Bilimsel bilginin, niteliğinden soyutlanarak niceliğe indirgendiği ve bunun bir üretim fetişizmi olarak çalışanlara önce dayatıldığı sonra benimsetildiği bir işletmede “publish or perish” ilkesi hayatta kalmanın anahtarı haline gelir.
01/23 | Makale
Akademik alan, şüphesiz, üniversitelerden ibaret değil. Üzerinde akademik bir ilişkinin kurumsallaşabileceği nitelikte bilimsel bilgi üretmek için gösterişli nizamiye kapılarından girilen kampüslere, otomatik kapılı binalara ya da konforlu ofislere ihtiyaç yok elbette... Bu yazı, üniversitenin ötesinde yahut berisinde bir akademik alanın da var olduğunu hatırlatmak için, bu alanda üniversitelerin zihnimizde yarattığı tutulmanın çoktan bittiğini tartışmak üzere, akademik üretimlerdeki sahtekârlık olgusunu tartışacak.
Başlamadan evvel belirtmek gerekir ki, bu yazıda konu edilecek sahtekârlar özellikle kişisel bir girişim ve ahlâksızlık içinde değiller; son derece organize bir suç ilişkisi ağındaki nihai tüketiciler oldukları için, en kolay onlar görülmekte. “Hırsızın hiç mi suçu yok?” denebilir... Fakat ben bunun, hırsızın angaje olduğu ilişki dahilinde tartışılması gerektiğini düşünenlerdenim... Çünkü buradaki hırsızlığı kişiler ölçeğinde hemen “ahlâksızlık” düzlemine çekip yargılamak oldukça kolay ama bu bir sonuç, ve sonucu üreten ilişkilerin nasıl kurumsallaştığını da tartıştırmıyor. Bunu tartışabilmek için gereksinim duyulan şey, sahtekârlık yollarını açan vasatın ne olduğunu ve sahtekârlık yapılarak üretilenlerin kabul edilebileceği ölçütlerin nasıl belirlendiğini keşfetmek.
Sahtekârlık
Söz konusu akademik sahtekârlıkla ilgili, Türkiye’de bazen gündeme yansıdığı kadarıyla ve gündeme taşınmamış ama üniversitenin dehlizlerinde dolaşıp duran haberler açısından oldukça bol miktarda malzeme olduğu aşikâr. Bu satırların yazarının da dolaylı olarak tanık ve seyircisi olduğu bir anekdot aktaralım: Orta halli bir kamu üniversitesinde, bir bölüm başkanının tezindeki intihallerin blok blok ve parçalar halinde başka metinlerden aşırılmış olduğu, gizli bir e-posta hesabı aracılığıyla okuldaki tüm akademisyenlere ifşa ediliyor. “Olağan şüpheli” eski rektör / yeni bölüm başkanı olan kişi, iddialar karşısında bir şey olmamışçasına okulda dolaşmaya devam ediyor. İfşaat sahibinin ise yerini kaptıran eski bölüm başkanı olduğu yönünde tahminler var... Sahtekârlığın çapı tatmin edici bulunmadıysa, daha nitelikli üniversiteler oldukları gerçeği “su götürmez” olan okulların da adının geçtiği skandallar hatırlanabilir. Öyle ki intihal ifşaatı ile nice YÖK Başkanı, Merkez Bankası Başkanı, Kayyım Rektör ve Bakan tahttan indirilmiş, gül benizleri soldurulmuş yahut bu ifşaat kategorisi onların geri dönülmez yollara gönderilmesine yaramıştır... Fakat bunların hiçbiri intihali ortadan kaldıran düzenlemeleri geliştirmemiş, aksine intihal olası ayak kaydırmanın siyasi aparatı olarak kurumsallaştırılmıştır. Böyle bakıldığında her şeyi yozlaştıran şeyin birtakım siyasi ajandalardan kaynaklandığı ve bunların bir yerde tıkanıp ortaya saçıldığı düşünülebilir. Öyle olsa, bugünlerde siyasal alanda kitlelere sunulan, pek popüler bir çözüm ve rahatlatma vaadi gibi görünen liyakat ile bu mesele de çözüme kavuşturulabilirdi. Bu yüzden, yalnızca kişilerin başvurduğu bir yolsuzluk pratiği olmadığını kavramak ve intihalin öyle pek de merdiven altında vuku bulmadığını göstermek gerekir. Kişilerin intihal eser üretirken satın aldığı hizmet ve bu hizmetin endüstrileşme sürecine işaret etmek, meselenin liyakatle ne oranda çözülüp çözülemeyeceği hakkında fikir verecektir.
