Gündelik Şeylerin Görünmez Güzelliği
- Sona Ertekin
- 1 Nis
- 10 dakikada okunur
Sona Ertekin
Kurt Vonnegut insan doğasındaki bir kusurun da herkesin ‘inşa’ etmek istemesi; ama kimsenin bakım ve onarım işleriyle uğraşmak istememesi olduğunu söylüyor. Üstad Yanagi ise “Her şeyin makinelerle üretileceği yakın gelecekte, insan elinin vaktiyle böyle hayret uyandıran maharetleri olduğuna şaşılacak" diyor ki haklı…
06/25 | Kitap

Diyelim ki sokağa çıktın. Mevsim sonbahar, havada tatlı ve ferahlatıcı bir serinlik var. Tıpkı filmlerdeki gibi kahramanın hiçbir acelesi olmadan şehirde aylaklık ettiği günlerden birini yaşıyorsun. Elinde plastik bardak ve pipeti dudağının kenarından kemirerek yudumladığın yulaf sütlü, soğuk bir kahve de iyi giderdi ama sen öyle biri değilsin. Çöpe attığın plastikleri sayıyorsun, etrafındakilere pet şişeyle su almamaları için laf sokuyorsun ama bu ne sana ne de onlara mutluluk getirmiyor. Derken bir dükkân dikkatini çekiyor. Vitrin tasarımı hoşuna gitti, renkler de öyle. Merak edip içeri dalıyorsun. Kumaşların dokusu bedenine hiç rahatsızlık vermeyecekmiş, teninin üzerinden dökülecekmiş gibi geliyor. Bu senin için önemli bir kriter. Sentetiği fazla kaçmış kumaş karışımlarına dayanamıyorsun. “Cerulean” yani gök mavisi dedikleri ama gökten çok göl mavisini anımsatan renkte bir tişört dikkatini çekiyor. Yaka kesimi şaşırtıcı derecede sade ve kusursuz. Bu kadarı seni heyecanlandırmaya yetti! Panikle fiyat etiketini kontrol ediyorsun, MAKUL! Aşırı değil, şaşırıyorsun. Üzerinde hiçbir desen ya da ekstra bir detay yok. Bu kadarı da fazla! Hafiften yutkunarak, bazı şeyleri kendine bile ifade etmeden tişörtün arkasını çeviriyorsun… İşte orada… Zaten bu senaryoda her şey biraz fazla iyi değil miydi? Tişörtün bel kısmında derin ve aralıklı, üçgen şeklinde bir yırtmaç var. Arası şerit şeklinde kumaşlarla tutturulmuş. Her bir şeridin iki ucunda düğmeler var. Aynı tişörtün gereksiz detaylarla bütün tersanelerine girilmemiş, tamamen sade ve düz versiyonu müşterileri kendine özel oda parfümüyle karşılayan ve insani ya fakir ya da zengin hissettiren o dükkânda bunun sekiz katı fiyata satılıyor. Neden, diye isyan ediyorsun. Neden bunu yapıyorlar? Neden göremiyorlar? Burada gözden kaçırdıkları bir şey var, bundan eminsin. Neden bütün o gariplikleri eklemek zorunda hissediyorlar? Neden bir tişörtü sadece bir tişört olarak var olması için rahat bırakamıyorlar?
Soetsu Yanagi Gündelik Şeylerin Güzelliği’nde “İnsan bakış açısı nedir?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Nesneler çeşitli biçimlerde görülebilir. Bu biçimlerin en basitiyse sezgidir. Zihin, parçaları tek tek incelerken, sezgi bütüne bakar. Kısacası, sezgi bir nesnenin esas tabiatına doğrudan bakmaktır. Bu tabiat insan zihninde tekrar yaratıldığında ortaya desen çıkar. Sezgi zayıf kaldığında, desen şematik bir çizime döner; soğuk, düşünsel kompozisyonun ötesine geçemez. Sezgi köreldiğinde bu yapay kompozisyonun üzerine ilaveden, takviyeden başka çare kalmaz.”

