"Eşsiz Kitaplar"
- Deniz Uslu
- 21 saat önce
- 9 dakikada okunur
Deniz Uslu
Özellikle 3. Dünya ülkelerinde “bir kültürün ana hatlarını çizebilmek için ülkenin akademik profilinden önce yayıncılığın durumuna bakmak gerekir.” Calasso’nun bu saptamasının bizim açımızdan teyidini, o dönem kurulan Ayrıntı, Metis, Can, İletişim gibi yayınevlerinin Türkiye’nin entelektüel hayatını önemli ölçüde belirlemiş olmasında bulabiliriz.
08/25 | Kitap

Yayıncılık rolü, yüzyıllardır neden bu kadar çok kişinin ilgisini çekiyor,
bugün bile büyüleyici, hatta bazı açılardan gizemli olarak algılanıyor?
Bazı varlıklı kişilerin çoğu zaman, kelimenin tam anlamıyla yüksek
bir bedel ödeyerek elde ettikleri hiçbir mesleki unvanı
bu denli arzulamadığı kolaylıkla gözlemlenebilir. Bu tür kişiler, örneğin
donmuş sebzeleri ürettiklerini değil de onları yayımladıklarını
söyleyebilseler herhalde bundan büyük mutluluk duyarlardı.
Roberto Calasso, Editöre Not
İtalyan yayıncı Roberto Bazlen, “bir ülkedeki yayıncılar, sahafların tezgahlarındaki kitaplardan belli olur,” demiş. Sahafların, hem amatör kitap kurtlarının hem de yayıncıların uğrak mekânı olması boşuna değil. Yayıncılık tarihinin layıkıyla işlenmediği göz önünde tutulursa, 11 Eylül 2024 – 2 Şubat 2025 tarihleri arasında Salt Beyoğlu’nda görücüye çıkan ve 1970’lerden itibaren grafik tasarım alanında yaşanan değişimi "kitap" üzerinden ele alan “Tasarımcının Notu” başlıklı sergi, son yarım asırda Türkiye’de kitap yayıncılığının panoramasından önemli bir kesit sunması bakımından son derece önemliydi. Darbe koşullarında aynı zamanda bir direniş biçimi olarak pek çok angaje yayınevi filizlendi. Yayıncılık bir yandan bankalar, holdingler ve özel şirketlerin prestij faaliyeti olarak yeni bir boyut kazanırken, kültür endüstrisinin yükselişine katılan entelektüel ve politik motivasyonu kuvvetli aktörler, kitabı sadece içeriği ve niteliğiyle önemsemekle kalmayıp, ona bir tasarım nesnesi olarak da yaklaştılar.

Söz konusu sergide yer alan Ada Yayınları bunun en güzel örneklerinden biridir. 1976 yılında, o dönem bir reklam şirketinin sahibi olan Ferit Edgü marifetiyle yayıncılık dünyasına adım atan yayınevi, sadece ticari saiklerle hareket etmeyip “cüretli biçim denemelerinin ve tasarım estetiğinin ürünü olan kitaplarla”[1] kültürel iklime yeni bir soluk getirdi. Faaliyet gösterdiği on beş yıl içinde yüz kırka yakın kitap yayınlayan Ada Yayınları’nın numaralı ve sınırlı güzide basımları, nesne olarak kitaba tutkun olanlara bugün bile ayrıcalık bahşetmeye devam ediyor.
Özellikle 3. Dünya ülkelerinde “bir kültürün ana hatlarını çizebilmek için ülkenin akademik profilinden önce yayıncılığın durumuna bakmak gerekir.” Calasso’nun bu saptamasının bizim açımızdan teyidini, o dönem kurulan Ayrıntı, Metis, Can, İletişim gibi yayınevlerinin Türkiye’nin entelektüel hayatını önemli ölçüde belirlemiş olmasında bulabiliriz. Aynı şekilde “Gallimard’ın evrim sürecinde yaşananların izini sürmeden Fransız kültürünü yirminci yüzyılda yeniden inşa etmek anlamsız bir çaba olacaktır(...)1960’lı yıllarda Frankfurt Okulu’nun Suhrkamp’ın yayınlarında toplanan çalışmalarının etkilerini hesaba katmadan Almanya’yı iyi anlayamayız. Einaudi’nin eğitici rolünü göz ardı edersek İtalya’nın savaş sonrası kültürü hakkında çok az şey anlayabiliriz.” (Editöre Not, s. 117).

