metalara, yasalara, görüntülere, imajlara vs. bakıldığında takınılacak tek tavır olan dehşet duygusundan söz etmiştim. Benjamin, Tezler’in VII.’sinde dehşet'ten önce "duygudaşlık" ifadesini kullanır. Historisist, yani tarihi bir olaylar zinciri gibi gören ve zamanlar arasında belirli uzlaşımları harekete geçiren tavrın duygusunun kiminle anıldığını sorar Benjamin ve hemen yanıtlar: “Cevap belli: Galip gelenle!”[13] Dolayısıyla, talep edilen politik biçimler ya da kullanılan dilin iç içe geçtiği tarihsellikler dışarıda bırakılmamalıdır.


ree

 

Karasu’nun Azınlıklar’ı, ilkin bütünün düzenleyici bir kategori olduğu ve iki karşıt yaşam imkanının bizzat o bütünde eşitlenebileceğini düşünür. Bazı aksaklıkları peşinen aktarsa da çözümü hemencecik gerçekleşmesi gereken bir barışa havale eder, o ana dek yaratılan eşitsizliklerin ne olacağı ve ne anlama geldiğini sormaz. Dolayısıyla, oluşturulan karşıtlıklar işlevsiz kılınır; sadece ileri bir uğrakta sözleşme etrafında biraraya gelmek ve barış ideali öne sürülür. Oysa deri renkleriyle ilgili sayısız argo ve fıkranın türediği bir jargonda dil kendini böyle deneyimlemez. Dolayısıyla, Karasu’nun Azınlıklar için yarattığı dil, yatıştırıcıdır ve tam da kendini görmezden gelmektedir.



[1] Nurdan Gürbilek, Örme Biçimleri, Metis Yayınları, 2023, s.67-81.

[2] Bilge Karasu’nun hayatıyla ilgili bilgileri Ülker Gökberk’in Hafıza Kazısı; geri kalan tarihsel bilgileri Rıfat Bali, Ayhan Aktar ve Çağdaş Keyder’in alanında ünlü kitaplarından alıyorum. Bkz: Rıfat Bali, Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri: Bir Türkleştirme Serüveni, 1923-1945, İletişim Yayınları, Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, İletişim Yayınları ve Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları.

[3] Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, içinde Son Bakışta Aşk, çev. Nurdan Gürbilek ve Sabir Yücesoy, Metis Yayınları, s.46-47.

[4] Bu ayrıntıya benden önce gönderme yapan bir yazı için bkz: Hakan Yücefer, “Akıl Yürütmenin de Yırtılıverdiği Yer”, içinde Bilge Karasu’yu Düşünmek, haz. Savaş Kılıç ve Seval Şahin, Metis Yayınları.

[5] Bilge Karasu, Öteki Metinler, “Azınlık- Azınlıklar Bir Çözümleme Denemesi”, haz. Füsun Akatlı, Metis Yayınları, s.26-46.

[6] a.g.e., s.28

[7] Kozmopolitizm fikrinin modern anlamda temel uğrağı Immanuel Kant’tır (1724-1804). Kant, antagonizma kavrayışını “toplumdışı toplumsallık” kavramıyla ifade etmiştir. Ona göre, insanların topluma katılma ilgileriyle birlikte toplumu bölme eğilimleri at başı gidebilir. Ayrıca, insanın doğasındaki toplumsallaşma meyliyle birlikte insan her an kendisini geliştirir ve yeteneklerinin farkına varır. Ancak, doğanın insanın karşısına çözmesi için bıraktığı en büyük problem evrensel hukukun geçerli olduğu bir yurttaşlar toplumunun kurulmasıdır. Buna göre, insan aklı ve öznelerarasılık [intersubjectivity] insan aklının ve yeteneklerinin son sınırını teşkil eder. Dolayısıyla ortak bir yaşamın kurulacağına yönelik ereksel bir müdahale olan dünya yurttaşlığı kavramı, çatışmayı dahi bir çözüm olanağı olarak önerdiği toplum biçimiyle çözmeye çalışır. Bkz: Immanuel Kant, “Dünya Yurttaşlığı Amacı Taşıyan Evrensel Bir Tarih İdesi”, içinde Politik Yazılar, çev. Aydın Gelmez, Dipnot Yayınları, s.21-39.