Üniversitelere Bologna Sosu
Sahte yayınların üretimi, 2000’lerden sonra kamu kurumlarında ve dolayısıyla kamu üniversitelerinde daha da belirginleşen dönüşümle iç içe düşünülmeli... Kurumların verimsizliği gerekçe gösterilerek kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, kamu kurumlarının piyasa ilkelerine göre yönetilmesi ve kamu kaynaklarının özel sektöre aktarılması sürecinde üniversiteler de dönüştü, dönüşüyor. Eğitimin sosyal bir hak olmaktan çıkartılıp, paralı bir hizmet olarak sunulması evresinde üniversiteler, içleri boşaltılmış ve ticarethaneden ibaret kurumlar haline getirildi. Tabii ki bu “reformlar” salt yukarıdan aşağı bir dayatma ile gerçekleşmedi; söz konusu “reformlar” bazı mekanizmaların kurumlara adapte edilmesiyle öznellik kalıplarını oluşturup pekiştirerek aşağıdan gelecek hareketi kışkırtan ve yöneten bir siyaseti de içerdi, içeriyor. Bunu yapabilmek bir çeşit standartlaşmayı, yani, vasatın yaratılmasını gerektirir. İşte bu yüzden sahte yayın üretiminin üniversiteyle kurduğu ilişki de Bologna Süreci adı verilen vasatın uygulanmasında sorunsallaştırılmalıdır.
Bologna Süreci, işletmeci yönetim anlayışının üniversitelerde uygulanma operasyonudur. Akademik eğitimin ve bilginin piyasaya göre tasarlanması, üretilmesi ve metalaştırılması, beraberinde vasatın ölçütlerinin somutlaşmasını da getirmiştir. “Paydaş” kavrayışı ile öğrenciler işletmenin müşterisine dönüşmüş, akademisyenler işletmenin hizmetlisi pozisyonuna itilmiş, özel girişimciler ile üniversite arasında yatırım ilişkisi kurulmuş ve üniversitedeki tüm üretim “kalite” kriterlerine göre ölçülmeye başlanmıştır. Üniversitenin bilgi üreten fonksiyonu kapitalist girişimciliğin tornasından geçirilirken bilimsel bilgi üretimi üzerinde de vasatın hegemonik ölçütleri işlemiştir. Nedir bu ölçütler? Mesela, öğrenciler açısından ölçme, değerlendirme ve notlandırmada Avrupa Kredi Transfer Sistemi (AKTS) uygulaması, akademik başarının tanımını ve ölçüsünü tek bir kalıba sokuyor. Akademisyenler için ise uluslararası atıf indekslerince taranan dergilerde makale yayınlamak, belli bir süre içerisinde sadece bu niteliğe uygun dergilerde yayın yapmak ve atıf almak yerine getirilmesi gereken bir ödev olarak dayatılıyor. Bu kriterler sosyal ve beşeri bilimlerden gelen araştırmacılar için adaletsiz bir durum yaratmaktadır; çünkü bu alanlara uygun seçilmiş dergi sayısı halihazırda zaten azdır ve bu alanlardaki bilgi üretim süreci tıp, mühendislik, fizik gibi alanlardan tamamen farklıdır. Ergur (2016), Bologna Süreci ile, akademik üretimde disiplinlerarası farkları hiçe sayarak uygulanan bu kriterin uygulamalı bilimlerden transfer edilip tüm akademik üretimin ölçütü haline getirilmesini “Her Yemeğe Sos Bolonez!” başlıklı makalesinde irdelemiştir. [1] Bilimsel bilginin, niteliğinden soyutlanarak niceliğe indirgendiği ve bunun bir üretim fetişizmi olarak çalışanlara önce dayatıldığı sonra benimsetildiği bir işletmede “publish or perish” ilkesi hayatta kalmanın anahtarı haline gelir. [2] Böylelikle üretim süreci, tekniğe hapsolmuş, formüllerle ifade edilen duygusuz ve stratejik bir sonuç elde etmeye odaklanmaktadır. Sahte dergi, konferans ve tezlerin üretimi böyle bir ortamda mübadele değerine sahiptir ve tedavüldedir. Odman’ın kavramsallaştırmasıyla ifade etmek gerekirse, “intihal endüstrisi” bu koşullarda kurulmaktadır. [3]
Kalpazanlık
Tez ya da makalenin bir başkasına yazdırılmasında orijinalin taklit edilmesi söz konusu değildir; çünkü, orijinal olan kişinin fikrî varlığına bağlıdır. En baştan böyle bir orijinalliğin bulunmaması, taklit edilen bir şey olmadığının da sağlamasıdır. Buradaki mesele, adayın, söz konusu akademik dereceyi elde etmek üzere yayın yapma sorumluluğunu gizlice bir başkasına yaptırmasıdır. İşte bu noktada, “sahtekâr” ile “kalpazan” arasındaki ilişkinin toplumsal katmanlarından söz edilebilir.
