top of page

Shakespeare'den nefret etmeyi neden bıraktım?

James Baldwin


Shakespeare’in müstehcenliği benim için çok önemli bir hale gelmişti, çünkü müstehcenlik cazın unsurlarından biriydi; ve caz benim yalnızca Zenciler arasında deneyimlediğim ve daha sonra utanmam gerektiği öğretilen, Amerikalıların çoğunun kaybettiği; bedene dair muazzam, sevgi dolu ve gerçekçi bir saygıyı ve bedenin içerdiği o dile dökülemeyecek gücü ortaya çıkarmıştı.


12/23 | Çeviri

 


Tahminimce, İngilizce dilindeki her yazar bir noktada Shakespeare’den nefret etmiş, bu müthiş başarıya hastalıklı bir hasetle sırtını dönmüştür. En İngilizce karşıtı olduğum günlerde onu bir şovenist olarak ilan ettim (“bu İngiltere”, pek tabii!) ve siyah bir adamın İngilizce ile baş etmeye zorlanmasının —konuşabilmek için İngilizceye hücum etmesinin dayatılmasının— oldukça acı bir şekilde uygunsuz olduğunu hissettiğim için Shakespeare’i maruz kaldığım baskının yazarlarından ve mimarlarından biri olmakla suçladım.


Yine, bazı Yahudilerin Shylock’a acı ve hatalı bir şekilde hınç duyması gibi, Othello hakkında şüpheli (Desdemona’da ne gördü?), Caliban hakkında da memnuniyetsizdim. Shakespeare’in cevaplanamaz olduğu kadar çelişkili gerçeklikleri de olan kalabalık insan dehlizi, beni tarifsiz bir baskı altında bıraktı. Elbette, yalınlığıma yapılan saldırıya içerliyordum ve bir yandan da, birçok öğrencinin Shakespeare’den nefret etmesine sebep olan o sevgisiz eğitimin kurbanıydım. Ama ondan ben de korktum; ondan korktum, çünkü İngilizce onun elinde en kudretli araç haline gelmişti. Bir daha hiç kimse o şekilde yazmayacaktı. Hiç kimse onunla denk olamaz, onu geçemezdi.


Shylock (solda); Othello ve Desdemona (sağda)


İşte, gençtim ve meseleyi tamamen yanlış anladım; kelimelerin ve deyim yerindeyse söyleyişin ötesine, yani şairin ne söylediğine geçemedim. Julius Caesar’ın ölüm sahnesindeki o dizeleri sonunda anladığımda yaşadığım şoku hâlâ hatırlıyorum. Katiller ellerini Sezar’ın kanıyla yıkamaktadırlar. Cassius şöyle der:


Eğilin şimdi ve yıkanın. —Kaç çağ boyunca oynanacak bu yüce sahne,

doğmamış topraklarda ve henüz bilinmeyen lehçelerde!


Birden ilk kez duyduğumu hissettiğim şey çok katmanlıydı. Bu, hayatı bana daha önce hiç gerçek gelmeyen, yalnız, adanmış ve kandırılmış Cassius’un sesiydi —birden bu ânın onun için ne manaya geldiğini anlamış gibiydim. Ancak bu sesin altında, ve de ötesinde, çok daha katı, kişisel olmayan ve çağdaş bir nota da duydum: Tüm kanıyla ve zaruri çılgınlığıyla, o zaruri ve kör acısıyla, o “yüce sahne” aklımdan hiç çıkmayan bir bakış açısına sebep olmuştu. Gerçekten de, pervasız Devlet, onu devirmek için umutsuz bir sabit fikirliliğe ulaşmak zorunda olan kişiler tarafından devrilmişti. Ve (nedense?) ulvi bir şey olarak düşündüğümüz bu sabit fikirlilik, aynı zamanda ve çok daha kesin bir şekilde, bir insanın yozlaşıp küçük düşmesine —hepimizin, hatta belki de özellikle ihtiyaçları ve enerjileri Devletin devrilmesini kaçınılmaz, zaruri ve adil kılanların yozlaşıp küçük düşmesine— sebep olur.


