top of page

Grafik Roman: ''Süreli değil, süresiz bir yalnızlık''

Punctum Dergi


Flaneur Books editörlerinden Ozan K. Dil ile grafik roman yayıncılığının bugünü, gündemleri, güçlükleri ve özel olarak Flaneur Books'un hikâyesi üzerine kısa bir söyleşi gerçekleştirdik.


04/23 | Söyleşi

 

Nick Cave and The Bad Seeds Art-Book, Reinhard Kleist, 2022. [Detay]


Punctum: Her şeyden önce, çizgi roman - grafik roman... bu ayrımı zikretmeyi sürdürmek bugün bu mecradaki yayıncılığın hikâyesini ya da güçlüğünü anlamak için elzem mi?


Ozan K. Dil: Bu tarihin uzmanı değilim. Kendi kanaatlerimi paylaşabilirim. Bu ayrım, zaten halihazırda var olmasının ötesinde, kendiliğinden yaygınlaşan bir şey oldu. İşlevsel bir şey: Dergi şeklindeki ana akım -ve nadiren marjlara seyahat eden- süreli yayınlar ile, başlayıp biten, kendi içinde ucu açık olmadan, yeniden modifiye edilemeyecek şekilde kurulmuş bir evreni olan “kitapları” birbirinden ayırabilmek için gerekliydi galiba. “Roman” kelimesinin hakkını daha çok veren, tamamlanmış bir eser olan kitaba odaklanmaya ve onun üzerinden, önceden sınırları belirlenmiş tüketme setleri değil, özelleşmiş görme tarzları icat etmeye hazır okuyucu içindir grafik romanlar.


Ucu açık derken ne demek istiyorsun?


Anonim bir çoğunluğun beğenisine bir sayı sunabilir ve ona gelen geri bildirimlerle karakterlerinizi ve evreninizi çeşitlendirmeye devam edebilirsiniz süreli bir yayında, az ya da çok, hele yetenekli yazar ve çizerleriniz varsa; ama ortaya bu hakemliğe başvurmadan, bir beğeni yağmuru ya da kuraklığıyla kendinizi tekzip etmeye zorlanmayacağınız zaaflarla (ideal bir dezavantajla) koyduğunuz eser, karşılaşmaya en müsait tekillik potansiyelleriyle geliyor. Yani yalnızlık işte. Sizin şahsi hikâyeniz kadar yalnız bir hikâye. Süreli değil, süresiz bir yalnızlık bir bakıma.


Ama yine de, eklemem gerek, birbirinin içinde yer alan bu türlerin adlarını zikretme konusunda doğal olmayan, fazladan bir dikkatin çok gerekli olduğunu da düşünmüyorum. Bu ayrımın farkında olması gereken, okurlardan ziyade yazar ve çizerler, biraz da yayıncılar gibi geliyor bana. “Ne yazıyorum / çiziyorum / yayımlıyorum?” sorusunun cevabını bilmek, mutlak olmasa da öncelikli bir mesele, üretirken. Yani günümüzde bu ayrım süreli dergiler ile tek başına -ya da birkaç ciltlik- “eserleri” birbirinden ayırt etmeye yaramalı, bu kavramlardan birini kullanmayı tercih etmiş “insanları” değil. Nedense böyle kendiliğinden ortaya çıkan estetik-işlevsel ayrımlar bile hemen bir parmak sallayan elitler güruhu çıkarıyor ortaya.


Kafka, Robert Crumb, 2019.


Hem çok önemli, hem de önemsiz, der gibisin...


