Gökhan Yavuz Demir
Dil ve belirsizlik, kelimeler ve anlam, devrim ve gelenek, yaratım ve yıkım, yazar ve okur, metin ve okuma, sorular ve cevaplar, nicelik ve nitelik, şiir ve roman, düşünce ve estetik hakkında birçok kışkırtıcı fikri barındıran bu denemeler yelpazesinde Paz, düşüncenin ritmine ayak uydurarak kıvrak bir dansçı gibi en zor figürleri birbiri ardına sergilemekten hiç yorulmuyor.
11/24 | Kitap
“Latin Amerikalı şairlerin her eseri Batı geleneğinin bir uzantısı ve ihlâlidir.”
Octavio Paz
İnsan dildir. Dil, insanın ancak onun içinde ve onunla insan olabildiği biricik yuvasıdır. Dili olmayan bir toplum kuşkusuz ki tahayyül edilemez. Tahayyül edilebilseydi bile böyle bir toplum ancak herkesin aynı şeyleri söylediği yahut aynı şeyleri söylemediği şiirsiz bir toplum olabilirdi. Romantiklerin dediği gibi şiir herkesin sesidir. Oysa şairin sesi herkesin sesi olmaktan çıkıp, hiç kimsenin sesi olduğunda bizi barbarlıktan kim kurtarabilir! Belki de bu sebeple modern zamanlarda hor görülen şiirin müdafaasına soyunmak, özgürlüğü müdafaa etmekle aynı anlama gelir. “Ötekinin sesi”ni duymak bütün insanlığı duymaktır. İlham veya bilinçdışı yahut vahiy veyahut da kaderin sesi olduğu fark etmeksizin bu öteki ses, daima dilin hizmetkârı olan şairin sesidir. Ve biz şairin sesiyle konuşan dile kulak vererek insanlığımızı hatırlarız.
I
Bir itirafla başlamak daha iyi olabilir. Uzun seneler var ki şiir okumuyorum. Çünkü yan yana yazılmak yerine neden alt alta yazıldığını bir türlü anlayamadığım devrik cümleler yığınıyla dile getirilen aşk acıları, yalnızlık, özlem ve kavuşamamak üzerine edilen onca lafın şiir olduğuna maalesef çağdaşlarım gibi hemen ikna olamadım. Fakat Alman ve İngiliz romantiklerini, Fransız sembolistlerini veya Latin Amerikalı şairleri tercümelerinden dahi olsa okumaktan hiç vazgeçmedim. Şiirin bu hakiki mânâsında en üst düzey felsefe yapmak olduğuna ve insan ruhunu ne olduğu hakkında hiçbir fikrimizin olmadığı hakikatin kıyısına atıp bıraktığına inanıyorum.
Bu fikre ise şiirden çok şiir hakkında düşünen ve yazan şairleri okuyarak vardım. Bu şairlerin başındaysa, çok az şiirini okuduğum fakat neredeyse şiir ve sanat hakkında yazdığı her metnini hatmettiğim Octavio Paz gelir. Bilhassa da onun birbirinden bağımsız olarak yazdığı ama art arda okunduğunda enfes bir üçleme olan Yay ve Lir (1956), - nedense ilk okuduğumdan beri mahiyeti icabı Türkçe başlığının “Balçıktan Doğanlar” olması gerektiğine inandığım - Çamurdan Doğanlar (1974) ve Öteki Ses (1990).
Bunca yıllık profesyonel bir okur olarak çok az kitapta modern edebiyat ve sanatın; dil, felsefe, devrim, gelenek, modernite, teknoloji, mit, bilim, aşk, erotizm ve kültürle bu kadar derin ve kuşatıcı ilişkilendirildiğine şahit oldum. Paz okumak beni her daim sarstı, tazeledi, heyecanlandırdı ve düşüncenin ve estetiğin hiç bilmediğim diyarlarına götürdü.
II
31 Mart 1914’te doğan ve İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Amerika kıtasında yetişmiş büyük edebiyatçıların başında gelen Meksikalı şair, yazar ve diplomat Octavio Paz, İspanyol bir anne ile Emilio Zapata’yı destekleyen Meksikalı yerli bir avukatın oğluydu. Ailesi İç Savaş medeniyle malî sıkıntıya düştüğü için çocukluğu zor koşullarda geçti.
