Baudrillard'ın Tekil Nesneleri
- K. Michael Hays
- 2 saat önce
- 7 dakikada okunur
K. Michael Hays
Mimarlığın, sorunlarını felsefe dolayımıyla düşünmeye başlamasından ziyade eskiden felsefe adıyla anılan şey, sorunlarını mimarlık dolayımıyla düşünmeye başladı. Bu da kaçınılmaz olarak zamanımızın en önemli düşünürlerinden bazılarını (Roland Barthes, Michel Foucault, Jacques Derrida ve Fredric Jameson) mimarlık sorunları üzerine kafa yormaya yöneltti.
09/25 | Kitap

Tekil Nesneler: Mimarlık ve Felsefe kitabındaki Jean Baudrillard ve Jean Nouvel söyleşisinin ne mimarlığı ne de felsefeyi, geleneksel olanla uzaktan yakından ilintili bir biçimde ele alması beklenmemeli (alsaydı da, ikisi de bugün hâlâ “ilerici” diye bildiğimiz birkaç kültür figürü arasında olan disiplinlerden gelecek böyle bir ele alış biçimini, günü geçmişten ziyade gerici saymak gerekirdi). Gerçekten de tersini söylemek daha iyi. Mimarlığın ve felsefenin, çağımızın ilerici düşünürleri tarafından aynm yapılarak ele alınmış olması, bu söyleşide insanı çarpan ilk olağandışılık. Günümüzde disiplinlerin farklarını yitirmesi ve özgül kültürel malzeme ve pratikler arasındaki sınırların giderek silinmesi: her türlü ayrımı, farkı ve başkalığı, küreselleşmiş, nötralize edilmiş bir aynılığa dönüştürerek türdeşleştirmeyi vaat ediyor. Kendini ilerici sayan düşüncelerin büyük bir kısmı, bu durumu estetize etmek, etkilerini hızlandırmak ve düşünce için geriye kalan her türlü bireysellik ya da tekilliği, rastlantısallaştırılmış, yayılmış bir sabuklamanın bedeli olarak ödemekten memnun. Bu düzleşme seçilmiş bir düzleşme gibi görünüyor. Üstelik, bu düzleşme eğilimine karşı koyabilecek herhangi bir disipliner özgürlük ya da uzmanlık, her durumda, bizzat dünya sisteminin kitlesel devinimi altında ezilmeye ve başka her şeyle birlikte emilerek sayısız kültürel ve ekonomik sıvıya karışmaya mahkûm. Öyleyse bu söyleşide olağanüstü olan, bütün bunlara karşı, mimarlıkta ve felsefede bulunabilen tekil nesneler (küreselleşmiş sıvılar değil) arayışını ilan etmesi.

“Felakete doğru gitmiyoruz, zaten mutlak felaketin içindeyiz,” diyor bir noktada Nouvel. Ancak ne o ne de Baudrillard, gerçek ya da idealize edilmiş bir geçmişin yitirilmesine gözyaşı döküyor, ne de, bir an için bile olsa, geleceğin sinik işbirlikçi önalımına razı oluyor. Tekil Nesneler: Mimarlık ve Felsefe’nin ikinci sürprizi, ütopyacı düşüncenin hem bir program olarak, hem de bu özel söyleşide örneklenen bir uygulama olarak tazelenmesi, bu felaket şimdide olası bir gelecek vizyonu çıkarma girişiminin yeniden canlandırılması ki, yirmi yıldan fazladır yasaklanmış bir düşünme biçimi. Çağımızın teknokratik pozitivizmi ve deneyimsel nominalizminin (“Benim olan benimdir, sen onu hissedemezsin”) ütopya-karşıtı gerçek-zaman düşünüşüne karşı tekil nesne, önceleyici, tüketilemez ve paylaşılmış olmalıdır; kültürü (ya da kültürün dönüştüğü şeyi) yok etmeli, kalanları yeniden dağıtmalıdır. Ve dolayısıyla bu söyleşide mimarlık ve felsefe, bir dönem sorununun parçaları olarak (özgül tarihleri, geçişleri ve dönüşümleri olan, şimdi günümüzde tarihin istikrarsızlaştıncı etkilerine maruz kalmış birer disiplin ve pratik olarak) meydan okumadan ve değişimden paylarını alacaktır. Tekil nesne hem ütopyacı hem de yıkıcı olacaksa, yani hem geleceğe yönelmiş hem de şimdinin en duyarlı temsilcisi olacaksa, o zaman gerçekten kendine özgü bir nesne olacaktır. Modeli, geleneksel olarak uygulandığı biçimiyle, tek başına mimarlık ya da tek başına felsefe değil, birinin diğerinde üretken biçimde açılması olacaktır - bir nesneden çok bir olay, her söylemin diğerini yorumladığı, ama yine de yeni, indirgenemez, tekil bir şey ürettiği bir yapım işlemi: kuram dediğimiz o benzersiz şey. “Bence düşünce, kuram değiş tokuş edilemez,” diyor Baudrillard. “Ne hakikatle ne de gerçeklikle değiş tokuş edilebilir. Değiş tokuş imkânsızdır. Hatta tam da bundan dolayı vardır.” Kuram tekil mimari nesnenin diyagramıdır. Ama bu da şaşırtıcı olmasa gerek, çünkü, burada açıkça görüldüğü gibi, büyük ihtirasları olan böylesi eserler, bugün olsa olsa kuram alanında bulunabiliyor.