Eğer kültürel atmosferi belirlemekte yayınevleri bu denli önemli bir rol oynuyorsa, bu yayınevlerinin sahiplerinin, genel yayın yönetmenlerinin ve editörlerinin entelektüel yönelimleri de kültürün evriminde tayin edici oluyor demektir. Hem yeni keşfedilmiş ulusal yazarlar, hem de dünya kültür zenginliği onlar aracılığıyla okurla buluşur ve okur kitlesinin entelektüel gelişimini büyük ölçüde yönledirir. Bu yüzden kimi yayıncılar efsane mertebesine yükselir. Bunlardan biri büyük Fransız yazar Jean Echenoz’un da bir kitabına konu olan Jérôme Lindon’dur. Fransız entelektüel yaşamının güçlü seslerinden biri olan ve II. Dünya Savaşı sırasında yeraltı direnişiyle ilişki içinde kurulmuş Editon Minuit’nin sahibi ve genel yayın yönetmeni Lindon sadece Samuel Beckett, Gilles Deleuze, Marguerite Duras, Alan Robbe-Grillet, Claude Simon ve Michel Butor’un yayıncısı olmakla kalmaz, ayrıca Türkiye’de de bağımsız yayıncılar ve butik yayınevleri arasında önemli figürlerden biri olan Norgunk’un kurulmasına ilham kaynağı olur.[2] Burada Norgunk’un iki kurucusundan biri olan ve maalesef yakın zaman önce kaybettiğimiz Alpagut Gültekin’i şükranla analım.
Yine I. Dünya Savaşı’nın şafağında edebi değeri yüksek eserler kaleme alan yeni yazarları yayımlamak isteyen Alman yayıncı Kurt Wolff da bu sınıfa girer. Tam da o dönemi anlatan ve Jüngste Tag [Kıyamet Günü] adlı bir seride, pek alışık olunmayan formatlarda ince kitaplar yayınlar. Dünya edebiyatının dönüm noktalarından biri olan, ancak o sıralar henüz pek dikkat çekmemiş Franz Kafka’nın bazı hikâyeleri, Alman edebi dışavurumculuğunun simgesi olan küçük kitaplardan oluşan bu seride gün yüzü görecektir. Bu hikâyelerin arasında 1915’te siyah çerçeveli, zarif, mavi bir etiketle basılan Die Verwandlung [Dönüşüm] da vardır. Bu macera çok uzun sürmese de Wolff, Robert Walser, Georg Trakl, Oskar Kokoschka, Carl Sternheim, Max Brod, Gustav Meyrink, Heinrich Mann gibi birçok yazarın yayıncısı olarak efsane yayıncıların oluşturduğu takımyıldızında yerini almış olur.

Bir başka dikkat çekici editör de yakın zaman önce bir filme (Genius, 2016, yön. Michael Grandage) konu olan Max Perkins’tir. Perkins, Scribner’s’in editörü olarak Thomas Wolfe, Ernest Hemingway ve F. Scott Fitzgerald’i keşfetmesiyle tanınır. O zamanlar Scribner's Henry James ve Edith Wharton gibi eski yazarları yayınlamasıyla biliniyordu. Ancak Perkins, çoğu editörün aksine, gelecek vaat eden yeni yazarlar peşindeydi. İlk büyük buluşunu 1919'da F. Scott Fitzgerald ile anlaştığında yaptı. Başta, Fitzgerald'ın ilk romanını Perkins dışında beğenen olmamıştı. Buna rağmen Perkins, yayınevi tarafından kabul edilene kadar el yazmasını gözden geçirmek için Fitzgerald ile çalıştı. 1920 yılında ise This Side of Paradise’ın (Cennetin Bu Yakası) yayınlanışı, her zaman Perkins ile anılacak yeni bir edebiyat kuşağının doğuşunu işaret ediyordu. Roman Amerika Birleşik Devletleri'nde büyük yankı uyandırdı ve art arda gelen baskılarla neredeyse elli bin sattı.