Edebiyatla çok erken yaşta tanışan Paz, 1935’te yarım bırakacağı hukuk eğitimi sırasında, henüz on dokuz yaşındayken ilk şiir kitabı Gümüş Ay’ı yayınladı. 1937’de İspanya’ya giderek Cumhuriyetçilerin yanında yer aldı. Bir sene kadar kaldığı İspanya’da cephedeydi ama gerçek anlamda hiç savaşmadı. Kendi ifadesiyle İspanya ona “kardeşlik” kelimesinin anlamını öğretti. Meselâ bir bombardıman sırasında onun Meksikalı olduğunu öğrenen köylüler kendisine şarap, ekmek, peynir ve kavundan mürekkep bir sofra kurmuşlardı. İspanyol Cumhuriyetçiler, onu Meksika’ya dönerek oradan propaganda yapmaya ikna ettiler. Ülkesine dönmeden evvel İspanya’dan Paris’e geçen Paz, orada kendisini derinden etkileyen sürrealistlerle tanıştı: “İspanya’da yaşadıklarım devrimci coşkumu pekiştirmiş ama bir yandan da bende devrimci teorilere karşı bir güvensizlik uyandırmıştı. Bu da beni sürrealistlerin politik tutumuna biraz daha yaklaştırdı.”
İspanya’daki tecrübelerine yer verdiği Aydınlık Gölgen Altında ve Öteki Şiirler’i 1937’de yayınladı. Artık gelecek vadeden bir şair olarak görülüyordu. 1938’de Meksika’ya dönmesiyle politik olarak en aktif olduğu dönem başladı. Bir Meksika işçi sendikasının günlük gazetesi olan El Popular’ın yayın kuruluna girdi ve uluslararası politikayı yorumlayan günlük makaleler kaleme aldı. Savaş yıllarında “sosyalist realizm” tartışmalarına angaje olsa da edebiyatla bağını hiç koparmayan Paz, bu dönemde pek çok edebiyat dergisi çıkardı fakat komünistlerle köprüleri attı, meselâ hayran olduğu şair Pablo Neruda’yla ciddi sıkıntılar yaşadı ve Stalinizmin insan aklını dumura uğratmasına şaşkınlıkla şahitlik etti.
1944’te Guggenheim bursuyla Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti ve orada iki seneye yakın Anglo-Amerikan şiiri üzerine çalışma fırsatı buldu. 1945’te, tam da New York’ta epeyce para sıkıntısı çektiği bir dönemde, Dışişleri bakanlığındaki iki dostu sayesinde, Asturias ve Neruda gibi Latin Amerikalı yazarlara özgü bir geleneği izleyerek diplomasi kariyerine başladı ve kısa bir süre sonra Paris’e tayin oldu. Paris’teki görevi, daha sonra Marxizmin veya yanılsamanın diyalektiği diyerek kendisiyle dalga geçeceği üzere Avrupa proletarya devrimine şahitlik edeceği umuduyla kabul etti. Bu yanılgısının teselli ikramiyesiyse dönemin bütün büyük yazar ve şairleriyle tanışıp dostluklar kurması oldu. Edebî mânâda bu baş döndürücü dönemin en muhteşem ürünü şüphesiz 1950 tarihli Yalnızlık Dolambacı’ydı. Paz bu kitabıyla, Kahlo’nun resimlerinde veya Rulfo’nun Pedro Paromo’da yaptığı gibi Meksikalı olmanın ne anlama geldiği ve Meksikalı kimliğinin ne olduğu üzerine bir refleksiyona girişir: “Meksika tarihi, yitirdiği ana-babasını, soyunu sopunu, yani kimliğini arayan ‘insan’ın hikâyesidir.”