Kuram yolculuğa hazırdır. Her ne kadar en iyi kuram bile kendi malzemesinin tarihselliğine yakın kalsa bile, kültürel pratikler ile özgül tarihsel bağlamlar arasında aracılık yapsa bile, kuramsal yapıların sınırı aşmaya, sapmaya ve disiplinler arasında yayılmaya yönelik tekinsiz bir yetenekleri de vardır - yazarlar, kurumlar ve Ortodoksluklar onları ellerinden geldiğince kapalı alanlarda tutmaya çalışsalar da. Kuram özerktir (“değiş tokuş edilemez”), ama dolaşımla beslenir - ödünç alımla ve alışverişle, bilinçsiz etki ya da toptan ele geçirmeyle. Bir kuramın söylemin kazalarıyla yerinden sökülerek bambaşka bir kuramın hizmetine koşulması, öngörülmemiş bir içerikle yeniden yüklenmesi ve beklenmedik bir gelecek için işletilmesi mümkündür.

Bu tür bir işleme iyi bir örnek mimarlık ile felsefe arasındaki ilişkidir -bu çiftleşmeyi şehircilik, göstergebilim, ideologiekritik ve yapısalcılık- sonrası düşüncenin bazı çizgilerini içerecek şekilde anlamak kaydıyla. Zira 1960’ların ortalarından beri akademik ve profesyonel çevrelerde mimarlık söylemine enerji veren, bizi daha önceki işlevselci, ampirist, temelci düşünme biçiminden uzaklaştırıp yeni anlam kütüklerine yönelten, bu kaynaşmaydı. 1980’lere gelindiğinde mimarlık kuramı, başka kuram dallarıyla kimi yakınlıklarını keşfetmiş ve metinsel stratejiler, öznelliğin ve toplumsal cinsiyetin inşası, iktidar ve mülkiyet, jeopolitika gibi temalara ve genel yapısalcılık-sonrası repertuara ait olup da mekânsal boyuttan henüz yeni ön plana çıkmış olan başka temalara ilgi geliştirmişti. Bunun sonucunda, (tasarım ve düzenleme yöntemleri ve uygulama motifleri için normatif standartlar belirlemeye çalışan) mimari nesnelerin üretimine yapılan vurgunun, yerini, bir bilgi öznesi olarak mimarlığın üretimine bırakması gerekti. Kuram, mimari prosedür ve tekniklerin ya etkin kıldığı ya da düşünülemez kılmaya çalıştığı kasıtsız ideolojik kabulleri açığa çıkarma görevini üstlendi. Bu demektir ki, kuram, mimarlığı kültürün birincil temsil sistemlerinden biri olarak görmeye başladı.
