top of page

Kukla Tiyatrosu Üzerine

Heinrich von Kleist


Kleist, (bir zamanlar İnsanın Düşüşü’nü herkesten daha iyi anladığını iddia eden) Kafka ile İnsanın Düşüşü’nü uzak geçmişteki tarihsel bir olay olarak düşünmemize neden olan şeyin yalnızca zaman kavrayışımız olduğu içgörüsünü paylaşır.


02/25 | Çeviri/Kitap

 


Sunuş


Kleist’ın Kukla Tiyatrosu adlı eseri zarafeti cehalete, isteksizliğe ve eylemsizliğe bağlar. Bir insan dansçı, “herhangi bir müdahale olmaksızın” basitçe “yerçekimi yasasına” teslim olan kuklaların zarafetine asla ulaşamaz. İsteyerek hareket etmek yerine yerde süzülürler. Hareketler sanki “kendiliğinden” gerçekleşir. Dolayısıla zarafetlerini yapmamalarına borçludurlar. Hareketi zarafetinden mahrum bırakan tam da bilinçli, kasıtlı eylemdir. Aynı öyküde, aynada jestini fark ettiği anda zarafetini kaybeden genç bir adam anlatılır. Zarafet ve güzelliğin bilinçli çabanın dışında bir yeri vardır. “Organik dünyada düşünce koyulaşıp zayıfladıkça zarafetin daha parlak ve baskın bir şekilde ortaya çıktığını görürüz. Alıştırmanın nihai amacı, iradenin feragat ettiği bir duruma ulaşmaktır…  Yapmamak ustalığı oluşturan şeydir.


Byung-Chul Han, Tefekkür Yaşamı ya da Eylemsizlik Üzerine [1]


***


Kukla Tiyatrosu Üzerine 


1801 kışını M… kentinden geçirdiğim sıra, bir akşam halka açık bir bahçede, kısa bir süre önce kent operasında baş dansçı olarak atanan ve halk arasında olağanüstü bir başarı elde eden Bay C... ile tanıştım. Onu birçok kez, pazar yerinde kurulan, şarkılarla dansların arasına serpiştirilmiş dramatik burlesklerle halkı eğlendiren kukla tiyatrosunu izlerken gördüğümü ve buna çok şaşırdığımı söyledim. Bu kuklaların sözsüz hareketlerinin kendisine büyük keyif verdiği ve sanatını mükemmelleştirmek isteyen her dansçının onlardan çok şey öğrenebileceği cevabını verdi bana açık açık.



Söyleyiş tarzından bunun aklına öylesine gelmiş bir şey olmadığını anlayınca bu dikkat çekici iddiasının gerekçelerini daha yakından öğrenmek için yanına oturdum. Bana kuklaların, özellikle de küçük olanların bazı dans hareketlerini gerçekten de çok zarif bulup bulmadığımı sordu. Doğrusu bunu inkar edemezdim. Hızlı bir ritimle rondo dansı yapan dört köylüden oluşan bir grubu, [köylüleri konu alan yüzlerce resim yapmış Flaman ressam] Teniers bile daha zarif resmedemezdi.

 

Kuklaların mekanizması hakkında sorular sordum. Parmaklara bağlı bir sürü ip olmadan, ayrı ayrı her bir uzvu ve kolları dansın ritmine göre hareket ettirmenin nasıl mümkün olduğunu öğrenmek istiyordum. Her bir uzvun dansın çeşitli aşamalarında oynatıcı tarafından ayrı ayrı konumlandırıldığını ve tek tek hareket ettirildiğini düşünmemem gerektiği yanıtını verdi. Her hareketin bir ağırlık merkezi olduğunu ve bu hareket merkezine hükmetmenin yeterli olduğunu söyledi. Birer sarkaçtan ibaret olan uzuvlar, daha sonra başkaca bir müdahaleye lüzum kalmadan kendi kendilerine mekanik olarak hareket ediyorlarmış. Bu hareketin son derece basit olduğunu da ekledi. Ağırlık merkezi düz bir çizgide hareket ettirildi mi uzuvlar da hemen eğriler, kavisler çizmeye başlarmış. Böylece çoğu zaman tamamen gelişigüzel bir şekilde sallanan kukla, dansı andıran bir tür ritmik hareket gerçekleştirirmiş.



