top of page

Kötülük Cemaati


Kötülük cemaatlerinde siyasetin kuruluşu ve bekâsı, hayali kötücül bir düşmandan duyulan korkuya dayanır ve etnik, politik ve kültürel belleğe kazınan bu korku ve nefret her kriz anında yeniden piyasaya sürülen kindar ve gaddar ulusal bir mirasa dönüşür. Bu korku rezervi kötülük cemaatinin iktidar rezervidir aynı zamanda.


05/23 | Kitap

 



“Toplum ‘büyük bir bir korkunun’ etkisi altına girdiğinde, o toplum doğal olarak içindeki düşmanın stereotipine bakar (… ) Ve “stereotip bir kez yerleştiğinde (…) kendi folklorünü oluşturur.” [1]


Eagleton kötülük romanları altında incelediği Ceberrut Martin için “ölmeyi reddeden bir adamın öyküsüdür” der [2]. Ölmeyi reddeden bir varlık her ne pahasına olursa olsun yalnızca ve daima kendini ve çıkarlarını düşünür. Bu durumda başkası onun bekâsına hizmet eden bir kullanım nesnesine dönüşür. Canavarlaşmış bir egonun ve yağmacı bir karakterin güdülediği sonsuz yaşam isteği “Tanrı’nın seküler sureti gibidir”. “Dünyayı … buyurgan iradesiyle şekil verdiği değersiz şeyler bütünü olarak gören bu rasyonalist” en küçük bir yaşam parçasında dahi “saltanat sürmeye çalışır.” Yaşam ondan ibaret olduğu için, “yaşamın tek alternatifi hiçliktir.” İlelebet yaşamayı hak ettiğini düşündüğü varlığına atfettiği değer, şeytani gururun tecessüm etmiş halidir. İnsani olanın sınırı olan ölümü reddetse de ölümden ölesiye korkar, bu yüzden tıpkı lanetlenmişler gibi “kendi kişiliğinin ele geçmez karanlık merkezi üzerine bir kaplumbağa gibi çöreklenir”. Öldüğünün göstergesi olabileceğinden korktuğu için asla tahakkümü gevşetmez. Ölmeyi becerememesinin sebebi sevmeyi becerememesidir. “Sadece iyiler ölmeyi becerebilir.”



Eğer insanda kötülüğün kaynağı ölümü reddetmekse, o halde kötülüğün politik yansıması da ölmeyi reddeden bir iktidardır. İşte şeytanın metafizik değil politik olduğunu düşünen Philipe Cole da Kötülük Miti’nde sanki aynı çizgide şeytanın politik felsefesini yapmaya soyunur.


İnsanların mahvına sırf onları mahvetmek için sebep olma anlamında şeytanca ya da canavarca, amaç olarak saf kötülük insani sınırları aşar muhtemelen, bunun alternatifi iktidar, servet, güvenlik ya da toplumun hayrı gibi sebeplerle başkalarının ıstırabına yol açan araç olarak kötülüktür. Her halükârda kötülük ben ve başkası arasındaki ilişkide doğar. Özellikle geçen asırda yaşanan felaketlerin müsebbibi aynının içine kapanmış, nesneleştiren ve akabinde tahakküm altına alan ya da yok eden benin egoizmi olarak görülmüştür. Lévinas gibi düşünürlerin başkalık etiğine kaynaklık eden bu düşünceye itiraz etmek yine de mümkündür. [3] Burada söz konusu olan egoist bir benden ziyade özdeşimler zinciriyle kurulan, kökensel olarak yabancılaşmış, olumlanmamış, yetersiz bendir.Olumlanmamış ve tanınmamış ben, başkayı ancak tehditkâr bir rakip olarak görerek onu inkâr eder. Kısacası, “Başkayı reddeden ve onu suçlayan, kıskanan ve ondan nefret eden ben, yeterince olumlanmamış bendir.” Şiddetin ve kötülüğün temeli budur. Fakat bu düşman öncelikle dışarıda değil içeridedir. [4]