Kalpazanlık, para basımında orijinali taklit etme başarısı ile ölçülmez. İyi taklit sadece orijinalin yerine geçebilecek aldanmayı sağlamakla ilgilidir. Sahte olanın orijinale ne kadar benzediği ya da taklidin hangi oranda gerçekleştiği, paranın sahte olduğu gerçeğini değiştirmez. Buradaki mesele para basma yetkisi bulunmayan birilerinin bu eylemi gerçekleştirmiş olması ve sahteyi dolaşıma sokacak ilişki ağını kurabilmesidir. Kalpazanlık o paranın yerine geçebilecek para basma gücünü kendinde görme ve bunu organize etme işidir ki bu da para basma tekelini elinde tutanların gözünde suçtur. Tez yazımıyla ilgilenen hizmet üreticileri de böyle bir konumda durmaktadır, ancak bir farkla: bu hizmet legal biçimde verilebilmektedir. Bu gerçek, internet tarayıcısında kısa bir soruşturmayla açıkça görülebilir. Örneğin önlisans, lisans, yüksek lisans ve doktora tezlerinin yazımı için, bir hizmet piyasası oluştuğu görülmektedir:
Bu hizmetin üniversite camiasından görmüş olduğu talebi ve artık hizmet sektöründeki kurumsallaşmasını, yukarıda sunulan tarifeden de anlamak mümkündür. Öyle ki sitede sadece akademik derecelere göre değil, disiplinlere ve yayın diline göre de sayfa başına fiyat politikası sunulmuş:
Buna karşın, elbette bir merkez bankası düzeyinde olmasa da, akademik eser üretiminin takip edildiği bir denetim mekanizması yok değil... Üniversite bürokrasisinde akademik bilgiyi tescilleyen hiyerarşik bir yapı mevcut. Başta YÖK olmak üzere danışmanlar, tez jürileri, enstitüler ve dergilerde yayın kurulları, bilim kurulları mevcuttur... Hatta tezini bu tür bir kalpazanlık aracılığıyla hazırlatanlar ve onlarla işbirliği yapanlar hakkında YÖK tarafından ceza kanunundaki ilgili maddelere dayanarak bir hukuki süreç de başlatılmış. [4] Hukuki sürecin akıbetini ve yaptırımın uygulanıp uygulanmadığı konusunu bir yana bırakıp, gözüm söz konusu firmanın sitesindeki bir uyarıya takılıyor:
Tez yazma hizmeti veren bir şirketin sitesinde bulunan bu uyarı, durumun vahametini aslında fazla söze gerek kalmayacak biçimde özetlemektedir... Tamamıyla bir başkasına ait olan metin için intihal taraması yapmak abes olacağından, geldiğimiz noktada, verilen bu nasihati ciddiye almak mümkün değil... Buna karşın böylesi bir ikazda bulunma rahatlığı da yapılan işin sistem içinde ne kadar normalleştiğini ve kurumsallaştığını gösteriyor. Öte yandan, sözü edilen intihal oranının nasıl tespit edildiği de ayrı bir garabet... Bu oranı tespit ettiği düşünülen birtakım programlar var ve üniversiteler bunları satın alıyor fakat sorun olan şey bu programların intihali değil, metinlerdeki benzerlik oranını tespit etmesi! Elbette intihal, metinlerin karşılaştırılarak aralarındaki benzerliklerin tespit edilmesinden daha öte bir şeydir. Kaldı ki yine dolaylı olarak tanık olduğum bir olayda, bir arkadaşıma gelen e-postadan öğreniyorum ki, tam da bu benzerlik oranını düşürmek için verilen bir hizmet bile varmış:
Sahtekârlar ve kalpazanlar arasında kurulan ticari ilişkinin günbegün serpilerek geliştiğini ve enformel bir piyasa haline geldiğini ifade etmek gerek. Akademik alanda aday öğrenciler ile şirketler arasında kurulan ilişkide doğrudan ya da dolaylı biçimde üniversite personelinin de olduğu bilinmekte, hatta bu kişilerden bazıları bu ağın “güvenilirliğine” dayanarak yaptıkları işin niteliğine dair güvence vermekte, dahası “jüriden geçme garantisi” bile taahhüt etmektedir. Bu hizmetler sadece öğrencilere değil, üniversitede çalışmakta olan akademisyenlere de yöneliktir; hatta andığım e-posta örneğinden de fark edilebileceği gibi, daha çok onlara. Konu artık bilgi üretme değil, tamamen bilgi üretiyormuş gibi görünmeyi sağlayan birtakım göstergelerin arzını sunma haline gelmiş durumda.
