Önünüzde bir sayfayla oturuyorsunuz ama dünyanızın ritmine çoktan dalmış olmanın verdiği ivmeyle. Şansınız varsa oradan bir şeyler devşirebilirsiniz deftere. Karalamalar lütufkârdır.
04/23 | Minyatür
Bu bir performans. Bunu asla unutmayın. Öncesinde ne kadar çok düşünme ve araştırma olursa olsun, arkasından ne kadar çok editöryal süreç ve düzeltme gelirse gelsin, yazmak esasen bir performanstır. Kalemi kâğıtla buluşturmanız gereken bir an vardır, nihayetinde. Peşine düştüğünüz ritimleri bir yere yerleştirmeli, detay ve olayların, anlatım ve diyalogların nasıl doğru şekilde sıralanacağını bulmak zorundasınızdır. Bir kere yanlış yola saptınız mı, artık hiçbir numara durumu kurtaramaz.
O halde yazmak için metnin başına oturduğunuz günü planlarken sorununuz şudur: Kendimi nasıl “o ruh hali”ne sokabilirim; kısa bir süreliğine olsa bile en yüksek performansıma nasıl ulaşabilirim? Sporcunun elinde antrenman programı, zihnine nakşedilmiş bir müsabaka tarihi, elinden gelenin en iyisini yapması için onu harekete geçiren kalabalık bir stadyumun heyecanı vardır. Bir oyuncunun elinde senaryosu, provaları ve gerektiğinde ışıklı sahnenin parıltısı vardır. Yazarınsa hiçbir şeyi yoktur. 4H kurşun kalem ya da Moleskine defter kullanmak; günün belli bir saatinde aynı odanın aynı köşesinde olmak; şöyle bir çay içmek, bu marka bir sigara kullanmak gibi tüm o küçük çılgın ritüellerin sebebi işte budur. İlham perilerinin gönlünü kazanmaya, sıradanlıkla özgünlüğe aynı anda sahip olmaya yönelik bütün çaresiz girişimler bir şekilde aynı kavşakta buluşur.
1980’lerin başında mutlak bir boşluktan mustariptim. Eşim sabah sekizde işe gidiyor, akşam altı buçuk gibi dönüyordu. O sıralarda Londra’nın kuzeybatısındaki Willesden’de yaşıyorduk. Evi ısıtmanın maliyetli olduğu günlerdi. Yorgana sarılır, ayaklarımın altına sıcak su torbası koyup yazardım. Sonra da yazdığım o korkunç şeyleri yüksek sesle okur ve kâğıt kalemle tekrar tekrar yazardım. Bazen alışveriş yapmak ya da biraz yüzmek için ara verdiğimdeyse, bunu mutlaka eşim çalışırken dışarıda gezip tozmanın yarattığı bir suçluluk duygusu izlerdi. -Zaten asla bir şeyimi basmayacaklar. Yine de vazgeçmemem lazım. Kendime karşı acımasız olmaktan başka bir şeye ihtiyacım yok.- Aklımda kesinlikle bir dizi fikir dolanıyordu; kesinlikle peşinde olduğum bir şeyler vardı. Sonunda oluyordu işte, eşimin dönmesine yarım saat kala sihir aniden gerçekleşiyordu. Tam olarak planladığım gibi olmasa da, kalemimden bir şeyler dökülebiliyordu. Hayret! Hararetle çiziktirmeye başlıyordum sayfalara. O ruh haline girdiniz mi, yarım saatlik bir aralıkta olsa bile bu kadar çok şeyin yazılabilmesi, muhteşem…
Sonralarıysa tam tersi bir sorun baş gösterdi: Çok fazla müdahale, çok fazla olup biten. Dizi dizi [*] (ve sevilecek) çocuklar. Yazı istekleri. Çeviri talepleri. Telefon, faks ve nihayetinde -hepsinden yıkıcısı- e-posta ve internet. Yazma aracı bugün aynı zamanda en mükemmel dikkat dağıtma aracı da. Çalıyor, bip sesi çıkarıyor. Işıkları yanıp sönüyor. Müzik ve video oynatıyor. Jane Austen’ın kalabalık bir oturma odasında, tam da ailesinin ve arkadaşlarının gevezelikleri arasında çalıştığını biliyoruz; ancak dünkü maçlarda atılan en klas golleri, Los Angeles ve Melbourne’den gelen övgü ile hakaretleri gösterecek bir defteri yoktu: “Sayın Parks, Italian Ways’in ikinci edisyonunun kırk beşinci sayfasında yalan yanlış bir biçimde…”
İşte tüm bunlardan sonra her gün olmasa da, sık sık -yeterince sık!- üretken bir devamlılık yakalamak için bulduğum rutin ya da basit -çünkü rutinleri esnetebilen biriyim- çözüm: Elle yazmak. Ama… önce her gün dünden kalanları bilgisayara geçerek... Bunu yapmak bilgisayar tarafından üretilen küçük bir dikkat dağınıklığını kabullenmenizi gerektirse de, bir şeyleri yerli yerine oturtmanızı da sağlıyor. Kendinizi cezalandırdığınızı hissetmek zorunda değilsiniz. Münzevi ya da aziz değilsiniz. Yalnızca işini yapan birisiniz. Masanın karşısında kız arkadaşınız çevirisi üzerinde çalışıyor. Neşeli bir tıkırdama geliyor klavyesinden. Acı yok.
Bazen bu süreç sahip olduğunuz tüm zamanı alabilir. Bazı günler okula gidip ders anlatmak için ara vermeniz gerekebilir, bu yüzden tek bir yeni sözcük düşmez sayfaya. Ama bir umut, saat on bir gibi bitmiş olur bu iş... Şimdi bilgisayarınızı bırakın, kız arkadaşınızı unutun, kahvenizi alıp boş odadaki masaya geçin; not defteriniz bekliyor sizi, dolmakalem dünden hazır. Önünüzde bir sayfayla oturuyorsunuz ama dünyanızın ritmine çoktan dalmış olmanın verdiği ivmeyle. Şansınız varsa oradan bir şeyler devşirebilirsiniz deftere. Karalamalar lütufkârdır. Kalemin eğimi ve akışı, kim olduğunuzu ve içinde bulunduğunuz ruh halini anımsatır biteviye. Uzun yıllar boyunca hiçbir şeyi mekanik şekilde kâğıda geçirmemeyi, -derinlemesine düşünmeyi, kuluçkaya yatar misali beklemeyi, tefekkür kuyularında dolanmayı-; görünüşe bakılırsa performans denen şey kendiliğinden, tıpkı karnınızın derinliklerinden gelen beklenmedik bir nefes gibi başlayana kadar beklemeyi öğrendiniz.
Çeviren: Utku Özmakas
Kaynak: Tim Parks, ‘The athlete has a training schedule, the actor a script, the writer has nothing', The Guardian, 15.04.2017. [İlgili bağlantı]
* Parks, burada kullandığı ifadeyle aynı zamanda “mükemmel” sözcüğüne de gönderme yapıyor. -ç.n.
Comments