Cihat Duman
Ne yapmalıyız sorusunu cevaplıyor yazar bu kitapta. Frazer’in Altın Dal’da, Jung’un Dönüşüm Sembolleri, Darwin’in çoğu kitabında yaptıkları sayma dökme işinin yanı sıra bir cevap da bulabiliyoruz. Ne yapmalıyız?
01/25 | Kitap

Okuduğun kitabın özetini istiyorum diyerek
bilgi hevesi yönüyle bu yazıda işlemeye çalışacağım insana denk düşen
ışık sever arkadaşım Ömer Çapoğlu için.
Ne yapmalıyız sorusunu cevaplıyor yazar bu kitapta. Frazer’in Altın Dal’da, Jung’un Dönüşüm Sembolleri, Darwin’in çoğu kitabında yaptıkları sayma dökme işinin yanı sıra bir cevap da bulabiliyoruz. Ne yapmalıyız? Sayma dökme çeşitli mitlerin, masalların, efsanelerin adı her neyse geçmişten gelenlerin belli konulara göre hatırlatılmasıdır. Campbell ise kitabın sonunda kitabı yazma sebebini açıklıyor. Cevap basit aslında. Çalışmalıdır, çoğalmalıdır ve rezil olmadan hayatına devam etmelidir. Peki bu yetiyor mu kitabın neşredildiği 1949’da. Yazarın doğduğu 1904 yılından 1949’a kadar 45 yılın geçtiğini var sayarsak, 1949’da günümüze 75 yılın geçtiğini var saymak zorunda kalacağız ki bunun yalan olduğunu herkes biliyor. İçinde iki adet dünya savaşı geçmiş ilk dilim en az 450 yıllık gelişme barındırıyor içinde. Kitabın neşrinden günümüze de belki 750 yıl geçti. Kısacası, 1900’den 2024’e eski insanların mantalitesi ile 1200 yıl geçmiş gözüküyor. Uçak icat edildi. Evlere elektrik geldi. Evden bilgisayarla iş yerine bağlanıp çalışan insanlar var. Hepimiz telefon maymunu olduk. Mahvolduk.
Dolayısı ile yazıyı 1949’da yaşayan biri gibi okumalı. Bu yazı kesinlikle biz telefon maymunlarına hitap etmeyecek. 1949’da savaşlardan bıkmış, yine de daha az kirlenen bir havayı soluyan, sepya bir insan gibi okursanız sevinirim. O yüzden kitabın sorusunu tazeliyorum: 1949’da yaşayan biri ne yapmalı?
Kitabı 2023 yılında şıpınişi okuduktan sonra 2025’te tekrar elime aldım. İçinde kıvranan kurtçukları görmüş fakat elimi daldırmamıştım iki sene önce. Okumak istemiyordum, öğrenmek istemiyordum, tıpkı çocukluğumda olduğu gibi hafızama kazınması için okunmanın yeterli olduğunu farz etmek istiyordum. Gözlerimle kelimeleri takip etmenin okuma için yeterli olacağını sanıyordum. Ama değil. Ya gerçek bir zekâ eksikliğinden, ya bir hastalıktan, ya da meslek hastalığından ötürü okumayla aram oldukça kötüydü. Günümüzde bile böyle bu. Okumaya harcadığım vakit çok, ama anladığım hiçbir şey yok. Bu sebeple bu kez not alarak okudum. Ve gerçekten de yazarın derdini anladım.
Bizler (1949’da) yalnızlığımıza, içimize dönmeliyiz diyor hazret. Gizem artık teleskop öncesi gökte ve mikroskop öncesi eşyada değil bizzat insanın psişesinde. Yani Arapların deyimiyle ruh denen şeyde. Herhalde Türkler, eski Türkler buna can diyor. Biz Türkçe yazdığımız için Campbell’ı şöyle toparlayabiliriz: İnsan, bilinmeyenden (özellikle ölümden) korktuğu için devamlı gizemi çözme yolunda olmalıdır ve gizem artık candadır. Kendi canını bilen, her canı ve böylelikle evreni bilir. Ebediyeti bilmek kişiyi anlayışlı kılar; anlayış kişiyi açık fikirli kılar, tasavvur genişliği soyluluk getirir, soyluluk cennet gibidir. Böylece anksiyeteniz olmaz. İlaç kullanmazsınız. Madde bağımlılığı, bağlanma sorunu, sindirim zorluğu, uyku düzensizlikleri sizi terk eder.