Bilmek önemli ama sürekli zikrederek dili disipline etmeye çalışmak yanlış, diyorum. Kaldı ki yaratıcılarının çaplarına göre, bu türler güçlerini girift olma potansiyelini daima barındırmalarından alıyor. Süreksizliği kimi zaman hikâye, fasikülleşmesinden alır. Kimi zamansa, tekrardan. Martin Mystere’in “Sonsuz Anı”sını hatırladım. Ricordo senza fine. Neredeyse her sayısı bir grafik roman bütünlüğündeki İmkânsızlıklar Dedektifi’nin bu sayısında bir “mad scientist” belirli bir anının sonsuz döngüsünü tetikleyebilecek icadıyla Martin’i de bir âna / anıya hapsediyordu. Başka insanlarsa karşılığında servet ödeyerek istedikleri anıyı satın alıyor ve onun sonsuz tekrarının içinde yüzlerinde mutlu bir ifadeyle ölüyorlardı. Sadece tekrarın, biçimin kendi nihayetini baştan kopyalayan bir sunum haline gelmesinde konuşabilecek bir ustalık var ve sadelikle gelen bir tekrar beklenmedik olanın gelişinden daha heyecan verici her zaman. Burada sürelilik tarzları arasında da ayrım gözetmek gerek; nihayete erişinden mahrum bırakılmış bir güdüklükle seri şekilde üretilen kişiliksiz bölümlerdense, kendinin özgün kopyalarından mürekkep tekrarları tercih etmek gerek.


Martin Mystere, Ricordo senza fine / Sonu Gelmeyen Anı, No.122, Lâl Kitap, 2012.


Flaneur Books nasıl kuruldu, kimler yürütüyor, bugünlere nasıl ulaştı?


Flaneur, Servet’in [İnandı] hayata geçirdiği hayali; ve 2012’de, Türkiye’de “grafik roman” denildiğinde duyan kimilerinin dudak büktüğü zamanlarda kuruldu. Şu an Servet'in genel yayın yönetmenliğinde, Türker [İnandı], Bengi [De Sa Matos Paixao] ve benden oluşan dört kişilik bir ekibiz ama Flaneur temelde bir dost çevresi çalışmasıdır. Bu sınırlı çevrede birbirimizin hayallerini dinler ve onlara “proje” muamelesi yapmadan, nasıl katkıda bulunabileceğimizi konuşuruz. Yapmak istediklerimizin çoğunu yapamamış olsak bile geride sadece yayıncılıkla sınırlı olmayan bir tarih var: okuru profesyonel çizerlerle temas ettiren eğitim programları, irili ufaklı buluşmalar, bağımsız fuarlar ve koleksiyonerlerin olduğu kadar yeni okurların da ilgisini çeken limitli edisyonlardaki, artık Flaneur’ün imzası haline gelmiş imzalı serigrafi ve sertifikalar... işin keyifli kısmı bunları tasarlamak. Yine de, tüm bu trafiği yönetmek için gereken arzu ve enerji bizde mevcut olsa da, günümüzde artık kâğıda ulaşmak ve basım maliyetlerini gereğince karşılamak oldukça güç hale geldi. Birçok alanda olduğu gibi kâğıt alanında da üretmeyen, dışa bağımlı bir ülke olmanın faturası yine ağır oldu, oluyor ve bu faturayı da tabii daha çok küçük ya da bağımsız yayıncılar ödüyor. Son krizin de gösterdiği gibi bırakın olmayı istediğimiz şeyi, olduğumuz şeyi olmaya devam edebilmemiz bile pamuk ipliğine, küresel pazardaki tekel üreticilerin alacağı kararlara bağlı. Dolayısıyla Flaneur de birçok bağımsız yayıncı gibi çekirdek kadrosunun ve yakın çevresinin özverileriyle ayakta duruyor. Hep öyle oldu. Ama kuruluşundaki kataloğun niteliği zaman içinde değişmemiş, dahası zenginleşmiştir hep.


Hemen her süreci birlikte kotarıyoruz Flaneur'de. Görev tanımlarımız epey geniş. Klasik anlamda bir departmanlaşmamız yok ve genelde birbirimize kök söktürürüz. Bunun içinde hakiki bir arkadaşlık duygusu olmadan bulunabilmek hemen hemen olanaksız zaten.