[8] Kozmopolitizm ve enternasyonalizm arasındaki çağdaş ilişkiyi burada tartışmayacağım ancak bu fikre dair verimli bir tartışma için bkz: Orhan Koçak, “Kozmopolitizm ve Enternasyonalizm (I)”, Birikim Haftalık, 22 Nisan 2018, https://birikimdergisi.com/haftalik/8852/kozmopolitizm-ve-enternasyonalizm-i ;

Orhan Koçak, “Kozmopolitizm ve Enternasyonalizm (II)”, Birikim Haftalık, 10 Mayıs 2018, https://birikimdergisi.com/haftalik/8874/kozmopolitizm-ve-enternasyonalizm-ii ;

Orhan Koçak, “Kozmopolitizm ve Enternasyonalizm (III)”, Birikim Haftalık, 18 Mayıs 2018, https://birikimdergisi.com/haftalik/8908/kozmopolitizm-ve-enternasyonalizm-iii .

 [9] Bilge Karasu, Öteki Metinler, “Azınlık- Azınlıklar Bir Çözümleme Denemesi”, haz. Füsun Akatlı, Metis Yayınları, s.33.

[10] a.g.e., s.33.

[11] G.W.F. Hegel, “Preface”, içinde Phenomenology of Spirit, çev. A.V. Miller, Oxford: Oxford University Press ve Elements of the Philosophy of Right. çev. H.B. Nisbet, Cambridge: Cambridge University Press, 1991.

 [13] Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, içinde Son Bakışta Aşk, çev. Nurdan Gürbilek ve Sabir Yücesoy, Metis Yayınları, s.46.



Kaynakça


Nurdan Gürbilek, Örme Biçimleri, Metis Yayınları, 2023

Ülker Gökberk Hafıza Kazısı, çev. Kübra Kelebekoğlu, Metis Yayınları, 2023

Rıfat Bali, Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri: Bir Türkleştirme Serüveni, 1923-1945, İletişim Yayınları, 2005

Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, İletişim Yayınları, 2013

Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları, 2015

Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, içinde Son Bakışta Aşk, çev. Nurdan Gürbilek ve Sabir Yücesoy, Metis Yayınları, 2015

Hakan Yücefer, Akıl Yürütmenin de Yırtılıverdiği  Yer Bilge Karasu'nun Azınlıkları

Bilge Karasu, Öteki Metinler, “Azınlık- Azınlıklar Bir Çözümleme Denemesi”, haz. Füsun Akatlı, Metis Yayınları, 2022

Immanuel Kant, Politik Yazılar, çev. Aydın Gelmez, Dipnot Yayınları, 2022

Orhan Koçak, “Kozmopolitizm ve Enternasyonalizm (I)”, Birikim Haftalık, 22 Nisan 2018, https://birikimdergisi.com/haftalik/8852/kozmopolitizm-ve-enternasyonalizm-i 

Orhan Koçak, “Kozmopolitizm ve Enternasyonalizm (II)”, Birikim Haftalık, 10 Mayıs 2018, https://birikimdergisi.com/haftalik/8874/kozmopolitizm-ve-enternasyonalizm-ii

Orhan Koçak, “Kozmopolitizm ve Enternasyonalizm (III)”, Birikim Haftalık, 18 Mayıs 2018, https://birikimdergisi.com/haftalik/8908/kozmopolitizm-ve-enternasyonalizm-iii .

G.W.F. Hegel, Phenomenology of Spirit, çev. A.V. Miller, Oxford: Oxford University Press

G.W.F. Hegel, Elements of the Philosophy of Right. çev. H.B. Nisbet, Cambridge: Cambridge University Press, 1991.

Theodor Adorno, Minima Moralia, çev. Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, 2017.

Üst
bottom of page