Kendi canını bilmek öyle zor bir iş ki, halk şiirlerindeki gibi olmuyor maalesef. İşte bu zorluğu yorumlamak 400 sayfamızı alıyor. Kişinin kendi canını bilme yolunda önüne çıkan engellerle, masallarda kahramanların önüne çıkan engeller (eşik muhafızları diyor yazar) benzediği için bize mitolojiden örnekler sunuyor. Örnekleri incelediğimizde, gerçekten de kahraman olduğumuzu, bir yola çıktığımızı, geri döneceğimizi anlıyoruz. İşte kitap benim şu yukarıda açıkladığım şeyleri güzelce açıklamadan pat diye içinde ağır semboller belirten mit ve masalları anlatmaya başlıyor. Ya hu ne zaman yaşadığı belli olmayan bir ucubenin, başka ucubelerle ilişkisini ne yapalım biz? İçinde garip simgeler olan bu masalları bilmek bizim neyimize yarayacak diye düşünmeden edemiyoruz ve atlayarak okumaya başlıyoruz. Kitaptaki okuma güçlüğü bu. En azından beni ikinci kez eline aldırması tesadüf değil. İçinde yarama şifa olacak bazı sülükler olduğunu biliyordum. Kımıldıyorlardı iki yıldır yaprakların arasında.
Masallar işimize yarar. Rüyalar gibi, her ay sonu yatan maaş gibi yarar. Efsanelerde, kahraman topluluğu terk edip belli bir amaca -bilmem ne iksirine- ulaşmak için yola koyulur. Daha en başta küçük sorunlarla karşılaşır. Bir yaratık yolunu keser, bilmece sorar bir şart ileri sürülür. Sonra uzun saçlı kıza, yıllardır kuleye kapatılmış bakireye, dağı delip su getirmeye, iksire yaklaşılır. Daha büyük bir canavar çıkar. Alt eder. Veya kandırılır. Sonra topluluğuna geri döner. Geri dönüşte de onu yoldan çıkaracak şeytanlar, hilelerle baş eder.
Neden hepimiz Ali Baba ve Kırk Haramiler’i biliriz? Keloğlan’ın maceralarını, batıdan içimize sızmış Pamuk Prensesleri? Eyüp ve Yusuf peygamberler neden Muhammed’den daha popülerdir? Çünkü zindan, kuyu, hücre ve etin kurtlanması gibi simgeler Muhammed peygamber hikâyelerinde yok. Mağara, örümcek, Taif’te taşlanma ise insanın bulanık kısımlarını gıdıklamaya yetmiyor. Evliyalar, cinler, krallar hayatımızda belleğimizde cirit atar. Yetmez, bu kez Naim Süleymanoğlu, Atatürk, Çanakkale Savaşı, Seyit Onbaşı devreye girer. Ulubatlı Hasan ucunda biz bez olan fallik bir değneği taşa sapladığı için Fatih Sultan Mehmet’ten önemlidir. 1989’da köy köy dilenen Muharrem denen meczup köyümüze geldiğinde neden kırmızı giyen çocuklar ortaya çıkmaz ya da elbiselerini değiştirirdi. Ebeveynler neden bir ağızdan anlaşmış gibi kırmızı bir şapkası olan Muharrem’in kırmızı giyen çocukları kaçıracağı safsatası üzerinde anlaşmış ve çocuklarını ikna etmişti? Annemin cevabı ilginçtir: Çocuklarımız yaramazlık yaptığında onları sakinleştirecek bir karaktere ihtiyacımız vardı. Yani kırmızı giyenlerin içinde bulunduğu tehlike durumu genişletilmiş ve yaramazlık yapan her çocuk için riske evrimleşmişti. Marram’ı Surık (kırmızı Muharrem) yüzü, giyinişi, ses tonu ve hatta bazı cümleleriyle birçok yakınımdan daha çok anımsadığım bir şey. Evet şey. Yazarın simge dediği şey.