Asimda mimarlığın özgül içsel işleyişine -ki esasen senkronik, sentetik ve yansıtmalıdır- yönelik ilgi terk edilmedi, daha ziyade kendine çeşitli bağlam ve dışsallık söylemlerinin kıvrımları içinde yer buldu; Marksizm, yapıbozum, psikanaliz ve başka ithal sistemlerin özgül lehçelerinde düşünülebilecek ya da ifade edilebilecek biçimde yeniden kalibre edildi. Ama bu sistemler basitçe mimarlıkla eş koşulmadılar. Bir düzey ve perspektif değişikliği gerçekleşti. Öyle ki mimarlığın özgül biçimleri, işlemleri ve pratiklerinin, nihai etki ufku “özgül olarak” mimarlık alanında değil, daha genel bir toplumsal-kültürel alanda olan birtakım kavramları ürettiği açık biçimde görülebildi. Bu yeni kuram etkinliği binalar için yeni fikirler değil, temsil, temel, öznellik, yapı, süsleme, maddilik, medya ve daha başka meseleleri düşünmek için yepyeni tekniklerin icat edilmesini gerekli kıldı. Mimarlığın, sorunlarını felsefe dolayımıyla düşünmeye başlamasından ziyade eskiden felsefe adıyla anılan şey, sorunlarını mimarlık dolayımıyla düşünmeye başladı. Bu da kaçınılmaz olarak zamanımızın en önemli düşünürlerinden bazılarını (Roland Barthes, Michel Foucault, Jacques Derrida ve Fredric Jameson) mimarlık sorunları üzerine kafa yormaya yöneltti.

Bir filozof ile bir mimar arasında, buradaki kadar uzun ve kesintisiz bir söyleşi, şimdiye kadar pek olmamıştı. Demek ki, elimizdeki güncel durum da, bütünü yorumlama arzusunun yanı sıra, belli bir düşünce yataylığı gerektiriyor. Zira şimdiki nesneler sistemimizin başıbozuk çeşitliliğine karşın, toplumsal hayatın çeşitli yönelim ve işlevlerinin şirketlerin denetimi altında tek bir tüketim-iletişim mekân zamanında yeniden totalize edilmesi ve tek bir küresel pazarın sabit manyetik çekimi de söz konusu. Gündelik etkinliklerimiz artık belirli ihtiyaçlara, insanlar ve nesneler arasındaki özgül değiş tokuşlara değil, daha ziyade ekonomik ve kültürel-enformasyonel akışkanlar içinde yüzen total bir göstergeler ve simülasyonlar evrenine bağlı. İsyan ve negatif eleştiri bilinçli ideolojileri bile, sistem tarafından kendi lehine kullanılacak biçimde kabul edilmekten ziyade, sistemin içsel işleyişinin stratejik bir parçası gibi görünüyor. Belli uğraklarda, bazı tekil nesnelerde, mimarlık bu aşırı-belirlenmiş, çatışkılı durumu kendisi üretiyor; mimarlık, eskiden “toplumsal olan” dediğimiz buharın yoğuşmasına dönüşüyor. Dünya Ticaret Merkezi’nin (kendi kendinin replikası olan bir bina) ikizliği, daha kulelerin yapıldığı 1960’larda bile, belirmekte olan bilgisayarlı, genetik olarak ağlaştırılmış (networked) klonlama toplumunu haber veren bir işaretti. Sonraki on yılda, daha da derinden çatışkılı olan Pompidou Kültür Merkezi, kitle kültürünün bizzat kitleler tarafından felaket biçimde nihayetine erdirilmesini işaret ediyordu; resimler ve nakit parayla birlikte müzenin hem hammaddesi hem de ürünü olan, yeni yetişen bir kültürel tüketici. Ve güncel mimarlık (Bilbao Guggenheim Müzesi, belki bir yazılım paketinden fırlamış, sonsuz sayıdaki olanaklı klon ya da kimeradan yalnızca biri), izleyicisi herkes ve her yerde olan tümden sanal bir mimarlık gibi görünüyor - bir mimari ready-made’den (Duchamp anlamında) çok “zaten yapılmış" (already made) bir mimarlık, kendi kendinin şablonu olan saydam bir kupür.