Atın tenasül uzvuna konmuş fosforlu plastik bir kelebek…
Taş, toka, pul, payet, leopar deseni bunların hiçbiri belki de günah değil. Doğru yerde doğru şekilde kullanıldığında, hatta hepsi bir arada, maksimalizmden alıp Camp’e ve Kitch’e vurduğunda, bağlamıyla oyunlar oynadığında ayrı bir cümbüş... Ama, ah işte o ilave yok mu, o takviye? Her şeyi mahveden o “parlak” fikir. Sonrası “Japon Kerhanesi” ve atın tenasül uzvuna konmuş fosforlu, plastik bir kelebek… Yanagi’ye göre bu bir bakış meselesi, bakma ve görme meselesi. Bir nesnenin, bir tasarımın “tamamlanmış, bütünlüklü ve mutlak formunda” olduğunu idrak edemeyen gözde bir tür körlük var aslında. Ortada “ilave”nin olmayışı nedense bazı gözlere eksiklik gibi görünüyor. Onu çekici kılmak için bir ilaveye ihtiyaç olduğuna inanıyorlar. Bu da sadelikteki bütünlüğü göremeyişlerinden kaynaklanıyor. Tıpkı çağımızın bilgi ve içerik kirliliği içinde yitip giden her şey gibi bu da bir tür göz ya da algı bozulması nedeniyle görünmez hale geliyor.
Patern Meydan Muharebesi
Burada belki bir tür ego da devreye giriyor. Ben bir ilave yapmazsam bu tişört olumsuz anlamda “sade” ve eksik kalacak. Oysa ben parlak fikrimle onu taçlandırabilirim. Çünkü bir şey “yapmak” elimde ve ben bunu yapacak güce sahibim… Ama insanlar yapmaya muktedir oldukları her şeyi “yapmasa” dünya bugün çok başka bir yer olurdu zaten. O fayansın üzerine o altın rengi şeridi atmasa, o parka fayans döşeyip üstüne “fışkiye” koymak istemese, o salatanın üzerine nar ekşisini eklemese vesaire vesaire… Bazen bir park sadece bir parktır, ağaçlardan, gölgelerden ve banklardan oluşur. Bazen göl mavisi bir tişört sadece göl mavisi bir tişörttür ve tecavüze uğraması gerekmez. Bazen bir şeyin sadece kendi içkin işleviyle var olması yeterlidir. Bu evrendeki bir iş bölümü ve rol paylaşımıdır. Haddini bilmek ve masaları denizin dibine kadar yan yana döşememek… Bir kafeye istihkakının dört katı masa doldurmamak… O mutfak tadilatını her üç yılda bir yapmamak… Bazı tepeleri ve arazileri maazallah inşaatsız bırakmak… Yaşar Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı bölümü hocalarından kıymetli dostum Duygun Erim’in dediği gibi etrafı “patern meydan muharebesi”ne boğmamak. Japonları ve kerhaneleri, atların uzuvlarını ve kelebekleri özgür bırakmak… Kısacası her boşluğu doldurmaya çalışmamak. Dur diyebilmek. İzan ya da bir tür sezgi bu…
Bizler karmaşık bir ışıltı ve renk cümbüşüne halk arasında “Japon Kerhanesi gibi olmuş” desek de geleneksel Japon estetiğinin bunun tam karşısında konumlandığını çok iyi biliyoruz. Oysa Soetsu Yanagi’nin standartlarına göre Japon estetiği çağlar boyunca bu konuda gitgide büyük yaralar almış ve saflığını yitirmiş. Öyle ki Yanagi bu konuda sadece bir kitap yazmakla kalmamış, Tokyo’da bir Japon Halk Sanatları Müzesi kurmuş, hem de ta 1936 yılında! İnceliklere adanmış bir ömrün ardından 1961’de, tam da JCB adlı ilk yerli kredi kartı şirketinin kurulduğu sıralarda hayata veda eden Üstad Yanagi bugün hayatta olsa sanırım ya alkolik olur ya da her gün jiletle – daha doğrusu kırık seramik kaselerle – kollarını keserdi. Ustam güzel zamanda gittin de bugünleri iyi ki görmedin!