Temel zorluğu ne oluşturuyor günümüzde, yayıncılıkta?


Baskı maliyetleri, buna bağlı olarak yüksek gibi görünen etiketler ve okura ulaşmak. Bunun üçüncü ayağı da önemsiz değil. Dağıtımcıdan rafçıya giden çizgide, kitabı anlayabilecek, tercihen okuyabilecek kadar işin içinde, yani uzmanlaşmış kitapçıların sayısı çok az. Kitapların birbirlerine görünmez ipliklerle bağlı olduğu bir tür çapraz başvuru simbiyotik birliği gibidir sonuçta, bir kitapçı, bir kütüphane, bir kitaplık... Bütün gün ayakta durmaya zorlanan, raf konusunda özel ve adil bir kürasyon yapmaya izni olmayan, güvencesiz koşullarda çalışan raf elemanları okurla kitabın arasından neredeyse çıkmak zorunda kalmış durumda. Canlı ve nitelikli bir kitap eleştirisi yayıncılığı da olmadığından kitabın okurla buluşması için derinleştirilebilecek tek kanal reklam sistemi oluyor. Yani web üzerindeki ana akım mikro bloglar vs içinde, kitabın görünürlüğü ile görünmekle yetinen, ama aurası hakkında bir deneyim iletmekten imtina eden, aynı dille bir yaygınlık. Yani satın alma olanakları çevrimiçi olarak daha fazla görünse de aslında kitaba ''ulaşmak'' daha güç, bugün. Edebiyat-teori yayıncılığının da bu başlıklar altında sıralanabilecek az çok benzer sorunları var (uzmanlaşmış editörlüğün vs çok belirleyici olduğunu unutmayalım: büyük yayınevlerinde çalışan pek çok arkadaşım masalarında bir yığın olarak duran iş yükü sebebiyle verebileceklerinden çok daha azını vermek zorunda kalıyor edisyonlara) ama grafik-çizgi roman yayıncılığı fazladan bir komünite, çevre işi. Bunu, bu tarihi ve onun şimdi ile bağlantısını kurabilecek kütüphanelerin, arşivlerin, kişilerin yokluğuyla muhatabız her gün. Halihazırda zaten bizim yazdığımız basın bültenleri dışında çok az değerlendirme dolaşımdadır, okura rehberlik edebilecek. Devlet de zaten sansürleyecek, kovuşturmaya uğratılacak bir şey olup olmadığını anlamak için birkaç kopya ister düzenli olarak; bugüne dek ciddi bir kütüphanenin kataloğumuzu bulundurmak için bizimle iletişime geçtiğini hatırlamıyorum.



Çok duyulan bir şey, “bağımsız yayıncılık günümüzde deli işi mi?” Cesarete mecazen de olsa patoloji atfetmemizde hüzünlü bir taraf var; ama cesaret işi olduğu kesin. Küçük sermayeli olduğunuzda kolay darbe alabilir halde oluyorsunuz. Dağıtımcısından mağazasına, muhatap alınmak için belki de bastığınız her kitap zaman zaman hayat memat meselesi ya da bir tür karakter koyma “challenge”ı oluyor. Yayıncılığın bu anlamda diğer emek süreçlerinin yok sayılmışlığından bir farkı yok. Sadece baskı materyallerine erişimde değil egemen kültürel kodun baskıcı politikalarını aşmada da bir savaş veriliyor. Çok cepheli bir mücadele haline geldi gerçekten kitap basmak; sanat tarihinin en önemli, en ünlü ressamlarından Caravaggio’nun hayatının en ünlü çizerlerden biri olan Milo Manara tarafından neredeyse bire bir anlatıldığı / resmedildiği albümün bile “müstehcen” bulunarak matbaadan, evet yanlış duymadınız, kolluktan ya da diğer kurumlardan değil “matbaadan” döndüğünü söylesem inanır mısınız? Benzer şekilde Burroughs kitabımızın satışı da zamanında resmi-gayriresmi yollardan engellenmişti.