Söyleşilerinde Baudrillard ve Nouvel, bu durumu ve faillerini anlamak, mimarlığın, felsefenin ve birlikte her ikisinin dilleri aracılığıyla bu durumun haritasını çıkarmak için olası yolları tekrar tekrar tartıyorlar (ve mimar ile filozof arasındaki bakış açısı kaymalarını kütüğe geçirmek; zihnin, sorun üzerinde yaptığı çalışmayı sırayla nasıl hissettiğini karşılaştırmak; ama aynı zamanda her ikisinin de ayrı ve soyut kısımlardan çok bütünün betimlenmesini yeğlediğinin farkına varmak, heyecan verici). Ancak kışkırtmaların, yanıtların ve yoklamaların amacı, mimarlığın birincil organı olduğu altyapı- üstyapı aygıtını hangi biçimlerde basitçe yeniden ürettiğini belirlemek değil (böylesi bir ideolojik yeniden üretimi anlatan anahtar sözcükler arasında “ekran mimarlığı” ve “klonlama mimarlığı”, aynca “nötr” ve “global” gibi terimler sayılabilir). Baudrillard ve Nouvel, nesnenin kültür içinde değil de kültürün yanı sıra (kültürün yan aydınlığında) ürettiği, belli bir özerk gücü ya da etkiyi de (durumu koyulaştıran, sahneyi karartan ve görünürlük ile saydamlığın hegemonik işleyişine çomak sokan bir güç) arıyorlar. Nesnenin bu niteliğini bazen nesnenin “sırrı” olarak, bazen “köktenliği” olarak, bazen de “harfiyeti” ya da tekilliği olarak adlandınyorlar. Ama şu açık ki, bu alımlama, daha geniş ölçekteki “dışsal” etmenleri dışlayarak nesnenin estetik özelliklerine odaklanan herhangi bir alımlamanm tam tamına tersi. Burada tekil nesne daha ziyade -elbette çelişkinin kıvnmları arasından geçerek- kendine özgü kültürel yaşam alanını belirleyen koşullara erişim yolu.

Nouvel’in kendi yapıtı, iyi bilindiği gibi, kimliğini bir yüzey mantığında bulmuştur. Bir yandan, mimarlık, en eski taş cephelerden cam-çelik giydirme cephelere kadar, daima kütle ve ağırlığın yüzeyde maddiliğini yitirdiği bir çelişki oyunu oynamıştır. Diğer yandan, şimdiki bakış açımızda, yüzey mantığı, tüketim-iletişim kültürünün ve reklamcılığın kaygan ikiboyutluluğu tarafından bize verilmiş olduğunu anlamamız gereken bir algı mantığıdır. “Ekran mimarlığı?” “Klonlama mimarlığı?” Ya da tekil nesne. Ayrım, yüzeyin nasıl ele alındığında olmalı. Fondation Cartier projesi hakkında yorumda bulunurken Nouvel’in dediği gibi: “...cepheye baktığımda, gökyüzünün yansımasını mı, yoksa saydamlık içinde gökyüzünü mü gördüğümü bilemem... Sonra üç cam panel içinden ağaca baktığımda, ağacı önden, arkadan, saydamlık içinde mi gördüğümü, yoksa ağacın yansımasını mı gördüğümü asla bilemem. Ve -diyelim ki tesadüfen- cam panele paralel iki ağaç diktiğimde, ikinci ağacın gerçekten olup olmadığını ya da gerçek bir ağaç olup olmadığını bilemem.”
Baudrillard’a göre yanılsamanın bu formu kendinden menkul değildir: “Mimarlıkta Hakikat ya da Köktenlik” denemesinde, bu yanılsamaya “yanılsamanın ve ayartmanın dramaturjisi” der. Algının böyle istikrarsızlaştırılması saydamlık ile görülebilir olanın diktatörlüğüne engel olur ve alternatif bir algı ortaya koyar - “gizli bir imge”, saydamlığın altındaki bir tür direniş, ayak direme, ya da sapma (refraction) olarak duyumsanacak olan, neredeyse bedensel bir inat (Barthes’ın punctum’unu model gösterir). Öyleyse, hem bir kültürün nesnesidir, hem de kültürün en büyük tehdididir: Yitimden incinmiş, kazanımı bekleyen, ânın bir temsilidir ve anlık bir reddir.

Tekil nesne derinlemesine çelişkilidir ve söyleşi burada konumunun biçimini alır: Devam edemeyiz, devam etmeliyiz. Mimar, bir tekil nesneyi gerçekten üretmenin koşullarını düşünmeye girişir. Filozof ise hiçbir niyetin, ne kadar yoğun olursa olsun hiçbir bireysel çabanın, tekilliğin gelişini garanti edemeyeceğinde diretir: "Fazla düşünmeyelim." her ikisi de, vaktinden önce gelen açıklığa karşıdır: Burada olduğunu biliyorum, ama göremiyorum; "önemli olan, aramış olmak". Tekil bir konu hakkında birbiriyle çatışan bu kadar çok şeyin söylendiği nadirdir. Böyle bir çatışkının böylesine üretken olduğu da.
Çeviren: Aziz Ufuk Kılıç
*Tekil Nesneler- Mimarlık ve Felsefe, Jean Baudrillard- Jean Nouvel, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Ketebe Yay., 2025.