Japon “Mingei” yani halk sanatları hareketinin kurucusu Üstad Yanagi’nin Gündelik Şeylerin Güzelliği adlı kitabı sadeliğe, zanaata, gündelik eşyaların sade zarafeti ve kusursuz işlevselliğine bir övgü niteliğinde. Yanagi, bu geleneksel Japon yaklaşımını Avrupa’nın Barok ve benzeri üsluplarından açıkça üstün görüyor. Bu üst bakış bizi zaman zaman seçkinci, elitist hissiyatlara sürükleyip kafamızı karıştırsa da bazı gerçekleri değiştirmiyor. Örneğin Yanagi’nin değer verip dikkatimizi çektiği estetik kavramların mutlaklığını… İşin içine sezgiler ve mutlaklık girince hikâye kendinden menkul bir doğrulayıcılığa bürünüyor belki ama evet, sezgilerimizin mutlaklığını korumadığımız, savunmadığımız her şeyin bedelini bu hayat, bu dünya bize başımıza vura vura öğretti. O yüzden de belki sezgilerin mutlaklığını artık sahiplenmemiz, ne pahasına olursa olsun savunmamız gerekiyor. “Bu da onların sezgileri canım, herkesin sezgisi kendine” derken alçak gönüllülük ve demokratik olma çabası adına ezici ve zorba güçlerin sezgiden yola çıkmadığını, kertenkele beyinden, yabancı olanı düşman bilmekten ve cehaletten kaynaklandığını görmek istemiyoruz. İnsancıllık bu mudur, sorgulanabilir. Çocuğunuz kaşlarını yakmaya kalkarsa onu engellemek istersiniz. Çocuğunuz bir canlıya, bir mekâna, bir ortama zarar veriyorsa onu engellemek istersiniz. Hani eskiden yapardı ya böyle şeyleri anne babalar… Maazallah “Hayır” falan derlerdi… “O da onun içinden gelmiş, onun sezgileri de buymuş, özgürdür, hakkı vardır” derseniz bir canavar yaratmış olursunuz. Peki yeryüzündeki canavarlar işin başından beri hep var mıydı, yoksa onları biz mi yarattık? Bilemiyorum Altan…Tasarım ve sadelik derken dönüp dolaşıp kendimi dünyayı ele geçiren zorbalar ve canavarları düşünürken bulmam yaşadığımız günlerde belki de yadırganacak bir durum değil, ama biz Üstad Yanagi’ye, halk sanatına ve gündelik şeylerin sadeliğine geri dönelim. Ve küçük bir alıntıyla Yanagi’nin aslında kabaca sınıfçı ve ayrımcı olmadığına, fakirliği romantize etmediğine işaret eden şu alıntıya bir göz atalım.
“Bu el işlerinin çoğu az bilinen, uzak köylerde ya da küçük kasabaların loş arka sokaklarındaki pejmürde atölyelerde imal edilmiştir…Ustalığın özünde tekrar yatar… İmalat süreci esas olarak aynı desenin defalarca çizildiği, aynı şeklin defalarca verildiği basit bir döngüden ibarettir. Bu becerilerde ustalaşanlar artık kullandıkları tekniklerin farkında olmaz. Uğraştıkları ile bütünleşmiş, bütün öz farkındalık ve sanatsal işleyiş düşüncelerinden arınmış, kendilerini zahmetsizce işlerine vermişlerdir. Çalışırken neşeyle konuşup kahkaha atabilirler; fakat son derece şaşırtıcı bir süratle çalışırlar… Elleri binlerce, on binlerce tekrar sayesinde düşüncelerden azat olur…” Gündelik Şeylerin Güzelliği, Soetsu Yanagi
Buradan yola çıkarak bakır ustasıyla ÇED raporunu yazan arkadaşın aynı maaşı alması gerektiğinde hemfikiriz, öyle değil mi? Ben öyle olduğuna inanmak istiyorum çünkü. Yıllar geçse de bu eşitlik batağından çıkamıyorum, içimde azılı bir komünist var. Herkesin var olmak için ihtiyaç duyduğu her şeye hakkı olmasın mı? O ustanın gece gündüz neşeyle kahkaha atarak milyonuncu kez o şimşir kaşığı kusursuzca oymasını ve karşılığında ihtiyaç duyduğu her şeye ulaşabilmesini istiyorum. Akşam eve ne götüreceğini ya da evden ne zaman çıkarılacağını düşünmesini değil… Kusursuz sadelikteki şimşir kaşıkları için ustalığına saygı duyulmasını… Emeklerinin karşılığını almasını. Aslında bu dünyanın değişmesi için gereken çok az şey var. 1- Herkesin işini en iyi şekilde yapması. 2- Herkesin emeğinin karşılığını alması. Bu iki kriter yarından itibaren kusursuz bir şekilde uygulansa kısa bir süre içinde dünyada sorun kalmaz!