Kana Diz Kana, Emre Orhun & Hakan Günday, 2020.

Son zamanlarda Türkiyeli sanatçılardan da işler yayımlıyor Flaneur; hem de ilginç hikâyeleri olan işler, değil mi?


Bu hep istediğimiz bir şeydi. Emre Orhun ve Hakan Günday’ın Kana Diz Kana’sı gerçekten inanılmaz bir hikâyeyle hayata geçti. Hakan, kuzeninin Fransa’da yayımlanmış kitabının metinlerini mucizevi şekilde henüz okumamıştı ve bunları okumadan, sadece panellere “bakarak” yeni bir metin yazdı, Türkçe edisyon için. Ortaya hem çizimleri hem metni ile son derece özel bir kitap çıktı. Orijinal metin de farklı bir mizanpajla kitabın sonuna dahil edildi. Bu açıdan dünyada türünün tek örneği denebilir. Elbette çok sevdiğim metni dışında, Kana Diz Kana, bana kalırsa Türkçede yayımlanmış en karanlık hikâyelerden biri. Bir tür olarak derinleşen bir kâbusu grafik olarak kazmak, -ki burada söylemek gerekir, kitap scratch art’la, kazıyarak çizilmiş-, hikâyeye eklenen yeni karakterler, yeni mekânlar ve medyumlarla dramaturjiyi sürekli yeniden yorumlamayı gerektiriyor.


Elif Nurşad’ın Âşık Kedi’si de çok özel bir albüm, bir grafik roman, bir art-book. Matbu ve her sayfası bir eser olarak çalışılmış bir hikâyenin dijital kültürün kendine has estetiğinin getirdiği birlikteliğini ve yalnızlığını -ve tabii tutkusu ve yıkımını da- bu denli harmanlayabilmesi büyük başarı bence. Âşık Kedi bir lansman-sergi ile çıktı ve sergi başka kentlerde de dolaşıyor. Önümüzdeki dönemde de bu tür özgün üretimlere yer vereceğiz katalogda.



Flaneur yayın hayatına başladığında Türkiye’de, hem yayıncılık hem okur anlamında nasıl bir grafik roman ortamı vardı?


On yıl önce bile bir grafik roman “ortamının” varlığından söz etmek güçtü. Kendimizi bildik bileli bayıla bayıla okuyageldiğimiz “kahraman” kitapları yayıncılığı bir gelenek olarak oturmuştu ama yayıncı olarak hayatta kalmanın şartı bilmem kaçıncı sayısı çıkmış “hero”nun yeni maceralarının yolda olmasını ummanın ötesine nadiren geçebiliyordu. Hamaset ve kendine tapan muktedir erkeklerle dolu tarihi mecmualar dışında birkaç eser yayımlanmış, bunu da alanı grafik olmayan yayıncılar yapmıştı. Dünyada çok okunan/görülen saygın sanatçıların işlerini Türkçe’de bulamıyordu okur. Bulamıyorduk. Ya da tarihsel olarak güncel olmayan ama artık kült statüsüne erişmiş, arşiv değeri taşıyan, mesela Robert Crumb külliyatının ya da savaş-karşıtı bir epik-antoloji olan Blazing Combat’ın okurunun olmadığını düşünüyordu çizgi roman yayıncıları. Biz bunları okumak için de bulamadığımızdan, biz basalım o zaman, dedik. Bu kendi içinde “zengin” kısırlık, geçmişten beri okuyageldiği eserlerin şimdi yayıncısı olmuş, dolayısıyla devretmeyeceği bir mirasa konmuş, literatür takip etmek zorunda hissetmeyen, hatta kimi kez “hobi olarak” çizgi roman basan cefâkar bir camia yaratmıştı.