Anlattıkları, kukla tiyatrosundan neden bu kadar keyif aldığı konusunda beni bir parça aydınlattı aydınlatmasına ama bundan ne gibi sonuçlar çıkaracağını tahmin etmekten fersah fersah uzaktım.


Bunun üzerine ona, kuklaları kontrol eden oynatıcının kendisinin de bir dansçı olması ya da en azından dansın güzelliği hakkında fikir sahibi olması gerektiğini düşünüp düşünmediğini sordum. Bir işin mekanik açıdan kolay olmasının, tümüyle duygudan yoksun biçimde icra edilebileceği anlamına gelmediğini söyledi. Ağırlık merkezinin takip ettiği çizgi gerçekten de çok basitmiş ve kanaatine göre çoğu durumda düz bir çizgiymiş bu. Kavisli olduğundaysa, kavisin uyduğu yasa en azından birinci veya en fazla ikinci dereceden gibi görünmekteymiş. İkinci durumda bile çizgi sadece eliptik olurmuş, yani eklemler nedeniyle tam da insan vücudunun doğal hareketini izlermiş, bu nedenle de oynatıcıdan büyük bir beceri talep etmezmiş. Gelgelelim, başka bir açıdan bakıldığında, bu çizgi gayet gizemli olabilirmiş, zira dansçının ruhunun izlediği yoldan başka bir şey değilmiş. Bu yüzden oynatıcı kendini kuklanın ağırlık merkezine yerleştirmedikçe, başka bir deyişle, oynatıcı dans etmedikçe bunun bulunabileceğinden kuşkuluymuş.

 

Oynatıcının rolünün bana hep aklın ve hissin dahil olmadığı, âdeta laternanın kolunu çevirmekten mürekkep bir işmiş gibi geldiğini söyledim.


“Hiç de değil” dedi. “Aslında, parmaklarının hareketleri ile onlara bağlı kuklaların hareketleri arasında ince bir ilişki var, sayılar ve logaritmaları ya da asimptot ve hiperbol arasındaki ilişki gibi bir şey.” Yine de insan iradesinin bu son izinin kuklalardan silinebileceğine ve danslarının tamamen mekanik güçler alanına aktarılabileceğine, hatta benim düşündüğüm gibi bir kolun çevrilmesiyle üretilebileceğine inanıyordu.



Halkı eğlendirmeye yönelik, böylesine incelikten yoksun bir sanat formuna ilgi göstermesine hayret ettiğimi söyledim. Sadece bu sanatın daha yüce bir gelişim gösterebileceğine inanmakla kalmıyor bizzat kendisi de bu amaç için çalışıyor gibi görünüyordu.

 

Gülümsedi. Aklındaki özelliklere uygun bir kukla yapabilecek zanaatkâr bir mekanikçi bulabilse, onunla sergileyeceği dansla ne kendisinin ne de zamanının diğer en yetenekli dansçılarının, hatta Madam Vestris’in bile aşık atamayacağına emin olduğunu söyledi.

 

Sessiz kalıp bakışlarımı yere indirdiğimi görünce, “İngiliz ustaların uzuvlarını kaybetme talihsizliği yaşamış insanlar için yaptığı şu yapay/mekanik bacakları duydunuz mu hiç?” diye sordu.


Duymadığımı söyledim. Hiç böyle bir şey görmemiştim.

 

“Bunu duyduğuma üzüldüm” dedi, “Şimdi size bu insanların bu bacaklarla dans ettiğini söylesem korkarım bana inanmayacaksın.” “Ne!” dedim “Dans mı ediyorlar?” “Gerçi hareket yelpazeleri sınırlı ama yapabildikleri hareketler dikkatli bir gözlemciyi hayrete düşürecek bir kesinlik, kolaylık ve zarafet taşıyor.”