Şeytani kötülük fikri, kendilerini tehdit altında hisseden ya da tehdit altında hissettirilmeleri gücü elinde tutanlara fayda sağlayan topluluklarda görülür. Bunlar düşmanı, içimizde gizlenmiş, toplumu bozmaya veya toptan mahvetmeye niyet etmiş, kılık değiştirmiş bir şeytan —Şeytan” (devil) sözcüğü, bölmek veya ayırmak anlamındaki Yunanca diabellein fiilinden gelir— olarak tasavvur eder. Bu bakımdan da kötülüğün son derece ideolojik bir boyutu vardır. Burada şeytan artık metafizik bir varlık olmaktan çıkmış, müttefiklerle işbirliği halinde politik bir mevcudiyettir, şeytanileştirilmiş ötekidir. Böylece baskıdan kaçınmak için baskı uygulamanın bahanesi haline gelir. Resmi ideolojik anlatı, dini ve politik makamların söylemi ve tarih kitapları ve gazete sayfaları yoluyla can bulan karanlık fanteziler topluluğun zihnini ele geçirir. Bu tasavvur her tür kötülükten muaf olmanın ve ekonomiden politikaya, doğal afetlerden yozlaşmaya her türlü kötülüğe bir günah keçisi bulmanın en kullanışlı aracıdır. Halk üzerinde kontrol sağlamak için de popüler mitler ve akıldışı panik kadar elverişli yol az bulunur. Hedef gösterilmiş canavardan duyulan korku, Tanrı’nın dünyadaki vekillerine, kötücül kuvvetlere kalkan olabilecek koruyuculara yönelik saygıyı ve itaati artırmak, sinsi bir tahakküm uygulamak için birebirdir. Menfur yaratıklar, menfur zihinler ve menfur tiranlar doğurur. Kötülük söyleminin (cadı, göçmen, mülteci, etnik ve ideolojik kimlikle saptanmış terörist vs.) ideolojik rolü böylece topluluğunun kimliğini kurmak/biçimlendirmek suretiyle politik otoritenin gücünü pekiştirmektir. Bir komplonun kurbanı olan halkın saf ruhunu kurtarmak, şeytanı defetmek hatta yok etmekle mümkündür. Şeytani sapkınlığın —sapkından kasıt, asimile olmayan, direnç gösteren, kendi kimliğini korumaya çalışarak mevcut otoriteye boyun eğmeyen, uluslararası bağlantısı olan kişi ve topluluklar— “hukuki” yansıması cadı avıdır ve cadıların işkence görmesi, hatta öldürülmesi mübahtır. Savunmanın güçsüzleştiğine dair hissiyat (örneğin mali çöküntü, salgın vs.) kısır döngü yaratarak genel korku ve endişe hissinin ve saldırganlığın artmasına sebebiyet verir. Asimile olmayı reddetmek kimliğe, yani aynılığa ve saflığa tehdit görülür, zira kimliğin melezleşmesi ya da tehlikeli bir biçimde çeşitlenmesi ihtilafa yol açar ve toplumu istikrarsızlığa sürükler; böylece ulus, dış odakların, emperyalist güçlerin yutmaya hazırlandığı zayıf düşmüş bir av haline gelir. [5] Başkalık, ötekilik tarafından istila edilme, yutulma fantezisi toplumsal bünyeyi zehirler. Farklı bir toplumsallık teklifi ise en âlâ entelektüel ve ideolojik sapkınlık biçimi olarak algılanarak lidere rakip olabilecek hareketlerin ezilmesinin ve baskının meşruiyet zeminini teşkil eder. [6] “Sapkınlığın cezai yaptırıma tabi tutulması yöneticilerin kontrolünü göstermekle kalmaz, uyum gösterenlerin değerini vurgular.” Onlar kötüdür. İçeride yuvalanmış mikroplar ve dışarıdan taşınan hastalıklardır. Onların bertaraf edilmesi “sapkınlığa saldırmanın bilhassa ekonomik” [7] ve hijyenik yöntemidir.