Aynı zamanda, diğer taraftan aksiyon dolu kahramanlık hikâyelerinin kendilerine has kompozisyonları da belirli bir görme-okuma hattı yaratmıştı ve bu hat sade, grafik-yavaşlığın, belki bir anlamda zamanın da bir imaj olarak devreye girmesinin önünde bir engele dönüşüyordu, elbette sadece Türkiye ile sınırlı olmayarak.


Blazing Combat, 2017


Nasıl bir engel?


Garantili formlar. Galibiyet anlatısı, muktedir kahramanlar, kaslar, kötülüğün adının konmaması, suya sabuna dokunmamak, savaşların kıyımların sömürünün hep görmezden gelinmesi, yani mikro ilişkilerin çözümlenmesine sadece zayıflığın özcü bir yerden kutsanmasıyla olanak veren bir maceralar bütünü. Yani bir macera olmayan bir anlatı kuramaz halde, yapısının kaderine dönüştüğü bir yerde yeni anlatılar kurmak isteyen ve aynı zamanda bir maceranın kahramanı olmak da istemeyen yaratıcıları dışarıda bırakan bir rejim.


İki şey anlatayım, dağıldık bir kere. Bir arkadaşımın küçük oğluna bir kamyon almıştım, ziyaretlerine giderken. Çocukcağız kamyonun neye dönüşebildiğini sorunca biraz utanarak da olsa bir şeye dönüşmediğini, olduğu şey olduğunu, bunun yeterince dönüşüm içerdiğini anlatmaya çalışmıştım. İşlevselliğin kaderi bir yana, bir emek rejimine, yol hikâyelerine ve pek çok hatta bağlanabilecek kamyonun kamyon-oluşunu sıkıcı gösteren şey, onun bir savaş makinesine, Autobotlar ile Desepticonların evrenindeki galaktik bir şövalyeye (yani önünde sonunda monarşiye) tahvil edildiği ünlü Transformers serilerinin hayal dünyamızda kapladığı yerin adil olmayan büyüklüğü, aslında. Grafik roman işte o kamyondur belki de.


Black Hole / Kara Delik, Charles Burns, 2017.


Kamyonla barıştı mı sonradan, çocuk?


Hayır. Ben oradayken değil, en azından. Sonradan bir Toy Story tanışması olmadıysa, kamyon bir köşeye atılmıştır herhalde. Pahalı da bir şeydi. Sadri Alışık’ın oynadığı bir karakter filmde kendisine ısrarla ilan-ı aşk eden kadına bu aşk söylemleri yerine konuşulabilecek başka bir önemli konudan, oyuncak fiyatlarındaki artıştan söz eder. “Oyuncak fiyatlarına zam tevatürü var. Çocuk kardeşlerimizin teessürü, kafakarış oynamakla geçer mi acaba?” diye sorar.


Diğer anlatacağın neydi?


Yine çocuklarla yaptığım bir atölye çalışmasında, çocuklardan biri süperkahraman tasarlama ödevinde bakışlarıyla bütün kapıları açılamaz biçimde kilitleyebilen bir karakter yaratmıştı. Küçük bir araştırmayla, ailesiyle yaşadığı evde şiddet gördüğünü keşfetmek zor olmadı. Çocuğun kahramanı insanlar arasında aşılmaması gereken fiziksel bir sınır belirliyor, bir özel alan tanımı yapıyordu ve bu hikâyeyi geliştirmesini istediğimde ona engel olan şeyin bu kavramsal savunma hattını çalışır halde tutmanın zorluğu değil, kahramanına başkaca süper güçler entegre etmek zorunda hissetmesi olduğunu fark etmiştim. Kahramanı bir süre sonra o kadar çok uçmak, o kadar kaslı olmak, en bilinen küresel kahramanların o kadar bir kolajına dönüşmek zorunda kalmıştı ki, çocuk başlattığı şikâyetin anlatıcısı olmayı sürdüremez hale gelmişti. Gözlerini ve eleştirel bakışını onu döven gerçek ebeveynlerinden gezegeni istila eden anonim uzaylılara çevirmek zorunda hissediyordu kendini, seyirci bulabilmek için.