Suetsu Yanagi kitabında halk sanatlarındaki işlevsellik, sadelik ve samimiyete değinirken kitabın başında kurduğu değerleri ileriki sayfalarda belirli objeler üzerinden anlatıyor. Objelerin fotoğraflarının da eklendiği kitapta Yanagi San’ın bu nesneler hakkında inceleme ve notları yer alıyor. Yani Japon Halk Sanatları müzesine bizi götürmüyor ama bir anlamda müzeyi bize getiriyor. Ben de kitabı okurken hayatımdaki bu gibi objeleri düşündüm. Aslında hepsinin ne kadar uzun zamandır benimle olduklarını, yıllar içinde hayatımla ve benle bütünleştiklerini hayretle fark ettim. Üzerinde “ben acayibim, çok başkayım” diyen simleri, taşları tuşları, kusursuz kenarları yoktu belki ama hayatıma bir girip bir daha çıkmamış, taşıdıkları insan izlerine zamanla benim ve yaşantımın da izleri kazınmıştı. Bir şeyin eskiyebilmesi artık ne kadar değerli hale geldi farkında mıyız? Tüketim çağında sürekli kullanılmasa bile kendini maksimum bir iki yıl, bilemedin dört beş içinde imha eden dayanıksız objelerle sarılı etrafımız. Bir algoritmanın bize sunduğu şeyleri tüketiyoruz, müziği bile bu şekilde dinliyoruz… Belki de rastlantı artık kutsal bir kavram çünkü hiçbir şey tesadüfen olmuyor, sürekli birileri bize bir şey satmak istiyor: bir ürün, bir fikir, bir atölye… Sihrin kutsal tesadüflerle karşımıza çıktığı zamanları özlüyoruz ama kaçacak yer yok. İşte bir yandan bu düşüncelerle boğuşurken ben de kendi hayat müzemden ilk aklıma gelen el yapımı, eşsiz ve işlevsel objeleri sıraladım. Sırları elle boyanmış seramik taslar, elde işlenmiş yastıklar, atalardan kalma nadide el yapımı parçalar…Onlara dokundum, kokladım, izledim ve düşündüm. Onları üreten ustalara teşekkür ettim.

Şimşir kaşık
Şimşir kaşığı hatırlıyorum. Hacettepe’de öğrenciyken dağcılık kulübüne üye olmuştum. Birkaç sene çoğu hafta sonunu dağlarda, tepelerde geçirdim. Sırt çantası hazırlamanın, zorlu koşullarda kampçılığın temellerini öğrendim. Kendi elimle yaptığım kardan igloda uyudum. Bu şimşir kaşığı o günlerde kaya tırmanmak için gittiğimiz Hüseyin Gazi otobüslerinin kalktığı Ulus’taki bit pazarının yakınlarında bir tezgahtan almıştım. Elle yapılmış olduğunun izlerini taşıyan insan izleri vardı üzerinde. Ucuna ip bağlamak için sapını delerek bir iz de ben bıraktım. Yaklaşık on sekiz yaşımdan beri bu kaşık benimle yaşadı, seyahatlere kamplara çıktı, ülkeler gezdi, dağlara tırmandı, pek çok dağ gölünde ve nehirde yıkandı. Benimle evlerden evlere taşındı. Üzerindeki küçük nüanslar, yani makineden çıkmış bir tahta kaşıkta asla bulunmayan eğimler, dokular, üretim ve yaşanmışlık izleri, yani insan izleri onu özel ve benim kılıyor.

