top of page

Beckett, Birkaç Karşılaşma

  • Emil Cioran
  • 17 saat önce
  • 11 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 5 saat önce

Emil Cioran


“Dünyada geçireceğimiz zaman onu kendimizden başka bir şey için kullacak kadar uzun değil.” Bir şairin bu sözü dış güdümlü, tali, başka olmayı reddeden herhangi birine tatbik edilebilir. Beckett ya da dengi görülmemiş kendi olma sanatı.


09/25 | Kitap


ree


"Önceki gün Lüksemburg Bahçeleri yolunda Beckett’ı fark ettim, bana karakterlerinden birini hatırlatır şekilde gazete okuyordu. Sandalyeye oturmuştu, düşüncelere dalmıştı, her zamanki gibi. Pek iyi gözükmüyordu. Yaklaşmaya cesaret edemedim. Ne diyecektim? Onu çok seviyorum ama konuşmasak daha iyi. Çok ketum! Sohbet, belirli oranda kendini koyvermeyi gerektiren rol yapma formudur. Beckett bu oyun için yaratılmamış. Ona dair her şey sessiz bir monologa delalet ediyor."*

Eylül 1968


Beckett denen bu ayrı adamı çözmek için, her anının üstü kapalı düsturu olan “kendini uzak tutmak” deyimi üzerinde, bunun münzeviliğe ve yeraltında kalma inatçılığına dair içerdikleri üzerinde, dizginsiz ve bitimsiz bir çalışma yürüten içine kapanık bir varlığın özü üzerinde ısrarla durmak gerekir. Budizmde, aydınlanmaya yönelen kişi için, “bir  tabutu kemiren fare” kadar sebatkar olması gerektiği söylenir. Her sahici yazar benzer bir gayret gösterir. O, varoluşa bir şeyler katan bir yıkıcıdır -onu temelini oyarak zenginleştirir.


“Dünyada geçireceğimiz zaman onu kendimizden başka bir şey için kullacak kadar uzun değil.” Bir şairin bu sözü dış güdümlü, tali, başka olmayı reddeden herhangi birine tatbik edilebilir. Beckett ya da dengi görülmemiş kendi olma sanatı. Bunun yanısıra, hiçbir görünür kibir, biricik olma bilincine içkin hiçbir iz (stigma) yok. Şayet letafet  diye bir sözcük olmasaydı, Beckett için icat etmek gerekirdi. İnanılacak şey değil, hatta canavarca: O kimseyi kötülemez, kötü niyetliliğin sıhhi (hijyenik) işlevinden, esenlik getirici faziletlerinden, kafa rahatlatan niteliğinden bihaberdir. Dostlarının ya da düşmanlarının arkasından kötü konuştuğunu hiç duymadım. Bu ona acımama sebep olan ve onun da bilmeden mustarip olsa gerektiği bir üstünlük biçimi. Arkadan konuşmama mani olunsa, ne rahatsızlıklar, ne huzursuzluklar, ne karmaşalar doğardı!


ree

O, zamanda değil zamana paralel yaşar. Bu yüzden de şu ya da bu olay hakkında ne düşündüğünü ona sormak hiç aklıma gelmedi. Tarihin onsuz idare edilebilecek bir boyut olduğunu kavramamızı sağlayan şu varlıklardan biridir. Kahramanlarına benzer adeta, yani hiç başarı tatmamıştır, hep tam olarak aynı olacaktır. Kesinlikle kendisini göstermek istemiyormuş, başarı ve başarısızlık mefhumuna eşit derecede yabancıymış izlenimi bırakır. “Onu çözmek ne zor! O ne zarafettir!” Böyle derim kendi kendime ne zaman onu düşünsem. Olmaz ya hiçbir sırrını gizlemeseydi bile, onu yine de akıl almaz [nüfuz edilemez] biri gibi görürdüm. 