1952’de Japonya ve Hindistan’a seyahatler yaptı. 1959’da yeniden Paris’teydi. 1962’de Meksika’nın Hindistan büyükelçiliğine getirildi. Doğu mistisizminden hayli etkilendiği bu dönem, Meksika hükümetinin 1968’de México’da bir öğrenci gösterisini bastırmak için şiddet önlemlerine başvurup bir katliama yol açtığında, daha sonra Öteki Meksika: Piramidin Eleştirisi’nde (1970) anlatacağı üzere, bir şairin ideolojik ve politik esaretten bağımsız olması gerektiği inancıyla büyükelçilik görevinden istifa etmesiyle sonlandı: “Entelektüellerle hükümetlerin işbirliği, izlenmemesi gereken bir örnektir. Çünkü yazarların görevi iyi bir yönetime katkıda bulunmak değil, onu eleştirmektir.”
Sonraki yıllarında özgür bir seyyah olarak İngiltere, Fransa, ABD ve Meksika arasında mekik dokuyan Paz, yetmişlerin büyük bir kısmında Harvard’da dersler verdi. Bu dönemde sol siyaseti bolca eleştirmesine ve solcular tarafından da aynı şekilde eleştirilmesine rağmen, kendisini sosyalist olarak adlandırmaktan hiç vazgeçmedi.
Dilin usta bir hizmetkârı olarak 1990 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Düşünceye şiiri, şiire de düşünceyi incelikle yediren Paz; 1998’de aramızdan ayrılmış olsa da Meksika edebiyatının insanlığa en göz alıcı hediyesi olarak çok sesli metaforları, berrak akıl yürütmesi ve her zaman derinlere nüfuz eden tefekkürüyle kanaviçe gibi işlediği metinleri sayesinde kendimizi ve modern hayatı anlamamızda bize hâlâ rehberlik etmeyi sürdürüyor.
III
İnsanın dünyası bir anlam(lar) dünyasıdır. Bu dünyada belirsizliğe, çelişkiye, tutarsızlığa, deliliğe ve hatta aptallığa katlanılabilir fakat anlamsızlığa asla katlanılamaz. Şiir, bu anlam dünyasının dille yaratıldığının ve yine ancak dille değiştirilebileceğinin ispatıdır. Şiir bilgidir, güçtür, eylemdir, müjdedir ve mahiyeti gereği bizâtihi devrimdir. Bu mânâda şiir bir edebiyat formunun içinde tüketilemeyecek kadar canlıdır. Şiir bir dil olmakla beraber daima dilin sınırlarını aşar. Dil, gündelik konuşmanın ve düz yazının kendisine yüklediği bütün ağırlıklardan şiirle özgürleşir.
Peki ama bu şiirin öznesi kimdir? Bir şiirin gerçek yazarı, şair de okur da değildir; dildir. Şair ve okur sadece dilin iki varoluş ânıdır. Sıradan insanlar konuşmak için dili kullanır ve kelimelerden faydalanırlar; oysa şair konuşan dile kulak verir ve kelimelere hizmet eder. Dil şairi yaratır ve şair ruhun en derininde kelimelerin doğdukları, öldükleri, sonra yeniden doğdukları bir âna kulak kesilerek birden kendisi yaratıcı olur. Şair kendi dilinin sınırlarını aşan bir dil hizmetkârıdır. Dil kendini aştığı anda şiir de bütün insanlığı aşar. Gerçekte her şiir kolektif ve anonimdir. Yaratılışında şairin arzusu ve çabası kadar, doğmuş ve doğmak üzere olan söz varlığıyla çağının dilinin dile gelerek kendi söylemek istediğini dayatması da işe dahildir. Sonrasındaysa, şair kabul etse de etmese de, yazdığı şiire, onu okurken yeniden yaratan ve nihai anlamını veren eserin yegâne emanetçisi okur sahneye çıkar: Şiir her zaman aynıdır — ve elbette her okumada da başkadır.
IV
Ritim ölçü değil, dünyanın nefes alıp vermesidir. Ritim hayattır. Ritim ölümlü olduğumuzu, bu dünyada geçici olduğumuzu, hayatın akışı içinde bir sona doğru sürüklendiğimiz gerçeğinin tebliğidir. Her canlının bir ritmi olduğu gibi her toplumun da bir ritmi vardır. Her ritim dünyaya ve hayata karşı kendine özgü bir tavır, anlam ve renk geliştirir. Ritim bazen aşk, bazen uyum, bazense savaştır.