Demek ki kötülük cemaatlerinde siyasetin kuruluşu ve bekâsı, hayali kötücül bir düşmandan duyulan korkuya dayanır ve etnik, politik ve kültürel belleğe kazınan bu korku ve nefret her kriz anında yeniden piyasaya sürülen kindar ve gaddar ulusal bir mirasa dönüşür. Bu korku rezervi kötülük cemaatinin iktidar rezervidir aynı zamanda. İçimizde yaşayıp bizim gibi olmayanların, bağışıklık sistemimizi içeriden çökerterek varoluşumuza tehdit oluşturanların yakılacağı ateşi harlar. İstilanın önlenmesi, içeriden ve dışarıdan neşet edecek —hayali düşmandan duyulan korkuyla kurulan sınır sürekli delinir, düşman içeri sızar— ahlak dışı düzensizliğin önünün alınması için saldırganların avlanmasında otoriteyle işbirliği içinde olmak asli bir görev addedilir. İstismar edilen, manipüle edilen, sömürülen, canlı tutulan bu korku iktidarın can suyudur. Sınırın sürekli deliniyor olmasının sebebi sınırların güvenliğini bir türlü sağlayamamaktan ziyade korkunun ve güvensizliğin aramızda kol gezmesi, içimizde yuvalanmasıdır, tıpkı beraberinde getirdiği kötülük gibi. Kötülüğün kaynağı, artıkların birliğe zarar vermesinin yarattığı kötülüğe inançtır, nitekim kötülüğün politik kullanılışı insanın en karanlık tarafına seslenen ilkel bir terördür. Yabancı, farklı, kadın, hayvan, çevre, istisnasız her biri, iç çürüten bu kötülükten nasibini alacaktır. Kitlesel bir itaatin yarattığı topyekûn kötülük ve şiddet, normlarla türetilir, yöneten yönetilen ayrımına itaatle, lidere sadakatle, “yasalara” bağlılıkla vücut bulur. Benzerlerden kurulu bir cemaatin üyesi, kitleselliğin, tebaanın, sürünün içine yerleşerek, politik özneliğinden kaçar, sorumluluklarını savuşturur; dahası otoritenin koruması altında olup halk nezdinde itibar görür. Yargı ve fikir yoksunluğundan, yani düşüncesizlikten mustarip bir halle karakterize olan, Arendt’in deyişiyle “sıradan kötülük”, iletişime kapalı bir şekilde sadece egemen şebekenin beyanlarını tekrar etmeye yönelir; yalnızca liderin ve egemen çoğunluğun klişeleriyle konuşabilir, sesi bu yığının yankısından ibarettir. Kötülük, tüm bu bedenleri katederek sürekliliğini korur ve sıradan nitelemesine kavuşur. Suç ortaklığının yarattığı haklılıkta dağılıp gittiği için kötülük olarak görülmeyen veya kötülük diye adlandırılmasına müsaade edilmeyen, yaratılmış, hedef gösterilmiş sözde kötülüğün panzehiri olarak cepheye sürülmüştür ki Arendt’in son derece doğru saptamasıyla “totaliter rejimler, tabanlarını ahlaksızlaştırarak kendi suçlarına ortak ederler.”



Asıl kaynağını dış dünyadan almayıp bir kültürel tabiat haline gelmiş bu ruhsal veya zihinsel kötülük yapısı, ideolojik dayanağını iktidarda görmek ve ondan yansımak ister. Cemaate şekil veren sembolik kurmaca gerçekte iktidarın söylemi ve icraatı olarak tecessüm eder. Kurgusal düşmanın her daim hazır ve nazır olduğu beka söylemine bulanmış bir güvenlik paradigması çerçevesinde, artık acil duruma ihtiyaç duymayan ya da süreğen bir olağanüstü hali yürürlüğe koymuş iktidara yok-varlığını teslim etmiş paranoyak suç ortağı-muhbir vatandaş, bastırılmış arzusunu, bildiği tek siyaset yapma biçimi olan devletle özdeşliğinde “tebaa olma kudreti” ile, yani emri daha verilmeden yerine getirerek gerçekleştirir. [8] Bu adanmışlık, kötülükten nefret etmeye neden olan merhametin yumuşak sesini bile boğarak erdemsizlik çamuruna bulanır. Geriye sadece gazap, kızgınlık, haset, hınç gibi çorak, olumsuz ve tepkisel duygular, empatinin yerini alan, var olabilmek için hep düşmanca bir dünyaya, bir dış uyarıcıya ihtiyaç duyan mesafesiz bir kaynaşma kalır. Max Scheler’in de belirttiği gibi, hukuki eşitlikle maddi eşitsizliğin veya maddi zenginlikle politik güçsüzlüğün bir arada bulunduğu toplumlar bu olumsuz duygular için verimli topraklardır. Beni kendinden çıkarıp başkasına doğru dönmeye yatkın kılan ortak-duygu” (Mitgefühl) yerini, kolektif genişlemede her türlü bireyselliğin kaybolduğu sürülere has bir “duygusal bulaşmaya” bırakır. Liderlerinden bir işaret bekleyen, post-hipnotik eylemlerle hareket eden taklitçi bir kitledir bu. [9]