Tabii bir de büyük yazarların ilk eserlerini yayımlamayı reddeden editörler vardır ki bu da ayrı bir hikâye. Bunun en meşhur örneklerinden biri Marcel Proust’u reddeden Andre Gide’dir. İşte bu grubun parlak yıldızlarından biri de ünlü İtalyan yazar ve yayıncı Roberto Calasso’dur. 1950’lerde İtalya’da yayıncılık deyince akla -Fransız Gallimard’ın, Alman Suhrkamp’ın muadili -tek bir isim geliyordu: Einaudi. “Yüksek kaliteli, son derece seçici bir yayınevi. Ancak o dönemde herkes seçicilikten usanmıştı. Artık herkes bu deneyimi bizzat yaşamak istiyordu ve bir yerlerde hâlâ keşfedilecek çok şey olduğuna dair kuvvetli bir inanç vardı. Bir keresinde ‘önemli eserlerin büyük bir kısmı’ dediğimi hatırlıyorum. Birisi buna gücenmişti. Fakat ‘önemli eserlerin büyük bir kısmı’ İtalya’da uzun süredir eksikti.” (Editöre Not, s. 39). Böyle bir atmosferde, henüz 21 yaşında olan Calasso, 1962 yılında Roberto Bazlen tarafından kurulan Adelphi Edizioni’de çalışmaya başlar (1999 yılında şirketin yönetim kurulu başkanı olacaktır.) Bazlen’in tutkusu, “bilgiyi deneyime dönüştüren ve değişen deneyimler aracılığıyla okurunu da değiştiren kitaplardı… Çünkü bu kitaplarda, eksik olmaları durumunda hayatımızın daha sığ olacağını gösterebilecek bilgiler vardı.” Böylece Bazlen, daha Adelphi’nin adı bile konmadan önce "eşsiz" kitaplardan bahsediyordu.

Calasso, “eşsiz kitap”ın ne olduğunu anlatmak için, 1494 yılında Venedik'te kurulan ve Latince- Yunanca başyapıtlar ile birkaç modern eser basan Aldine Press’in kurucusu, İtalyan hümanist, bilimci, eğitimci Aldous Pius Manutius’un (1449-1515) yönelimini örnek verir. Hayatının ilerleyen dönemlerini nadir metinler yayınlamaya ve yaymaya adayan Manutius, Yunan el yazmalarına olan ilgisi ve onların korunmasına dönük çabasıyla çağının yenilikçi bir yayıncısıydı. Calasso’ya göre Manutius, “bir bilim olarak yayıncılığı hayal eden ilk kişidir.” Yayınlacak kitaplar nasıl seçilecektir ve bu başlıklar nasıl sıralanacaktır? Öyleyse bu bilim, sadece kitaplara eşlik edecek metinlerle sınırlı kalmaz, bir nesne olarak kitabın nasıl sunulacağı da -kapak, grafik, sayfa tasarımı, yazı tipleri, kağıt- bir o kadar mühimdir.