R.I.P. / The Number / Cinema Panopticum, Thomas Ott, 2013.


Flaneur’ün kataloğunu işler halde tutan ne oldu?


Biz kataloğumuzu hazırlarken daha çok kendi okurluğumuzun hikâyesini devam ettirdik ve Crumb ile yeraltının ve politik alt-metnin, Gibrat’lar ile edebiyatın ve yakın tarihin, Ott’lar ile grafik anlatımın sınırlarının kendi bağlamlarını nasıl açtıklarını göstermek istedik. Servet’in bir grafik roman kataloğunda nelerin yer almasının hayal edilebileceği ile ilgili gelişmiş önsezileri vardır. Sonrası bilindiği gibi geldi. Okur da bilindiği gibiydi. Bugün daha canlı ve üretken bir ortam olsa ve artık farklılaşmış da olsa, okurun dertlerinin kimileri varlığını halen sürdürüyor elbette. Okur nitelikli ve özelleşmiş editöryal süreçlerden mahrum hissediyor kendini çünkü hem yayıncıların çoğu halihazırda kolaya kaçma, kopyalama eğiliminde, hem de artan maliyetler daha özenli olanların da elini kolunu bağlıyor. Günümüzde web 2.0’ın içinde büyümüş, dergiler takip edebilerek, kitap okuyabilerek ilgilerini eğitmiş bir nesil grafik romanı bir sanat türü olarak görüyor; hareketli resimlerin bombardımanı altında doğmuş başka bir nesil de grafik ile edebiyat bağlantısından ilkesel olarak bihaber, görüntü “yeme” derdinde. Çok özenli, sağlam girişimleri tenzih ederek, eskinin “darlığının” bir benzeri şimdi daha geniş bir alandaki “darlık” olarak bulunuyor, o kadar.


Bizim kataloğumuz dünyaca bilinen, neredeyse grafik romanın tanımı haline gelmiş From Hell gibi isimli eserleri de, Thomas Ott'unkiler gibi ''buralarda'' pek bilinmeyen çılgın işleri de içerebilecek şekilde tasarlandı. Ama bir yayınevinin karakterini sadece bastıkları değil basmadıkları da oluşturuyor.


Katkınızın ne olduğunu düşünüyorsun bu ortama?


Flaneur’ün katkısı da grafik roman yayıncılığında itinalı bir hat tutturmuş ve emek vermeye devam eden herkes kadar vardır. Bizim niteliğini korumayı sürdüren kataloğumuzun temelinde seçici olmamız ve yayımladığımız her kitabın bağlamı üzerine söyleyecek sözümüzün olması yatıyor. On yılda, aktif olabildiğimiz zaman aralıklarında 50 kitap yayımladık biz; bu hayatta kalması gereken bir yayınevinin yayımlaması gerekenden çok az; ama konunun takipçisi ve koleksiyonerinin her birini çok iyi bildiği ve takip ettiği kitaplardır bunlar. Mr. Natural ve Fritz the Cat’ten Erteleyiş ve Karganın Uçuşu’na (şimdilerde yeni Gibrat kitabı Matteo’ya) ve From Hell’den Habibi’ye, Black Hole ve oradan Sharaz-De’ye... sanırım bizim katkımızın özgün tarafı varsa cesaret gerektiren edisyonların altına girebilme kararlılığımızdan geliyor. Kendi okurluğumuzdan öğrendiğimiz bir şey var, o da tek tek kitapların olduğu gibi, bir kataloğun -dahası bir yayınevinin- de bir kişiliğinin, bir aurasının olduğu ve bu hattın da sadık bir müdavim olarak izlenebileceği idi. Flaneur geçtiğimiz on yılda bu auradan ödün vermeden, kendi yolunda ilerlemiştir ve bu da birilerine ilham veriyorsa ne mutlu bize.