Suç Ortaklığının Berisinde Başka Bir Akademik Üretim Arayışı
Kalpazanların bir çeşit fason üretim ilişkisine yerleştiği söylenebilir. Firmalar siparişleri alıp belli kalıplara göre tezleri hazırlıyor, üretilen tezin üzerine de üreticisini değil sipariş verenin ismini yazıyor. Bu durum bir yandan, sahte üretim işini yapan ve entelektüel donanıma sahip nitelikli işgücünün varlığını da göstermektedir. Bu işi yapabilenler, işin kendisi ne kadar rağbet görürse görsün hukuki açıdan hiçbir zaman legal statüde tanımlanamayacağı için güvencesiz koşullarda ve üniversitenin dışındayken, yayın siparişi verenler neden üniversitededir? Görüldüğü gibi sorun yalnızca “kötü niyetli” ya da “liyakatsız” kişilerin başvurduğu yolsuzlukta değil, üniversite ve kariyer imkânları etrafında kurulan ilişki ağının oluşumunda aranmalıdır. Üniversitelerin tarih boyunca sahip olduğu ideolojik fonksiyon tam da böyle ilişkilerin kurulması ve yeniden üretilmesi yönünden kavranmalıdır. Vasatın ölçütlerinin benimsetilmesi sadece yukarıdan aşağı mekanik bir dayatma değildir; vasata uygun öznelliğin kurumlarla bütünleşik biçimde okunması gerekir. Böyle kurumları ayakta tutan ve yeniden üreten, bulunduğu ortamda rekabete girmekten çekinmeyen, kendini ölçülebilir kılan kalıplara sokmaya dünden razı olan ve kazanma hırsıyla teyakkuzda bekleyen bir öznedir.
Bu yazıda ifade edilmek istenen şey güç ilişkisinin yalnızca dayatmalarla kurulmadığı, kadro ya da proje ödeneği almak için hazırda bekleyen rekabetçi, hırslı bir akademik öznelliğin teşvik edilmesiyle de perçinlendiği bir ilişkinin kurumsallaşmasıdır. Atıf çeteleri, sahte dergilerde yayınlanan makaleler, puan almak için derlenen kitaplar, gidilmeyen konferansta sunulmuş gibi görünen bildiriler ve benzeri işler bu ilişkinin inkâr edilen gayrimeşru çocuklarıdır. Böyle bir ilişki bilimsel bilginin içini boşalttığı, kamu kaynaklarını amacına uygun kullanmadığı ve mevcudiyetini kamusal faydanın önüne koyduğu için suç değil midir? Bu belki de üniversitenin en başından beri konuşlandırıldığı yer olan, “bilimsel bilgi tekeli olma” rolü ile ilgilidir. Üniversite ya da akademik üretim alanının bu yeri sürekli reddeden bir yerde, tekrar ve bu sefer bilginin toplumsallaştırıldığı bir üretim ilişkisi bağlamında müşterek biçimde tesis edilmesi acil bir ihtiyaç. Bilginin üretimine müdahil olma kanalları açılmadıkça bu yayın enflasyonunda artık sahtesi bir yana, “orijinal” nitelikli yayınlara erişilmesi, merak edilip okunması bile gitgide zorlaşıyor. [5] Bilgiyi teyit etmek, gerçek olmayanı ayıklamak ve hakikate ulaşmak enformasyon bombardımanıyla daha da yorucu ve göz korkutucu hale geliyor.
Akademik üretimin yoksun kaldığı bu güven ilişkisi, gazetecilik faaliyetlerinde araştırmacı-gazetecilik, muhabirlik, alternatif medya yayıncılığı gibi pratiklerle çok daha açık ve katılımcı biçimde kurulabiliyor. Böyle bir deneyimin akademik alana taşınması, toplumsal sorunların saptanmasında ve çözümünde çok daha katılımcı süreçlerle bilgi üretmenin önünü açabilir. [6] Bilmeye, eğitime ve öğrenmeye dair zihnimize kazınmış tüm travmaları alt ederek yeniden özne olmak ve başka bir araştırmacı / akademisyen öznelliği geliştirmek de daha fazla katılımla sağlanabilir. Üniversiteler toplumsal adaletsizlikleri yeniden üreten kurumlardan biri haline geldi ise, o halde bildiğimiz, konforuna alıştığımız tüm ilişkilenme biçimlerini, görmezden gelen değil, reddedebilen bir ilişki kurmanın yollarını ararken, akademiyi yeniden kurmalıyız, kurmaktayız.
Comentarios