“Aldus Manutius, sadece modern önsözlerin ve sonsözlerin değil, bugün yayıncılıkta kullanılan kapak yazılarının, katalogların ve tanıtım yazılarının da öncüsü olan mektup yani epistulae formundaki kısa giriş metinlerini bizzat yazardı. Onun yazdığı metinler, belli bir yayıncı tarafından basılacak ‘bütün kitapların’, tek bir zincirin halkaları, bir kitap koleksiyonunun parçaları ya da tek bir kitabın bölümleri olduğunu gösteren ilk işaretti.” (Editöre Not, s. 63). Bu anlayış ve iddia hâlâ yayıncılığın ideali olmaya devam ediyor. Manutius’un bastığı ilk kitap, neredeyse Finnegans Wake’i akla getiren, yazarı bilinmeyen, ilk roman olarak kabul edilebilecek, Hypnerotomachia Poliphili (Bir Rüyadaki Aşk Kavgası) gibi son derece zor bir başlıktı. Folyo formatındaki metin, ona kusursuz biçimde eşlik eden muhteşem gravür baskı resimlerle süslenmişti. (“Bibliyofillerin büyük çoğunluğu, bu kitabın basılmış en güzel kitap olduğunu düşünür.”) Fakat Manutius’un büyüklüğü yalnızca yeni kuşaktan bibliyofillere hazine değerinde kitaplar bırakmasından ibaret değildir, bundan 3 sene sonra, 1502’de parva forma (“küçük baskı”) stilinde yayımladığı Sofoklesler esasında tarihteki ilk cep boy ve karton kapak baskılardı. Bunlar, “kelimenin tam manasıyla cepte taşınabilecek ilk kitaplardı. Manutius bu icadıyla insanların okuma alışkanlıklarını değiştirmişti. Aslında bu şekilde, okuma eylemi baştan aşağı değişti…. Böylece Manutius birbirine zıt iki sonuç elde etmiş oldu. Bir yandan Hypnerotomachia Poliphili gibi bir daha benzerine rastlanmayan -eşsiz kitap tarifinin ilk örneği olabilecek- bir kitabı yayımlamış, diğer taraftan Sofokles’in kitabıyla bugüne kadar milyonlarca baskısı yapılmış farklı bir kitap formu icat etmişti.” (Editöre Not, s. 65-66).

Öyleyse Einaudi’nin Biblioteca serisindeki başlıklar da “her boncuğun aynı iplikte birbirine bağlı kalmasına benzemeli", farklı kitaplar tek bir kitabın bölümleriymiş gibi hissedilmeliydi. Akla gelen ilk şey, o sıra irrasyonel düşünce denince yanıp sönmeye başlayan Nietzsche’nin eleştirel baskısını yapmaktı. (Ayrıca kitaplar, büyük klasik matbaacıların sonuncusu, Alman asıllı grafik tasarımcısı Giovanni Mardersteig’e emanet edilecekti.) Aynı dönemde fantastik edebiyat başlı başına karmaşık ve şüpheli görünüyordu. İşe bakın ki Biblioteca serisinin ilk kitabı, Sembolizm ve Ekspresyonizmin önemli temsilcileri arasında yer alsa da aslında bir yazar olamayan Avusturyalı sanatçı, Alfred Kubin’in tek romanı Die andere Seite (Diğer Taraf) idi. (İlginçtir ki bu kitabı Türkiye’de ilk kez, 2000’li yılların önemli bağımsız yayıncılardan Altıkırkbeş, Emrah İmre çevirisiyle basacaktı). Aynı seride daha sonra Jan Patocki'nin Zaragoza’da Bulunmuş Elyazması’nı (Remzi Kitabevi, 1992, çev. Melis Ece) ve René Daumal’in Analog Dağ’ının da (Paris Yayınları, 2017, çev. Orhan Düz) yayınlacağı göz önünde tutulursa, editörlerin yönelimi, iddası, cüreti ve yenilikçiliği hemen anlaşılacaktır. Biblioteca serisi kırk birinci yıla ulaştığı 2006’da bünyesinde 600’den fazla başlık bulunduruyordu ve kataloğundaki yazarlar göz alıcıydı: Bernhard’ın beş ciltlik otobiyografisi, Kundera, Burroughs, Nabokov, Sacks, Sciascia, Simenon, Pirsig, C.S. Lewis, Muriel Spark, Karl Kraus, Joseph Roth, Adolf Loos, Arthur Schnitzler, Elias Canetti, Ludwig Wittgenstein, Blixen, Borges, Pessoa…
Bu altı yüz kitapla rengarenk, geniş bir zihinsel manzara oluşturulabilir. Yine de bu kitapların ortak yanı "eşsiz kitap"lar olmalarıydı. Serinin ilk kitabı zaten bunun ipuçlarını verir. “Aslında romancı olmayan bir yazarın tek romanı. Okuma deneyimini, belli bir süre boyunca içinde kaldığımız sarsıcı bir halüsinasyona dönüştüren bir kitap. ... ay süren bir hezeyanın içinde yazılmış bir kitap. Kubin’in hayatında, o ana kadar benzeri yaşanmamış, daha sonra hiç yaşanmayacak bir şey. Roman, yazarının başına sadece bir kez gelebilecek bir durumu kusursuz bir şekilde yansıtıyor.” (Editöre Not, s. 11)

Calasso’nun altını çizdiği çok önemli diğer bir konu ise, bir editörün yazara adanmışlığıdır. Ona göre, serinin köşe taşlarından biri olan Joseph Roth’un yazdıklarının ve üslubunun İtalyan dilinin damarlarına bu denli kuvvetli nüfuz edebilmesini sağlayan şey, çevirmenlerin ustalığından ziyade, yazarın kitaplarının tek redaktörü Luciano Fo’ydu. Netice itibarıyla, hem serideki başlıklar hem de kapaklarda kullanılan imgeler karşı konulmaz, tuhaf bir yakınlık oluşturmalıdır. Aby Warburg tarafından formüle edilen ve uygulanan "iyi komşu" kuralı uyarınca, mükemmel bir kitaplıkta belirli bir kitabı aradığınızda, onun yanındaki kitabın asıl yararlı olacak kitap olduğunun ortaya çıkması gibi, başlıklar ve imgeler birbirini çağırmalıdır.