Babaannemin hamam tası
Çocukluğumu ve babaannemin evini hatırlıyorum. Banyoda duş vardı ama eski, ahşap bir tabure, kova ve maşrapayla yıkanmaktan vazgeçmemişti Senihanım. Beni de öyle yıkardı. Acele etmeden, gereksiz yere su tüketmeden, şarkılar söyleyerek. Anıttepe’deki evin banyosunda ikimizi taburelerde oturmuş uzun uzun yıkanırken hayal edince pencereden içeri düşen sarı sıcak bir ışık gözümün önüne geliyor. Hışırtılı banyo perdesi, kulplu maşrapa, kovayı dolduran suyun sesi, bakır tas. Babaannemin tahta takunyaları! Sanki araba lastiği gibi bir materyalden siyah bir bant tahtanın üzerine çiviyle çakılmış… Sadece o ânı düşündükçe bile zaman yavaşlıyor benim için. Sonra pazardan tek bir plastik poşet bile olmadan tekerlekli pazar çantasıyla gelip dört katı tırmanışı… O çöp kovasını gazete kâğıtlarıyla kaplayışı. Çöp torbası diye bir şey yoktu o zamanlar. Kapıcı dördüncü kattaki eve çıkıp bütün dairelerin çöplerini topluyordu. O kapıcının varlığı, plastik çöp torbası kullanmamanın da teminatıydı. Oysa şimdilerde her icat birilerinin varoluşunu anlamsız, gereksiz hale getiriyor.

Hanım terlik
2007 yılında Hindistan’da altı ay geçirmiştim. O gün bu gündür giydiğim bu el yapımı terliklere ben "Hanım Terlik" diyorum. Bu el yapımı terliklerin üzerinde onu yapan ustanın deldiği delikler, deliklerden elleriyle geçirdiği iplikler var. Deriden yapıldığı için bu kadar dayanıklı olmalı… Nasıl olup da 18 yıldır rengini hiç kaybetmediği ise tam bir muamma. Tıpkı 2007’de Hindistan’dan getirdiğim kumaşların renklerinin her yıkamada yeniden canlanması ve içine işlemiş o tütsümsü eşsiz kokuların ne kadar yıkanırsa yıkansın kaybolmaması gibi… Elde işlenmiş rengârenk nakışlarıyla bu terlikleri giydiğim anda üzerimde ipekten bir şalvar, önümde sihirli bir halı beliriyor. Kendimi masalların içinde buluyorum, devenin tellal, pirenin berber olduğu diyarlar önümde açılıyor. Sihirli bahçelerde meşk eden prensesler dönüp bakıyorlar kim gelmiş diye. Sonra yelpazelenip keyiflerine devam ediyorlar. Bu terlikler sihirli mi bilmiyorum ama beni bir yerlere götürdükleri kesin.

Deri cüzdan
Bu deri cüzdanı geçen sene Milas’ta bir deri ustasından aldım. Dükkânda şık ve modern deri ürünler de vardı ama bu parça hemen dikkatimi çekti. Biraz Kızılderili işlerine benziyordu sanki. Fiyatını duyunca şaşırdım çünkü oldukça makuldü. Bir yıl dayanmayacak fabrika ürünü sentetik çöplere döktüğümüz paraların yanında komik sayılacak bir rakamdı. Hemen satın aldım ve hayranlığımı belirttim ustaya. Bu modelin adının “Annem Annem” olduğunu söyledi bana. Rahmetli anneannesinin kendi ve sevdikleri için ürettiği bir cüzdanmış bu. Çarşıya pazara bununla gidermiş… Dokusunun parlak değil de pürüzlü olması çok hoşuma gidiyor. İçinde iki bölme var ve yuvarlatılmış köşelerdeki dikişler sayesinde hacim kazanarak gerekirse çok şey alıyor. Ama iki farklı seviyede çıtçıtlanabildiği için az aldığında da sıkıca kapatılarak içindeki hiçbir şey dökülmüyor. Alt kısımdaki küçük desen ve köşe dikişleri öyle sade, öyle zarif ki… İşlevselliği kusursuz. Her şeyiyle olması gerektiği gibi ve tam. Buna yapılacak hiçbir ilave olamaz. Olmamalı.