Ritim anlamdır. Her dil kendi ritminde anlam üreten bir düşünme biçimidir. Farklı düşünme biçimleri farklı ritimlerdir. Düşünmek nefes alıp vermektir; çünkü düşünce, hayat ve ritim birbirlerinden farklı değil, aksine birbirleriyle sürekli ilişki içindedir.
Şiir ritimdir; çünkü ritim, dünyanın veya hayatın kendi akışı içinde bize söylediği şeydir ve şair, dünyanın ve hayatın bize söylediği bu şeyin anlamını bize tercüme eden mütercimdir.
V
Mademki şiir içinde yaşadığımız dünyayı, hayatı, toplumu, dili ve kendimizi anlamamız için bu kadar elzem, o vakit bize ötelerden seslenen bu büyük entelektüel şairin yazdıklarından, bilhassa da Yay ve Lir, Çamurdan Doğanlar ve Öteki Ses’ten öğrenecek çok şeyimiz olsa gerek. Dil ve belirsizlik, kelimeler ve anlam, devrim ve gelenek, yaratım ve yıkım, yazar ve okur, metin ve okuma, sorular ve cevaplar, nicelik ve nitelik, şiir ve roman, düşünce ve estetik hakkında birçok kışkırtıcı fikri barındıran bu denemeler yelpazesinde Paz, düşüncenin ritmine ayak uydurarak kıvrak bir dansçı gibi en zor figürleri birbiri ardına sergilemekten hiç yorulmuyor.
Bize bir taraftan modern olanın ne olduğunu anlatırken, diğer taraftan da Batı dışı modernliklerde yaşanılan bütün sıkıntılara rağmen neler yapılabileceğine dair umut da veriyor. Okuru kalmasa bile şiirin asla ölmeyeceğini müjdelerken, niceliğin niteliği asla boğamayacağını da vurguluyor. Sorular değiştiği için cevapların da değişmesi gerektiğini hatırlatıyor ve kendisini rahat bırakmayan sorulara cevap aramaktan da vazgeçmiyor.
Düşünmeyen şiir olamayacağını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda edebiyatın kanonik bir ilişkiler ağı olduğunu ve eleştirinin olamadığı bir edebiyatın kendi sesini bulamayacağının da altını defalarca çiziyor. Piyasanın çok satma dayatmalarına rağmen, edebiyatın ve düşüncenin daima nitelikli bir azınlık tarafından derinden ve görünmeden sonraki kuşaklara aktarıldığına dikkat çekiyor. Bütün bunları yaparken de pek çok filozofu, yazarı, şairi hızlıca fakat hak ettikleri ihtimamı göstermeyi ihmal etmeden gayet anlaşılır bir dille zikrediyor. Yeri geldiğinde edebiyat piyasası kadar akademiyi de yerin dibine sokmaktan hiç çekinmiyor. Kısacası hakiki bir yazarın malını satmaya çalışan bir tüccar, kalabalıkların alkışlarına aç bir magazin figürü ve halka yahut iktidarlara şirin görünmeyi amaçlayan bir memur olmadığını, aksine çağının bütün ahmaklıklarını kayda geçiren bir şahit olduğunun gayet bilincinde olan bir entelektüelin kaleme aldığı denemeler bunlar.
Octavio Paz şöhrete değil, ebedi yaşama susamış bir şair olduğu için bugün kanonun ölümsüzleri arasında yer alıyor.
VI
Modern çağ her şeyden evvel bir eleştiri çağıdır. Bu sebeple de modern edebiyatın kurucu unsurlarının başında eleştiri yer alır. Eleştirisi olmayan bir edebiyat pek çok şey olabilir ama asla modern değildir. Eleştiri modern çağın doğuşundan beri uygarlığımızın zihin motoru oldu. Modern edebiyat, eleştiri sayesinde kendisi ile geçmiş zamanların edebiyatları arasındaki sınırı çizebildi.