Bugün, her sayfada yaklaşık on link olmak üzere yaklaşık yüz milyar web sayfası bulunduğu düşünülürse, karşımızda trilyonlarca bağlantı var ve bunun bir nesne olarak kitabı ve okuma deneyimini dönüştürmesi kaçınılmaz gibi görünüyor. Gelişen teknoloji ve olağanüstü dijitalleşme karşısında basılı kitap önemini kaybediyor mu? Calasso’nun sözleriyle “kapak, ‘dünyadaki bütün kitapları, birbirine bağlanmış kelimelerden ve fikirlerden oluşan tek parça, sıvı bir yapıya’ dönüştürmeyi amaçlayan bu sürece, çaresizce, ısrarla, sessizce direniş gösteren işaretlerden biridir. Kapak, bu sıvı yapıya sarılıp boğulmanın eşiğine geldiğiniz o anda kaçılacak bir cennet gibidir.” (Editöre Not, s. 38) Kapak, her canlının derisi gibi, bir kitabı diğer her şeyden ayrıştırır.

Para ve pazarlama gibi temel gerekliliklerin her zamankinden önemli hale geldiği bir ekonomide Eco ve Carrière içimize su serpecek bir yanıt veriyor: “Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın”[3] Bugün hâlâ kitaplar ve kitapların kim tarafından yayımlandığı önem taşıyor. Kitapların belli bir bağlam ve biçim içinde takdim edilmesi hem iyi okur açısından es geçilemez bir faktör hem de yayıncının temel görevi olmaya devam ediyor. Zaten yayıncılık denen faaliyet de Calasso’nun deyişiyle “okur ve yayıncı arasında ortak bir anlayış kurulana kadar heyecanlı bir oyundan ibarettir.” Yayıncı karışık, dağınık halde olsa da hâlâ saf edebiyatın peşinde olan okura, Debussy’nin müziğinin amacını tarif ederken kullandığı ifadeyle keyif vermelidir (Faire plasir), onlara aradıklarını bulabileceği bir mecra sunmalıdır.
Öyleyse bir kitaptaki ve bir yayınevindeki her ayrıntı dikkati hak eder. Bir okur, başka yerde bulamayacağı şeyleri bir yayınevinde buluyorsa, bunun altında muhtemelen, Simone Weil’in Adelphi’nin yayımladığı kitaplara da yön veren kültür tanımı yatar: “Dikkat eğitimi”. Calasso aynı minvalde yayıncılık sanatında Claude Lévi-Strauss’un mitlerin yorumlanması için önerdiği bricolage kavramına atıfta bulunur. Mitlerin, önceki mitlere kaynaklık edişi gibi, yayıncılık sanatı da mevcut elementlerden, malzemeden yola çıkarak aynı hattı takip etmelidir. Bir yayınevi, bir kitabı yayımlamayı reddediyorsa, bunun sebebi her zaman bütçe ya da baskı sayısı değildir. O kitabı yayınlamak tıpkı bir romana onu bozacak ya da önemli ölçüde değiştirecek bir karakter eklenmesi gibi yayın yelpazesinin insicamını bozar.