 

Ben de şaka yollu, öyleyse aradığı adamı bulduğunu söyledim. Öyle ya, böylesine olağanüstü uzuvlar yapabilen bir zanaatkâr, hiç kuşku yok ki onun istediği özelliklere uygun kusursuz bir kukla da yapabilirdi.



“Peki,” diye sordum, bu sefer o sıkıntıyla yere bakarken, “bu adamın maharetinden beklentileriniz nedir?”

 

“Burada gördüğümüz kuklalarda bulunmayan bir şey değil,” diye yanıtladı: “Orantı, esneklik, hafiflik.... ama bunların hepsi daha üst seviyede olacak. Özellikle de ağırlık merkezlerinin daha doğal bir şekilde düzenlenmesi.”


“Peki kuklalarının canlı dansçılara nazaran ne gibi bir üstünlüğü var?”

 

“Üstünlük mü? Her şeyden önce olumsuz bir üstünlüğü var, sevgili dostum: bu kukla asla yapmacıklık (affectation) suçu işlemeyecektir [asla direnç göstermeyecektir]. Çünkü bildiğiniz gibi, ruh (vis motrix: hareket ettirici güç) hareketin ağırlık merkezinden başka bir noktada olduğunda [dirençten dolayı] yapmacıklık ortaya çıkar.  Oynatıcı kullandığı telle ya da iple sadece bu merkezi kontrol ettiğinden, tüm bağlı uzuvlar tam da olması gerektiği gibidirler, yani yalnızca yerçekimi yasasına uyan cansız, saf sarkaçlardır. İşte bu mükemmel niteliği dansçılarımızın çoğunda boşuna arar dururuz.”

 

“Daphne rolü oynayan P’yi seyretmeniz yeterli mesela,” diye devam etti. “Apollon tarafından takip edilirken, ona bakmak için döndüğünde ruhu bel omurlarına yerleşmiştir, eğildiğinde, Bernini ekolünden [2] bir su perisi gibi âdeta kırılacak gibi görünür. Ya da üç tanrıçanın arasında durmuş Venüs’e elmayı sunarken Paris’i simgeleyen genç F…’yi  ele alalım. Ruhu dirseğinde gizlidir (ne korkunçtur bunu görmek).”

 

“Bu tür hatalar,” diye ekledi mevzuuyu kısa kesmek için, ”Bilgi Ağacı'nın meyvesinden yediğimizden beri kaçınılmazdır. Ama Cennet kilitli ve Tanrı’ya en yakın melek de (Kerubi) peşimizde. Devam etmeli ve arka tarafta bir aralık bir kapı olup olmadığını görmek için dünyanın etrafında dolaşmalı.”



Bu sözler beni güldürdü. Doğru, diye düşündüm, ruh (zihin) var olmadı mı hata da yapamaz. Ama daha söylecekleri olduğunu fark ettim, bu yüzden devam etmesini rica ettim.

 

“Ayrıca” dedi, “bu kuklaların yer çekiminden azade olmak gibi bir üstünlükleri var. Dansa karşı en dirençli özellik olan maddenin eylemsizliğinden etkilenmezler, zira onları havaya kaldıran kuvvet, yerde tutan kuvvetten daha büyüktür. Güzeller güzeli Madam G.'miz altmış kilo hafif çekmek ya da zıplarken (entrechat) ve tek ayak üzerinde dönerken (pirouette) onu dengeleyecek aynı miktarda bir karşı ağırlığa sahip olmak için neler vermezdi? Tıpkı periler gibi, kuklalar da yere sadece ona şöyle bir temas edip, bu anlık dokunuşla uzuvlarının salınımı yeniden canladırmak için ihtiyaç duyarlar. Biz insanlarınsa dansın yorgunluğunu atmak için yerde azıcık durup dinlenmemiz gerek. Bu dinlenme anı kesinlikle dansın bir parçası değildir. Yapabileceğimiz en iyi şey bunun mümkün olduğunca göze çarpmamasını sağlamak.”

 

Paradokslarını ne kadar zekice kurarsa kursun, mekanik bir kuklanın canlı bir insan bedeninden daha zarif olabileceğine beni asla inandıramayacağını söyledim ona cevaben.