Okura ne oldu bu süreçte?


Beklenen sektörel krizini hatırı sayılır ölçüde çizgi roman dünyalarının evrenlerini sinemaya uyarlayarak aşan Hollywood’un hamlesinden sonra, ve tekniğin de artık elvermesiyle, tiplemeler, kahraman karakterler, tarzlar ve “güçler” artık bu yeni mitolojiye katkı sağlayacak şekilde üretiliyor, ana akımda. Ana akım hiçbir zaman önemsiz değildir. Burada güçsüzlerin, ezilmişlerin, susturulmuşların, yerinden edilmişlerin hikâyelerine yer yok. Aynı zamanda “çizgi roman filmleri” ile, bir süre sonra hangisinin hangisini öncelediği belirsiz hale gelen yayın-film sürekliliğinin panel ve sayfa tasarımlarının hem üretilişine hem alımlanmasına yeni bir boyut getirdiğini düşünüyorum. Hareketin ve olay’ın sayfadaki akışı ile sinematografik bir sekanstaki ilerleyişi birbirinden bakışlar ve hassasiyetler ödünç alıyor ve temelde ticari bir kopukluğu önlemek için gözetilen bu “tutarlılık” bir yandan da yeni bir okur-seyirci yaratıyor galiba. Bunun kısa vadede kitap sattıran faydasının birkaç ana akım yayıncıya gittiği savlanabilir ve doğru da; orta vadede ise, “artık ne kadar az şey istediğinden emin” bir şekilde ortaya çıkan okur-seyirci tipine, hayatta pişmesi sürecinde belli bir oranda kaldırabilmesi gereken ciddiyette dünyalar sunmak da giderek güçleşiyor. Örneğin Habibi’de Craig Thompson’ın taradığı akıl almaz genişlikteki alanın yeterince teveccüh görmediğinden şikayet etmekten yoruldum; ya da Charles Burns’ün Kara Delik’te pandemi ve dışlanmaya Covid-19’dan çok önce getirdiği yorum...


Hayatın ve çizgi/grafik romanların öğrenciliği, yerini gerçekten iştirak etmek istemeyen, bir sonraki sayıya ya da “evrene” zihninde yer açmak için o andakini hızla tüketme eğilimindeki bir tür mutlak-müşteriliğe bıraktı. Müşterinin haklılık psikozu ile “bizim gençliğimizdeki” yasak olana gizli iştirak arasında da dağlar kadar fark var aslında. Ama şimdilerde grafik roman bu ülkedeki ebedi ergenliği gidermeyi, onunla hesaplaşmayı başaramayan hepimizin işini yapıyor galiba: yani bu jenerasyonla onların anadilinde konuşuyor, görsellikle. Ve pek çoğu da, sanki “yetişkinlerin” “siyasi esirleri”ymişler gibi maruz kaldıkları “boş olma” hakaretlerine rağmen kendilerini bu dille ifade etmenin yollarını da arıyorlar.


Nick Cave and The Bad Seeds Art-Book, Reinhard Kleist, 2022.


Özel edisyonların ağır basması ile bir koleksiyon yayıncılığına mı evriliyor Flaneur?