Çinli Küpeler
Bu küpeleri annemin bir arkadaşı Çin’den getirmişti. Gardırobumun vazgeçilmezlerinden biri. Bir kere kumaştan yapılma… Kumaşın üzerinde işlemeler var ve desenin konumlandırılması itibariyle iki küpe birbirine tıpatıp eş değil… Simetri hastası bir evde büyümedim, aksine bir yerde simetri varsa onun mutlaka bozulması gerektiğine inanılan bir estetik anlayışı vardı ailemizde. Çocukken sırf cinslik olsun diye çorap teklerini karıştırarak giyen, kafasında yılbaşı süsüyle gezen biriydim ve kendi çılgın estetiğimi kurmama her zaman izin vardı. İzmir’deki evimizde sanırım evdeki tüm duvarlara boyumun yettiği yere kadar boyayıp resim yapmışım. Genç evli annem ve babam evden çıkarken maddi kısıtlamalardan dolayı duvarları boyatamamışlar, utançtan üzerini gazete kâğıdıyla kaplayıp çıkmışlar evden. İlkokulda Madonna hayranlığı yüzünden file çorap üzerine şortla gezen, pembe kot montuna boyayla desenler çizen bir çocuk hayal edin. İsyankar, görünür olma peşinde, rengârenk bir varlık. İşte bu küpeler bu çocuğun büyüyüp yetişkin bir kadına dönüştüğünde kullanmaktan mutlu olacağı küpeler. Çünkü şahsiyetli. Tıpkı yukarıdaki diğer objelerde olduğu gibi bu küpeler de sezgisel anlamda tam ve mutlak. Eksiği ya da fazlası yok. Çarpıcı ve dikkat çekici olduğu kadar ham ve sade. Kırk sekiz yaşında sadeliği ve renkleri yeniden yorumlayan o kadının içindeki bir şeyleri dışarı çıkarmasına, kendini ifade etmesine yardımcı oluyorlar.

Dedemin kerpeteni
Bu kerpeten kaç nesildir ailemizde bilmiyorum ama hâlâ mükemmel çalışıyor. Çağdaşlarıyla yan yana geldiğinde en önemli farkı bağırmıyor olması. Ama bir gün plastiği kırıldı diye kolayca bir kenara atılmayacak. Kerpetenliğinden bir şey kaybetmeyecek ve ne kadar eskise de eli iş tuttuğu sürece hayatımızda kalacak. Belki benden sonra çocuğumun alet kutusunda senelerce duracak. Belki yanına yeni bir alet seti geldiğinde elin ilk uzandığı kerpeten olmayacak artık ama o yeni kerpetenin plastik tutamakları kırılıp çöpe atıldığında yerine yenisi gelene kadar yine dedemin kerpeteni sökecek o çivileri. İşlevini yerine getirdiği sürece burada ama estetiğiyle bize başka bir dünyayı, daha yavaş bir çağı, şarkı söylenen banyoları, aylak öğleden sonraları, bir hevesle girişilen “kendimiz yaparız canım, ne var” dedirten ufak tefek tamiratları, el işlerini hatırlatacak.
Tamirat dediğin zaten tüketim kültürüne tamamen aykırı bir şey... Çoğu insan ilişkiler dâhil bir şey eskidiğinde onu tamir etmek yerine atıp yenisini almayı tercih ediyor, çünkü böyle şeylerle uğraşacak vakti yok, zihninde yeri yok, “mentali yok” anlayın işte… Kurt Vonnegut insan doğasındaki bir kusurun da herkesin ‘inşa’ etmek istemesi; ama kimsenin bakım ve onarım işleriyle uğraşmak istememesi olduğunu söylüyor. Üstad Yanagi ise “Her şeyin makinelerle üretileceği yakın gelecekte, insan elinin vaktiyle böyle hayret uyandıran maharetleri olduğuna şaşılacak diyor” ki haklı… Yapay Zeka’nın mesleklerimizi ve kimliğimizi süpürdüğü şu günlerde tıpkı Gülten Akın’ın dediği gibi “Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya…” Kim bilir, belki de günün birinde gezen tavuk yumurtası gibi hakiki insan kitabı, organik insan çevirisi, insan illüstratör çizimi gibi pahalı zevkler çıkar ortaya da zenginler faydalanır. Tıpkı el yapımı, minimalist seramik çanaklar ve kahve fincanları gibi… Belki de ince zevk ve geniş imkân sahipleri, organik insan yazarları, çizerleri, düşünürleri konforlu ve “doğala özdeş” çiftliklerde ya da yalılarının malikanelerinin bahçesindeki bir köşede “serbest gezen” nadide insanlar, sanatçılar olarak yetiştirirler. Aman altın yumurtlamadı diye kesmesinler de…
* Gündelik Şeylerin Güzelliği, Soetsu Yanagi, çev. Merve Pehlivan Frostick, Ketebe Yayınları, 2025.