 

Zarafet söz konusu oldu mu, insanın bir kuklanın yanından bile geçemeyeceğini  söyleyerek karşılık verdi. Bu açıdan sadece bir tanrı cansız maddeyle boy ölçüşebilirmiş, dairesel dünyanın iki ucunun bir araya geldiği noktaymış bu tastamam.

 

Şaşkınlığım giderek artıyordu ve bu tuhaf iddialara nasıl yanıt vereceğimi bilemiyordum.

 

Bir tutam enfiye çekerken, Yaratılış kitabının üçüncü bölümünü yeterince dikkatle okumadığımı söyledi. Eğer biri insanlık kültürünün bu ilk dönemine aşina değilse, onunla daha sonraki gelişmeler hakkında verimli bir tartışma yapmak zor olurmuş, hele nihai durum hakkında konuşmak hepten güçmüş.



Bilincin doğal zarafeti nasıl da bozabileceğini gayet iyi bildiğimi söyledim ona. Tanıdığım genç bir adam, basit bir söz yüzünden, gözlerimin önünde safiyetini kaybetmiş, sonrasında da akla gelebilecek tüm çabalara rağmen o masumiyet cennetine geri dönüş yolunu asla tekrar bulamamıştı. ”İyi ama,” dedim, “bundan ne gibi bir sonuç çıkarabilirsiniz?”

 

Bana hangi olayı kastettiğimi sordu.

 

“Üç yıl kadar önce,” diye başladım, ”o zamanlar son derece zarif olan bir delikanlıyla hamamdaydım. On beş yaşını yeni bitirmişti ve kadınların kendisine gösterdiği alakanın bir ürünü olan kibrin ilk izleri belli belirsiz yeşermişti. Bundan kısa bir süre önce Paris’te tesadüfen ayağına batmış dikeni çıkaran bir çocuk heykeli görmüştük. Söz konusu heykelin kalıbı herkesin malûmudur; çoğu Alman koleksiyonunda görebilirsiniz. Arkadaşım taburede tam ayağını kurularken gözü bir an karşıdaki aynaya ilişince o heykeli hatırladı. Yüzüne bir gülümseme yayıldı ve bana bu yeni keşfinde bahsetti. Aslına bakarsanız ben de aynı anda fark etmiştim bunu… ama sebep görünürdeki zarafetini sınamak mıydı yoksa kibrini biraz kırmak mı bilmiyorum güldüm ve herhalde hayal gördüğünü söyledim. Yüzü kızardı. Bana kanıtlamak için ayağını tekrar kaldırdı, ama tahmin edileceği üzere çabası başarısızlıkla sonuçlandı. Afallamış halde üçüncü kez, dördüncü kez tekrar denedi, ayağını böyle on kez kaldırmış olmalı, ama nafile. Aynı hareketi bir türlü tekrarlayamıyordu. Ne diyeyim? Yaptığı hareketler o kadar komikti ki gülmemek için kendimi zor tuttum.



O günden sonra, hatta tam o andan itibaren, delikanlıda olağanüstü bir değişim baş gösterdi. Bütün gününü aynanın karşısında geçirir oldu. Gelgelelim cazibesini yaratan bütün özellikler bir bir elinden kayıp gidiyordu. Görünmez ve anlaşılmaz bir güç, jestlerinin özgür oyunu üzerine çelik bir ağ örmüştü sanki. Bir yıl sonra, ona bakan herkesin gözlerine bayram ettiren o çekicicilikten, zarafetten eser kalmamıştı. Size bu garip ve talihsiz olayın tanığı olan ve anlattıklarıma kelimesi kelimesine şahadet edecek birini şimdi bile gösterebilirim.