Julius Caesar, William Shakespeare


Ve bana göre bu oyunla ilgili korkunç olan şey —Julius Caesar benim en sevdiğim oyun değil, bu her ne demekse, ama tabir-i caizse ilk keşfettiğim oyundur— kişisel hırsla, özbilinçle, kandırılmayla, idealist veya yozlaşmış olanla, bireyi de kitleyi yönlendirdiği kadar yönlendiren gözü kör, akılsız tutku arasındaki durmaksızın süren o gerilimdir. “Ben şair Cinna’yım, şair Cinna’yım ben... Ben komplocu Cinna değilim” —bu ağlama kulaklarımda çınlıyor. Ve kalabalığın cevabı: “Parçalayın onu kötü dizeleri için!” Yine de, Cinna’yla birlikte acı içinde feryat etmesine ve vatandaşlarının ellerinde ölüme o korkunç yükselişini hissetmelerine rağmen, kalabalıktan nefret etmek imkânsızdı. Ya da, imkânsızdan da beteri, nefret etmek işe yaramazdı; çünkü burada, tüm evrende bulunabilecek kötülüğün ve soyluluğun tek yuvası olan bizler, aynı anda hem bağırıyor hem de parçalara ayrılıyorduk. Ancak Shakespeare’in oyunu, kötüyü iyiden ayırma algısına sahip olduğumuzu veya iyiyle kötü arasında net bir ayrımın olabileceğini dahi öne sürmez: “Kötülük yapandan sonra da sürer hâlâ; kemikle gömülür çoğu zaman iyilikse...”


Bir kişi dünya hakkında bu kadar şüphelenmeye başladığında —bir kez dahi şüphelense bile bir daha hiçbir zaman masum olmayacaktır zira hiç kimse masum değildir— kişinin kendisiyle gerçeklik arasındaki koruyucu tüller düşmeye başlar. Bu yazıda izini süremeyecek olsak da, Shakespeare hakkındaki ilk gerçek kavrayışımın Fransa’da yaşarken ve Fransızca düşünüp konuşurken olması muhtemelen bir miktar önem taşıyor. Yabancı bir dile hâkim olma zorunluluğu beni kendi dilimle yeni bir ilişkiye zorladı. (Bu nedenle İncil’i tekrar okumaya başladığım yer de Fransa’ydı.)



İngilizce diliyle olan kavgam, dilin benim deneyimlerimin hiçbirini yansıtmamasından kaynaklanıyordu. Ama artık meseleyi bambaşka bir açıdan görmeye başladım. Eğer dil bana ait değilse, bu dilin hatası olabilir; fakat bu aynı zamanda benim hatam da olabilir. Belki de dil bana ait değildi çünkü onu kullanmaya hiç teşebbüs etmemiş, yalnızca taklit etmeyi öğrenmiştim. Demek ki, eğer ben dile ve kendime karşı böyle bir sınava meydan okuyacak kuvveti bulabilirsem, bu dil deneyimimin yükünü taşıyacak hale gelebilirdi.


Bu olasılığı desteklemek için iki güçlü tanığım vardı: Hüzün şarkılarını, blues’u ve caz’ı geliştiren ve son derece düşmanca bir ortamda tamamıyla yeni bir deyiş yaratan siyah atalarım; ve İngilizce dilindeki son müstehcen yazar olan Shakespeare. Görmeye başladığım şey —özellikle de, söylediğim gibi Fransızca yaşadığım ve konuştuğum için— bir dili şekillendiren şeyin deneyim olduğu; ve bir deneyimi kontrol eden şeyinse dil olduğuydu. Fransız dilinin yapısı bana Fransız deneyimine ve Fransızların beklentilerine dair bir şeyler öğretti —ki bu beklentiler kesinlikle Amerikan beklentilerinden farklıydı, zira Fransızlar her gün ve her saat Amerikalıların asla söylemeyeceği şeyler söylüyorlardı (Amerikalıların Fransızcada dahi bile söylemeyeceği şeyler). Benzer şekilde, büyüdüğüm dil kesinlikle Kral’ın İngilizcesi değildi. Muazzam bir deneyim bu dili şekillendirmişti; bir halkın hayatta kalmasının araçlarından biriydi (ve hâlâ da öyledir) ve bu hiçbir beyaz Amerikalının kolayca karşılayamayacağı beklentileri ortaya çıkarmıştı. Bu dilin otoritesi samimiyetinde, ironisinde, yoğunluğunda ve ritmindeydi: Bu beni üreten dilin otoritesiydi ve aynı zamanda, Shakespeare’in otoritesiydi.