Zaten başından beri öyle bir tarafı vardı. İlk kitaplarımızdan Mr. Natural ve Fritz the Cat’le birlikte kimi okurların ellerinde/evlerinde şu anda Robert Crumb imzalı serigrafiler var örneğin. Koleksiyonerliğin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu edisyonlara gerçekten özeniyoruz ve okurun kitabı eline aldığındaki “koruma” içgüdüsüne biz de her nüshada olduğu gibi limitli edisyonlarda da kapılıyoruz. Bu bir tür nesne fetişizminden fazla bir şey: Flaneur Benjamin’den sadece adını almıyor, belki koleksiyon kavramına bakışımızı güdüleyen şeyi de alıyor, bu kez gündelik işlevselliklerinden “kurtarılmış” şeyler olarak değil, bu mutlak yalnızlık içinde birlikte pozlandığımız kitap-nesnesinin biricik bir nüshasını gayrişahsi dolaşımın içinden çekip almak anlamında. Her şey bir tür enstalasyona dönüştü zamanla. Bir kitap ve onu çevreleyen imgesel rejimi editöryal anlamda çalışmak kimi zaman kendini o rejime teslim edebilmekten geçiyor. Bunu kitabevinde de deneyimliyoruz çok zaman.


Sophie'nin Baladı, Filipe Melo & Juan Cavia, 2022.



Neler çıktı son zamanlarda Flaneur’den? Ve sırada neler var?


Son kitabımız Nick Cave and The Bad Seeds Art Book’ta sevdiğimiz iki Cave şarkısından her şeyiyle özgün bir plak çalışması ortaya çıkarmak için çok uğraştık ve Reinhard Kleist’ın ıslak imzasını ise eksik etmedik yine edisyondan. Gibrat’nın son eseri Matteo’nun ilk dört cildini iki cilt halinde yayımladık; son iki cilt de yolda. Yine Gibrat’dan yeni baskıları yapılan Erteleyiş ve Karganın Uçuşu yıllardır soruluyordu. Dünyada çok ses getirmiş Sophie’nin Baladı da yakın zamanda yayımlandı. Yakında da Mezzo-Pirus ortaklığının eserlerinden, Ibn-i Battuta’ya, ressam biyografilerinden Cem Güventürk ve Bahadır Baruter’in özel albümlerine dek, elbette yeniden basımları da katarak, pek çok edisyonun yayıma hazırlandığını söyleyebilirim. Hatta okur yakın dönemde grafik olmayan, sadece metinden oluşan kitaplar da görebilecek kataloğumuzda; tematik antolojiler ve photo-book'lar da.


Sharaz-De, Toppi, 2019.


Yeterince ilgi görmemesine özellikle üzüldüğün kitaplar neler? Favorini de öğrenmek isteriz.


Yeterince ilgi görmemesine üzüldüğümüz “büyük” işler de var tabii ama “küçüklüğün” ve sadeliğin harika yansımaları olduğunu düşündüğüm pek çok kitap var. Good Dog bunlardan biri örneğin, çok özel bir çalışmadır, “sokak köpeği” olmakla bir “sahibe” sahip olmak arasında gidip gelen Ivan’ın hikâyesine halen ara sıra açıp göz gezdiririm. Vitali Konstantinov’un kendi geliştirdiği teknikle yazıp çizdiği FMD - Dostoyevski - Hayatı ve Eserleri, çok çarpıcıydı ama hak ettiği ilgiyi kısa vadede göremedi. Oysa çok yenilikçi ve text-desen bütünlüğüne -Simultancomic, bu tarz- radikal bir yaklaşım getiren bir çalışmaydı. Bunun yanında, kendiliğinden bir alt dizi oluşturan müzisyen biyo-grafik kitaplarımızdan, Robert Johnson’ın hayatını anlatan Love In Vain’e de bayılıyorum. Yine de, büyüklükte de “küçüklükte” de, Sharaz-De’nin ve Habibi’nin yeri çok ayrıdır gönlümde. Bu iki kitabı yayımlayabilmiş olmak bizi çok mutlu ediyor.


Habibi için hazırlanan kitap teaser'ı


Konunun meraklıları adına ünlü soruyu sorarak bitirmek istiyorum: From Hell’i yeniden basacak mısınız?


Evet, yakın zamanda yapılacak yeniden basımlardan biri de o olacak.


Çok teşekkürler, bu söyleşi için.


Ben teşekkür ederim.


 

Üst
bottom of page