Yayıncılık, maliyet fiyatlarının muhasebesi nedeniyle çoğu zaman bunaltıcı hâle gelse de, kültürde iz bırakmanın verdiği haz ve prestijle, eşsiz kitaplar keşfetmenin ve bunları takdire şayan biçimlerde sunmanın heyecanı ve gururuyla bugün hâlâ cazibesini koruyor. Bu da çoğu zaman pek çok fedâkarlık ve büyük bir emek gerektiriyor. Mallarmé’nin meşhur vecizesiyle, sanki “dünyada her şey sonunda bir kitaba varmak için var”mış gibi… “Sonuç olarak eşsiz kitap, yazarın başına bir şey geldiğini ve bu şeyin yazıya aktarıldığını hemen açık eden kitaptır.(...) İşte bu nedenle, eşsiz kitaplar aynı zamanda, hiçbir zaman bir kitaba dönüşememe riskiyle karşı karşıya olan kitaplardı…. Ardında iz bırakmayan hiçbir fedakarlık yoktur, aslında dünyanın kendisi de bir kalıntıdır. Kitaplar, tam da bu nedenle vardır. Ardında iz bırakmayan bir fedakârlık mümkün olsaydı kitapların asla var olamayacağını unutmamak gerekir.” (Editöre Not, s. 12)
*Editöre Not, Roberto Calasso, çev. Esma Fethiye Güçlü, Ketebe Yay., 2025
[1] Mümtaz Sağlam, “Ferit Edgü ve Ada Yayınları Sanat Dizisi”, https://saglamart.com/ferit-edgu-ve-ada-yayinlari-sanat-dizisi
[2] “Jérôme Lindon, Samuel Beckett, Jean Echenoz ve Norgunk”, https://karakugublog.wordpress.com/2016/12/23/jerome-lindon-samuel-beckett-jean-echenoz-ve-norgunk/
[3] Calasso, Richard Brautigan’ın Kürtaj kitabında anlattığı, sadece şahsen getirilmiş elyazmalarından oluşan, “Otel Odalarında Mum Işığında Çiçek Yetiştirmek” gibi “Amerikan edebiyatının, istenmeyen, en lirik, büyülü yapıtları”nın toplandığı bir nevi kitap bankası ya da emanetçisi görevi gören kütüphaneyi andırır biçimde, para ve pazarlama gibi temel zorunlulukların ortadan kalktığı koşulların gerçekleştiği tarihi bir örnek verir. Ekim Devrimi’nin yarattığı çatışan duygular ve keşmekeş içinde, enflasyonun başını alıp gittiği bir dönemde matbaalar süresiz kapatılır. “Aralarında Şair Vladislav Khodasevich, düşünür Nikolai Berdyaev ve o dönem yaşanan olayları kaydeden Romancı Mikhail Osorgin’in de bulunduğu bir grup yazar, ‘Yazarların Kitabevi’ adında bir kitabevi açmak gibi çılgın bir işe girişmeye karar verdiler. Bugün hâlâ aktif olan kitabevi, kitapların, daha doğrusu “belli başlı kitapların” piyasada dolaşmasını sağlıyor. Kitabevi, kısa sürede Osorgin’in ifadesiyle, Moskova’da ve bütün Rusya’da kitapların ‘denetim olmaksızın’ satın alınabileceği tek yere dönüştü. Osorgin ve arkadaşları aslında küçük bir yayınevi kurmak istiyorlardı ama şartlar buna imkân vermiyordu. Bu nedenle bu kitabevini, bir yayınevinin alternatifi olarak kullanıyorlardı. Kitabevi yeni kitapların üretilmediği fakat sayısız kitaba ev sahipliği yaparak onları dolaşımda tutmayı amaçlayan bir yerdi. Bazıları değerli, bazıları sıradan, tamamlanmamış, unutulmaya yüz tutmuş, tarihin kazazedesi bu kitaplar kitabevindeki raflarda yerini alıyordu.” (Editöre Not, s. 68, 69).