Batı edebiyatına biricikliğini armağan eden şey eleştiriyle birlikte daima bir ilişkiler ağına sahip olmasıdır. Batı edebiyatında yazarlar, eserler, formlar, akımlar bazen didişerek bazense harmanlanarak fakat daima iç içe yaşar ve etkileşim hâlindedir. Batı edebiyatı içindeki bütün büyük edebî akımlar ve yazarlar hep uluslar ötesiydi ve her zaman birbirinden haberdardı. Bu sebeple modern Batı edebiyatındaki bütün büyük eserler başka eserlerin sonucu ve başka eserlerin de çıkış noktasıydı. Yinelemeler, meydan okumalar, evetlemeler, reddetmeler, kavgalar ve hayranlıklar içinde durmadan kendi içinde ayrışarak ve buluşarak bir bütün teşkil etti.
Bu ilişkiler ağı sadece uluslar ötesi değil aynı zamanda disiplinler arasıydı da. Batı edebiyatı, Batı felsefesi, bilimi, resmi ve müziğiyle bağlarını da hep sıcak tutmayı becerdi. Kant olmaksızın Coleridge de olmayabilirdi yahut Berkeley olmadan Borges. Felsefi eleştiri ile edebî eleştiri sürekli bir iletişim hâlini muhafaza etti.
Paz bütün bunları Latin Amerika edebiyatının modern olamamasının nedenleri olarak sayıyor olsa da bizler onun Latin Amerika dediği her yeri Türkiye olarak da okuyabiliriz. Meselâ Paz, “İspanya’da Gasset, Arjantin’de Borges gibi şahsî birtakım çıkışlar olsa da bizler zihin olarak hep ikinci elden yaşadık,” dediğinde, bizim de Türkiye’de şapkayı önümüze koyup düşünmemiz gerekmez mi!
Eleştiri ister edebî, isterse felsefi, ahlâkî yahut politik olsun, neticede bir toplumun sağlıklı yaşamasını güvence altına alan bir uygulamadır. Bizi zorbanın buyruklarından, sefaletin çığlıklarından ve ötekinin susturulmasından koruyabilecek yegâne silahtır.
Eleştiri, aklın dilidir ve her dil gibi bir muhataba ve dinleyiciye ihtiyacı vardır. Eleştirinin kendi başına bir edebiyat veya politik özgürlük üretemeyeceği aşikârdır. Fakat şu da meydandadır ki ancak ve ancak eleştiri bize edebiyatın ve politikanın çoksesli ve özgür ortamının kapısını açabilir. Eleştirinin olmadığı yerde başka türlü nefes almanın imkânı yoktur.
İşte hayatın ritmine kulak veren hakiki bir dil işçisi olarak şairin ve yazarın asli vazifesi de budur.
VII
İtirafla başlamıştım, bir hatırayla da bitireyim o zaman. Takip eden dostlar bileceklerdir, 2017’de KHK marifetiyle üniversiteden ihraç edildiğimizde Kasım Akbaş ve Ertuğrul Uzun - ve elbette olmazsa olmazımız Filiz Mungan - ile bir edebiyat dergisi çıkarmıştık. Dergi hakkında planlar yaparken, derginin adı konusunda müşterek bir karara varmıştık. Dergimizin adı Paz olacaktı. Böylece hem ilk okuduğum günden beri etkilendiğim ve hep olmayı arzuladığım kalibrede bir entelektüel olan Octavio Paz’a hınzırca göz kırpıyorduk, hem de üç “Barış İmzacısı”na yaraşır şekilde Paz İspanyolcada “barış” anlamına geliyordu.
Elbette bu işe soyunurken, hayatı boyunca pek çok defa edebiyat dergisi çıkaran Paz’ın tecrübelerinden bîhaberdik. Fakat kendi tecrübemiz muhtemelen onun tecrübesinden çok farklı olmadı. Çok satan şey edebiyat eseri değil, ticari bir maldır, diyen Paz haklı çıktı ve bizim dergi üç sayı sonra okurlarına veda edince biz de malını satamayan tüccarlar olarak edebiyat tarihindeki yerimizi ve boyumuzun ölçüsünü aldık.
Aradan geçen yedi seneden sonra bu satırları yazarken kendime gülüyorum. Unutmayalım ki insanın geçmişteki hatalarına ve başarısızlıklarına ağlamaktansa, kendisine gülmesi yeğdir. Eminim bilse Paz da gülerdi…
[*] Öteki Ses, Octavio Paz, çev. Süha Sertabiboğlu, Ketebe Yay. 2024.
Kommentare