Oysa aklı felce uğratan yansıtma ve taklit anlamaya mani olmakla kalmaz, o, yanılgının da kaynağıdır. Kahramanlık payesi de, bireysellikten vazgeçmek yoluyla vekaleten ölümsüzlük bahşeden millileşmiş, anonim bir telafi, bir teselli, hatta bir mükafattır. Böylece bir yandan bütünleştirici bir tarafı olan korku güven ve emniyet duygusunun altını oyarak toplumsalı parçalayan bir kötülükle son bulur. Ölmek istemeyen bir iktidarın aşırı anlamla yüklediği, ulvileştirilmiş, düzen ve idealizm saplantılı bir dünya cehennemi. Megalomani ile karışmış patolojik bir kendini hor görmenin dışa vurumu olan, dayanılmaz bir içsel eksiklikten kurtulmaya çalışan bu zalim kötülük salgınında pragmatik olan ve olmayan birbirine geçer. “Ötekini yok etmenin çirkin hazzı, kendinize yaşadığınızı ispatlamanın tek yolu haline gelir. Kimliğinizin çekirdeğindeki eksiklik, başka pek çok şeyin yanı sıra, ölümün prematüre tadı gibidir ve insan faniliğinin yarattığı korkuyu savuşturmanın bir yolu, bu travmayı kendi kişiliklerinde yaşayanları tasfiye etmektir.” [10] Ölüme kafa tutmak korkunç bir Thanatokrasi, kurumsallaşmış bir kötülük yaratır. Ölümle didişmek her şeyden önce adaleti ve ahlakı zedeler, “totaliter bir toplumda, bir kişinin yaşamına yön verecek ilkeler artık bireyin aklından veya vicdanından gelmez, devlet tarafından dikte edilir. İyi ile kötü arasında ayrım yapmak artık bireysel vicdan konusu değil, devlet meselesidir (…) Politikanın ve ahlakın çözülmesiyle sonuçlanabilen, modernitenin kişiliksizleştirici yönleri, ayrıca hissizlik (apathy) durumuna da yol açar; bu gerçekleştiğinde, kişisel sorumluluk ve eleştirel düşünce” [11] (zira eleştiri ayrımlar yapar) yok olur. Üyelerinin her birinin günahkar olduğu bir günahsızlık. Cesetlerin —iğrençliğin en güçlü sembolü, yaşamla ölüm arasındaki sınır— görünmez kılındığı bir cenaze evi.



Badiou’nun savıyla “kötü, insan-hayvana değil, özneye ait bir ka­tegoridir”, zira “hayatta kalma rutinleri bütün İyi’lere karşı kayıtsızdır” ve “çıkarlarının peşine düşme işine gö­mülmüş insan-hayvan için hakikat falan yoktur, sadece toplum­sallaşmasını sağlayan kanaatler vardır.” [12] Peki bütün toplumsallık ve siyaset iktidarın ve tebaasının hayatta kalma çabası içinde zıvanadan çıktığında ve her türlü hukuku ve ahlakı görmezden geldiğinde ne olur? Her şeyden önce, kötülük burada artık Platoncu manada haki­katlerin basit yokluğundan ya da iyiliğin bilinmeyişinden ibaret değildir. Söz konusu olan özne-oluşun toptan reddidir. Burada kötülük ve zulüm, cemaatin artık yok oluşuyla aynı anlama gelecek ahlaki eyleme müsaade etmemesinde kök salar. Sarsılmaz bir inanca sadakat gibi görünen şey, her türlü öznellikten ve ahlaktan vazgeçmek pahasına, kendini bekleyen uçurumun kenarında ölmeden durabilmektir. Ondan ya ikinci bir doğa neşet etmiş ya da potansiyel olarak zaten kötü olan, korkak, kibirli, kıskanç, açgözlü ve her bakımdan güdük ben, fırsatını bulunca, hiçbir derinliği olmayan eğilimleri, yetenekleri ve mizacıyla salt kötülük kesilmiştir. Belki de o zaman özgürlüğün olmadığı yerde ahlak olamaz düsturunu tersine çevirip ahlakın olmadığı yerde özgürlük de yoktur denebilir. Zaten Adorno’nun da belirttiği gibi “kötülük, özgürlüksüzlüktür.” [13]



 

[1] Trevor-Roper, Hugh, The European Witch-Craze of the 16th and 17th Centuries, Penguin Books, Harmondsworth, 1978, s. 119-120 alıntılayan Phillip Cole, Kötülük Miti, çev. Reha Kuldaşlı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2023 (2. bas.), s. 102.