Yine, çok sıkı bir şekilde caz dinliyordum ve bir gün bunu dile çevirmeyi umuyordum; Shakespeare’in müstehcenliği benim için çok önemli bir hale gelmişti, çünkü müstehcenlik cazın unsurlarından biriydi; ve caz benim yalnızca Zenciler arasında deneyimlediğim ve daha sonra utanmam gerektiği öğretilen, Amerikalıların çoğunun kaybettiği; bedene dair muazzam, sevgi dolu ve gerçekçi bir saygıyı ve bedenin içerdiği o dile dökülemeyecek gücü ortaya çıkarmıştı.


Öyleyse, Shakespeare’in diliyle olan ilişkim, geçmişimle ve kendimle olan ilişkimden farksız bir biçimde açığa çıktı. Bu ışığın ve açığa çıkmanın altında hem kendim hem de geçmişim yavaşça açılmaya başladı; belki de sabahları bir çiçeğin açtığı gibi, ancak daha ziyade körelmiş bir kasın çalışmaya veya donmuş parmakların çözülmeye başlaması gibi.



İngiliz dilindeki en büyük şair, şiirini şiirin bulunduğu yerde buldu: insanların hayatında. Bunu ancak aşk yoluyla yapabilirdi —herkese olan şeyin kendisine de olduğunu bilerek, ki bu anlamakla aynı şey değildir. Onun zamanının bizimkinden daha kolay olduğu söylenir, ama bundan şüpheliyim—eğer biri içinde yaşıyorsa hiçbir zaman kolay değildir. Öyle zannediyorum ki Shakespeare yalnızca zamanının sokaklarında yürüdü, bu sokakları gördü ve gördükleri hakkında yalan söylememeye çalıştı: Halka açık sokaklar ile her zaman çok gizemli ve kaçınılmaz bir biçimde birbirine bağlı halka kapalı sokaklarda, ancak o her zaman bu bağlantıya güveniyordu. Ve ben de dahil olmak üzere çoğumuz, duymak ve duymamak için kulakları, görmek ve görmemek için gözleri olan bir halkın parçası olmak adına Amerikalı bir yazarın kaderine acı bir şekilde hayıflanmış (ve bunu tekrar edecek) olsak da, Shakespeare’in de aynı şeyi yaptığından eminim. Yalnızca Shakespeare, bence bizim de yapmamız gerektiği gibi, şairi üreten insanların ona karşı sorumlu olmadığını gördü: Aksine, şair bu insanlara karşı sorumludur.



Ona bu yüzden şair denir. Ve onun aynı zamanda neşesi, kudreti ve bütün hayatı olan sorumluluğu, nefes aldığı müddetçe, insan bulmacası üzerinde ısrar ederek bütün çerçeveleri yıkmak ve bütün savaşları çetrefilleştirmek; insanın içinde yaşayan o yüce, isimlendirilemeyen, dönüştürücü güce tanıklık etmektir; ve işini öylesine arzulamalıdır ki, bu nefes bedenini terk ettiğinde, yıkıntılar arasında bir işaret veya tanık arayan insanlar —bütün insanlar!— onu bulabilmelidir.



Çeviren: Alâra Kuset



Kaynak: James Baldwin. in: The Cross of Redemption: Uncollected Writings, Randall Kenan, Vintage, 2011




Üst
bottom of page