 

“Bu vesileyle,” dedi dostça, “ben de size başka bir hikâye anlatayım. Duyunca tam yeri olduğunu kolayca anlayacaksın. Rusya’ya yaptığım bir seyahat sırasında, oğulları eskrim tutkunu olan Litvanyalı asilzadelerden Mösyö G’nin malikanesinde biraz zaman geçirdim. Bilhassa üniversiteden yeni mezun olmuş büyük oğlu, bu alanda kendini virtüöz sanıyordu. Bir sabah onun odasındayken bana uzun ince bir kılıç uzattı. Meydan okumasını kabul ettim, dahası nasıl olduysa ona üstün geldim. Bunun üzerine iyice hırslandı ama ihtirası yüzünden daha da sarsaklaştı. Neredeyse her hamlem tam hedefini buluyordu. Sonunda kılıcı odanın bir köşesine uçtu. Kılıcını yerden alırken yarı öfke yarı şakayla, ustasını bulduğunu söyledi ama herkesin ve her şeyin bir ustası varmış ve şimdi de beni benim ustama götürmeyi teklif ediyordu. Ardından İki kardeş kahkahayla gülmeye başladı ve “Haydi, haydi, odunluğa inelim!” diye tutturdular. Koluma yapışıp beni babalarının avluda yetiştirdiği ayıyla tanışmaya götürdüler.



“Sersemlemiş bir halde kendimi onunla karşı karşıya bulduğumda, ayı dimdik arka ayakları üzerine kalkmış, sırtını zincirlendiği direğe dayamıştı, sağ pençesi havada, saldırmaya hazırdı. Kendini korumaya almış, gözlerimin içine bakıyordu: Bu onun dövüş pozisyonuydu. Böyle bir rakiple yüz yüze gelince rüya mı görüyorum acaba diye şaşaladım. Fakat Mösyö G. saldırmam için teşvik ediyordu. Hep bir ağızdan, “Haydi, haydi, saldırın! Bakalım vurabilecek misiniz ona?” diye bağırıyorlardı. İlk şaşkınlığımı biraz üzerimden atınca kılıcımla hamle ettim. Ayı pençesiyle hafif bir hareket yapıp saldırıyı savuşturdu. Çalımlarla onu kandırıp etkisiz hale getirmeye çalıştım ama ayı hareket etmedi. Tekrar saldırıya geçtim, bu sefer tüm becerimi kullanıyordum, öyle ki kılıcımı bir insanın tam göğsüne isabet ettirebilirdim.  Fakat ayı yine pençesiyle hafif bir hareket yaptı ve hamlemi savuşturdu. Artık neredeyse büyük kardeşle aynı duruma düşmüştüm: Ayının ciddiyeti bütün soğukkanlılığımı aldı götürdü. Hamleler, çalımlar birbirini izledi, terden sırılsıklam olmuştum ama nafile. Sadece dünyanın en iyi eskrimcisi gibi hamlelerimi savuşturmakla kalmadı; onu kandırmak için yaptığım numaralar karşısında hiç kıpırdamadı. Hiçbir insan eskrimci onun bu konudaki algısına erişemez, onu taklit edemezdi. Gözleri ruhumu okuyormuş gibi gözlerime kilitlenmişti, pençeleri havada, saldırmaya hazır bir şekilde duruyordu, çalımlarıma karşılık bile vermiyordu.

 

Bu hikâyeye inanabiliyor musunuz?”

 

“Kesinlikle”, dedim coşkuyla onaylayarak. “Bir yabancıdan duysam da inanırdım, o kadar akla yatkın ki. Hele siz anlatınca.”



“Öyleyse, muhterem dostum,” dedi Bay C., ”beni anlamak, argümanımı takip etmek için ihtiyacınız olan her şeye sahipsiniz. Organik dünyada, düşünce sönükleşip zayıfladıkça, zarafetin daha parlak ve baskın bir şekilde ortaya çıktığını görürüz. Ancak nasıl ki bir noktanın aynı tarafında bulunan iki çizgi, sonsuzluğu kat ettikten sonra öbür tarafında birden yeniden kesişiyorsa ya da içbükey bir aynadaki görüntü sonsuza doğru uzaklarda küçüldükten sonra aniden tam karşımızda yeniden beliriyorsa, zarafet de bilgi (bilinç) de sonsuzluktan geçince geri döner. Öyle ki zarafet ya hiç bilinci olmayan ya da sonsuz bir bilince sahip olan insan anatomisinde, yani kuklada ya da tanrıda en saf haliyle ortaya çıkar.