[2] Bu paragraftaki alıntılar için bkz. Terry Eagleton, Kötülük Üzerine Bir Deneme, çev. Şenol Bezci, İletişim, 2011, s. 24-27.

[3] Bu konuda bkz. Jacob Rogozinski, Ben ve Ten, çev. Melis Aktaş, Pinhan, 2018, özellikle s. 16-17.

[4] “Kötülük korkulacak bir şeydir ve tarih boyunca en yoğun kötülüğü temsil ettiği düşünülen düşman içerideki düşmandır”, Phillip Cole, Kötülük Miti, age., s. 3.

[5] “Ayrıca, görüş ayrılığı, çeşitliliğinin de bir göstergesidir. Kök-faşizm ise, farklılığın yarattığı doğal korkuyu kullanıp abartarak görüş birliği arar. Faşist ya da başlangıç aşamasındaki faşist bir hareketin ilk çağrısı, uyumsuzlara karşıdır. Dolayısıyla kök-faşizm tanımı gereği ırkçıdır.” Umberto Eco, “Ebedi Faşizm”, Beş Ahlak Yazısı içinde, çev. Kemal Atakay, 1998, s. 42.

[6] “Her dinsel, ahlaki, ekonomik, etik yahut başka zıtlık, insanları etkin şekilde dost ve düşmana göre gruplandırmaya yeter güçteyse politik bir zıtlığa dönüşür.” Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, çev. Ece Göztepe, Metis, 2006, s.

[7] Christina Larner, Witchcratf and Religion. The Politics of Popular Belief, yay. haz. Alan Macfarlane, Basil Blackwell, Oxford, 1984 alıntılayan Phillip Cole, Kötülük Miti, age., s. 107.

[8] Cana Bostan, Nekro-İktidarın İmgeleri, Müdahil Dergi, cilt. 3/ 2016.

[9] “Grup dayanışması temel bir insani gereksinim olarak görülür, ama grup çok sıkı şekilde kaynaşmaya başladığında, grup içindeki bireyler bireysel olarak düşünmeyi bıraktıklarında ve bu yüzden grubun değerlerini, ideallerini ve eylemlerini sorgulamayı kestiklerinde bu dayanışma tehlikeli hale gelir. “Biz” ve “onlar” arasındaki fark sadakatle kurulduğunda, bireyler çoğu kez grubun değer ve yargılarını kendi değer ve yargılarının yerine geçirirler. Bireysel sorgulama ihtiyacı kaybolur ve kendi başına düşünmek gruba sadakatsizlik olarak bile görülebilir. Gruplar tehlikelidir, çünkü bir kitle vicdana sahip değildir, vicdan daima tek başına bireye aittir, bu nedenle bir grup içindeki bireyler ahlakın taleplerinden azade görünür. Emerson kalabalığın nasıl kendisini akıldan bilerek mahrum ettiğini ve bu yüzden bir hayvana dönüştüğünü anlatır [Emerson: “Compensation,” in The Essential Writings of Ralph Waldo Emerson, s. 167]. Grup kimliği bireysel, ahlaki sorgulamaya üstün gelir. Bireyselliğin teslimiyeti düşünme kapasitesinden feragat etmek demektir ve aynı şekilde bunun tersi de geçerlidir. Başkasını bir birey olarak tanımak için kendinizi bir birey olarak görmelisiniz, benliğin kişiliksizleşmesi başkasının da kişiliğinden soyutlanmasına götürür.” Lars Svendsen, Kötülüğün Felsefesi, çev. Mehmet Hocaoğlu, Redingot, s. 154.

[10] Terry Eagleton, Kötülük Üzerine Bir Deneme, age., s. 90-91.

[11] Lars Svendsen, Kötülüğün Felsefesi, age., s. 170.

[12] Alıntılar için bkz. Alain Badiou, Etik - Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme, çev. Tuncay Birkan, Metis, 2004.

[13] Theodor W. Adorno, History and Freedom (Lectures 1964-1965), ed. Rolf Ticdemann, çev. Rodncy Livingstone, Cambridge: Polily Press, 2006, s. 206, alıntılandığı yer Peter Dews, “Adorno: Toplumsal Bir Kategori Olarak Radikal Kötülük”, Coglto, sayı: 86, 2017 içinde, çev. Şeyda Öztürk, YKY, s. 138.

Üst
bottom of page