Yazar her 1949 insanını kahraman addediyor ve yolculuğa, içsel yolculuğa çıkmasını salık veriyor ama en yaman eşik engeli olarak da bebeklik dönemini işaret ediyor. Tam burada yazarın simge anlayışını açıklamak gerek. Ona göre hisler simgelerde saklanır. Simgeler, semboller, logolar, demek istenenler, aslında öyle demek istemedimler, kastedilen şeyler çok önemli.
Kahraman, insan şeytanı, aydınlamaya doğru hamle yapmamış telefonlu maymun, bebeklik korkularını asla terk etmiyor. Prematüre doğan tek hayvan, memede uzun süre kaldığı için bütün eğilimlerine bu muhtaçlığa göre belirliyor. Memede uzun süre kaldığımız, danalar gibi doğar doğmaz yürüyemediğimiz için 50 yaşında irrasyonel davranıyoruz. Tekrar anneye dönme ve ona gömülme, ondan kopmama, onunla cinsel birleşme, bir gün zamanı geldiğinde onu kurtaracak olma (bu son yazdığım benim fantezim, çok şükür annemle yatmak istemedim ama hiç talep etmediği halde onu bulunduğu halde kurtarma planlarımı hatırlıyorum), babadan ürkme, onu ürkütücü bulduğu için kendinden utanma (sistem, popüler Psikanalitik sistem buna babayı öldürme diyecek kadar ileri gidiyor) bizlerin kurduğu fantezilerdir. İşte bütün bu rezil hisler simgelerde saklanır. Paragraf uzadığı için burada bir örnek verip nefes almak gerek: Toplum önünde konuşma zorluğu yaşamak babanızı öldürmek istediğiniz anlamına gelir. Uçak korkusu babanızla yatmak istediğinizi, kabak yemeğinden hoşlanmamak, menemene soğan koymak, yaya geçidine güvenmemek, biri mesajınıza cevap vermediğinde parçalanmış hissetmek gibi şeylerse başka bir bebeklik fantezisine denk gelebilir.
Bebeklik takıntılarımızın günümüzde bize hangi maskeyi takarak ziyaret ettiğini bilemeyiz. Hangi sembolle gelirse gelsinler biz his ve düşüncelerimizden arınarak ışığa doğru yola çıktığımızda ayağımıza çelme takarlar, duvardan fırlayıp başımıza çarparlar. İlk korku, ilk utanç, ilk kıskançlık kısaca bir bebekte görebileceğimiz tüm narsistik eğilimler, bencillikler maalesef olup biten şeyler değil. Olup bitmeyen şeylerdir bunlar. Bir memur evinize haciz geldiğinde utanırsınız ama ertesi gün umurunuzda bile olmaz. Komşularla selamlaşır, taksitle yeni televizyon alırsınız. Fakat bir bebeğin utanması bir kemiğin kırılması gibidir. Yamuk kaynar ve ömür boyu kemik kendini belli eder. Bebek yüzlerce gün açlıktan öleceğini sanır meme ağzına dayanana kadar. Aylarca uykuyu ölümle, yok oluşla karıştırır. Defi hacet ameliyat gibi bir şeydir onun için. Dışarısı soğuktur, gözleri görmez, hıçkırığı boğulma sanır, esnediğinde vücuduna elektrik verilir, tırnakları sökülür. Bebek unutmaz.
Oğuz Atay’ın çocuk kaldık dediği, Tanpınar’ın büyümedik dediği şey budur aslında. Hapisten, komadan çıkmış bela arayan bir yetişkindir aslında 4 yaşındaki bir çocuk. Biz çocuklarda sorun şudur yazarın deyimiyle: Çocukluk egosunun, duygusal ilişkiler ve idealler alanıyla birlikte bir kenara kaldırılmasında yaşanan bir yetersizlik. Kişi çocukluğun duvarları içinde hapis kalmıştır: Baba ve anne eşik muhafızları olarak durur ve bir takım cezalardan korkan çekingen ruh, kapıdan geçmeyi ve dışarıdaki dünyaya doğmayı başaramaz.