“O halde masumiyet durumuna geri dönmek için bilgi ağacından tekrar yememiz mi gerekiyor” diye sordum şaşkınlıkla.


“Hiç şüphesiz” diye yanıtladı, ”ama bu, dünya tarihinin son bölümü.”


***



Ek


Metni İngilizceye çeviren Idris Parry “Marionette Theatre” (Hand to Mouth and other essays içinde, Carcanet New Press, 1981) başlıklı giriş yazısına şöyle başlar:

 

“Heinrich von Kleist “Kukla Tiyatrosu Üzerine” adlı denemesini 1810 yılında yazdı. Bu eserin dingin ifadesi, kontrolü sıkı sıkıya elinde tutan bir adama işaret eder. Bir yıl sonra Kleist kendini vurdu. Otuz dört yaşındaydı. Ölümünün yüzüncü yıldönümünde eleştirmenler onun zamanının yüz yıl ötesinde olduğu konusunda hemfikirdi… Düşünüyorum, öyleyse varım. Kleist’ın denemesinin teması bu ünlü cümlenin devamı olabilir: Düşünüyorum, öyleyse kendimin farkındayım ve eğer kendimin farkındaysam, ayrı bir varlık olduğumu, çevremden haberdar ve dolayısıyla ayrık olduğumu da bilmem gerekir; ancak gerçek bilgi eksiksiz, bağlantılı, bölünmez olmalıdır; bu nedenle özne-nesne, benlik-çevre ayrımı bilgiden uzaklaşmak, dolayısıyla belirsizlik ve şüphe anlamına gelir.

 

Kleist’ın makalesi, Yaratılış kitabının üçüncü bölümüne, İnsanın Düşüşü hikâyesine, insanın yalnızlığını (isolation) teşkil eden ve sürdüren öz-bilincin keşfine yapılan bir atıf etrafında dönmektedir. Ancak “keşfetmek” tarihsel bir olayı ima eder. Kleist, (bir zamanlar İnsanın Düşüşü’nü herkesten daha iyi anladığını iddia eden) Kafka ile İnsanın Düşüşü’nü uzak geçmişteki tarihsel bir olay olarak düşünmemize neden olan şeyin yalnızca zaman kavrayşımız olduğu içgörüsünü paylaşır. Bu olay her daim gerçekleşmektedir. İncil'deki hikâye, insanın benlik ve dolayısıyla ayrılık konusundaki sürekli farkındalığının efsanevi bir temsilidir…

 

Kleist'a göre geri dönüş yoktur. İnsanlar artık düşünen hayvanlardır ve düşüncenin malzemesi/maddesi bilgidir. Ancak bilgi, parça parça olduğunda belirsizliğin kaynağı olsa da, tamamlandığında uyumun hayati özüdür. Bu yüzden Kleist tek umudumuzun tam bilgiye doğru ilerlemek olduğunu ileri sürer.”



Çeviren: Murat Erşen


 

[1] Ketebe, 2024, çev. Barış Tut, s. 21.

[2] Apollo ve Daphne, İtalyan Barok heykeltıraş, mimar ve ressam Gian Lorenzo Bernini tarafından 1622 yılında, sanatçının hamisi Kardinal Scipione Caffarelli-Borghese'nin villasını dekore etmek üzere verdiği çok sayıda siparişten biri için yaratılmış ve Barok dönemin sanatsal harikalarından biri olarak kabul edilen mermer bir heykel grubudur. Heykel, Ovidius’un Metamorphoses adlı eserinde anlatılan Apollo ve Daphne hikâyesinin doruk noktasını temsil eder; bu hikâyede su perisi Daphne, kendini bir defne ağacına dönüştürerek Apollo’nun yakınlaşmalarından kaçar. “İkinci Michelangelo” lakabıyla anılan Bernini’nin tipik olarak Barok tarzda çok miktarda ürettiği eserleri, hareket arayışı, formların bükülmesi ve illüzyona varan muhteşem izlenimler yaratmalarıyla öne çıkmıştır.

Comentarios


Üst
bottom of page