Bu arada aklıma gelmişken, yazarın ene, teslimiyet, inziva, vahdet-i vücut gibi bizim tasavvufi dediğimiz tabirleri hiç kullanmaması bizi şaşırtmamalı. Her coğrafyada farklı adlandırılıyor söz konusu yolculuklar. İşte seyri sülük diyebileceğimiz the yolculuk ile efsane arasında başka bir ortak yön de yok olmayan imgeler, şeylerdir. Sonsuz süt veren çeşme, sönmeyen ateş, yanan kuyu, ölmeyen ikiz olur mitlerde. İşte bunların hepsi maalesef insanın bilinçdışında ikamet eden “babayla yatmak”, “anneyi öldürmek”tir. Mitler şok edicidir bu anlamda. Mitolojinin simgeleri üretilmiş değildir. Talep edilemezler, uydurulamazlar ya da kalıcı şekilde bastırılamazlar der Campbell. Mitolojinin ve ayinin başlıca işlevi insan ruhuna simge tedarik etmektir diye etkiler. Mit ve din geriledikçe sinir hastalıkları çığırından çıkmıştır.
Mitler, efsaneler, destanlar artık nasıl adlandırılırsa adlandırılsınlar edebiyatı şekillendirmiştir. Dünyaya mal olmuş eserlerde mitlerdeki imgelerden örnek bulmamak neredeyse imkânsızdır. Son yüzyılın en mühim ve ünlü eseri Dönüşüm’e bakın. Mitlerdeki yarı hayvan yarı insan yaratıkları hatırlayın. Bir şeyden başka bir şeye dönüşen tanrı ve yarı tanrıları hatırlayın. Hatta biraz zorlama olacak ama Mısır’da mumyaların yanına mahfaza içinde güneşi temsil ettiğine inanılan bok böceği maketini düşünün. Kafka, tesadüf değildir. Bu nedenle sanat, edebiyat, mit ve tapım, felsefe ve çileci disiplinlerin hepsi bireye ufuklarının ötesine, durmaksızın genişleyen gerçekleşme alanına geçmesinde yardımcı olur diye ekler Campbell.
“Herhangi biri kendi faydasına bilerek ya da bilmeden kendi ruhsal labirentinin eğri büğrü geçitlerine inerek karanlığa doğru yolculuğa girişirse, çok geçmeden kendisini kutsal dağların yabanıl Sibirya’sında harika bir simgesel figürler manzarasında bulabilir. […] Bu kişisel geçmişimizdeki çocukluk imgelerinin dağılması, aşılması, dönüşmesidir. Düşlerimizde her gece hâlâ hiç eskimeyen engeller, heykeller, sunaklar, gizli yardımcılar ve açıklayıcı figürlerle karşılaşıyoruz ve onların görünüşlerinde yalnız şu anki halimizin tüm resmini değil, kurtulmak için ne yapmamıza dair bir ipucunun yansıdığını da görebiliriz.”
Başta da söylediğim gibi kitabın sonunda yazara göre 1949 insanı, okuyarak, yaşayarak; inziva, meditasyon gibi yöntemlerle kişisel kapasitesini aşıp yola çıkmalı ve halka rağmen halk için kendi neşesini daim kılacak o bilgiyi karanlıklardan çekip çıkarmalıdır. Çocukluk yapmamalı, simgeleri paramparça ederek gerçeği ele geçirmelidir. Bu yola baş koyan kişi yoldayken muhakkak teknikle karşılaşır. Tekniği kendisine hastır. Fakat 2024 insanının ne yapması gerektiğini bilemiyorum. Estetik ameliyatlar, mobil telefonlar, kalitesiz seks, ilgisiz çocuklar ve diğer şeylere bakıyorum da umarım intihar etmekten başka bir seçeneğimiz vardır. Bu ortamda içe yolculuk mümkün gözükmüyor. Kötü yola düştük. Yani yol dışarı doğru kıvranıyor. Tabiatın dışına.
Comments