Taşkınlığın, hırpaniliğin, boşboğazlığın, hemen, teklifsiz, arsız ifşaatçılığın adet olduğu, herkesin herkesin her şeyini bildiği, ortak yaşamın kamusal bir günah çıkarmaya döndüğü, özellikle sırrın tahayyül bile edilemediği ve gevezeliğin hezeyanla sınırdaş olduğu Avrupa’nın bir köşesinden geliyorum. Sadece bu bile, olağanüstü ketum bir insan kaşısındaki büyülenmemi izah etmeye yeter. 


ree

Letafet, hiddeti dışlamaz. Arkadaşlarda bir akşam yemeğinde, kendisi ve eserleri hakkında manasızca bilgiç sorular sorarak onu sıkıştırınca, tam bir sessizliğe gömülmüş, hatta sonunda sırtını bize dönmüştü -ya da neredeyse o raddeye gelmişti. Yemek henüz bitmediği halde, birinden ameliyat ya da sorgu öncesi beklenebilecek bir içe kapanıklık ve karamsarlıkla kalkıp gitmişti. Yaklaşık beş yıl önce Guynemer sokağında birbirimize tesadüf ettiğimizde, bana çalışıp çalışmadığımı sorunca, çalışma hevesimin kaçtığı, kendimi göstermeye, “üretme”ye hiç lüzum görmediğim, yazmanın benim için sadece bir azap olduğu cevabını vermiştim ona. Buna şaşırmış göründü ama bunun üstüne o yazmakla ilgili sevinçten bahsedince ben daha da şaşırdım. Gerçekten bu sözcüğü kullanmış mıydı? Evet, bundan eminim. Aynı anda, on yıl önce Closeri de Lilas’taki[1] ilk karşılaşmamızda, bana yaşadığı büyük bezginliği, artık sözcüklerden bir şey çıkarmanın mümkün olmadığına dair hissiyatını itiraf ettiğini hatırladım.


Sözcükler, Beckett kadar kim sevmiştir onları? Sözcükler onun yoldaşı ve tek desteğidir. Hiçbir kesinliğe itimat etmeyen bu adamın sözcüklerin arasında sağlam durduğunu hissedersiniz. Cesaretinin kırıldığı zamanlar hiç kuşkusuz sözcüklere inanmayı kestiği, sözcüklerin ona ihanet ettiğini, ondan kaçtıklarını sandığı anlara denk gelir. Sözcükler gitti mi biçare kalır; artık hiçbir yerde değildir. Sözcüklerle ilişkilendirdiği, onlara eğildiği tüm yerleri kaydetmediğim ve listelemediğim için esefleniyorum Adlandırılamayan’da onlar hakkında söylediği gibi “sessizliğin içinden sessizlik damlaları”[2]. Yıkılmaz bir temele dönüştürülmüş kırılganlığın simgeleri.


ree

Fransızca Sans[3] metninin adı İngilizce’de Lessness’tır, Beckett bunu Almanca Losigkeit’ın eşdeğerlisi olarak uydurmuştur. (Boehme’nin [Böhme] Undgrund’u kadar dipsiz, sırrına erilmez olan) bu Lessness beni öyle büyüledi ki bir akşam Beckett’e Fransızca’da buna layık bir karşılık bulamazsam uyuyamayacağımı söyledim. Birlikte sans ve moindre’ın akla getirdiği olası tüm biçimleri düşünüp taşındık. Hiçbiri bize, yoksunluk ile sonsuzluğun karışımı olan, ilahlaştırmanın (apothéose) eşanlamlısı bir boşluk olan tükenmez Lessness’a yaklaşıyormuş gibi görünmedi. Birbirimizden hüsrana uğramış olarak ayrıldık. Eve dönünce şu zavallı sans’ı aklımda evirip çevirdim. Tam yelkenleri suya indirmek üzereyken aklıma Latince sine[4] tarafında şansımı denemek geldi. Ertesi gün Beckett’e hayalini kurduğumuz kelimenin bence sinéité [sızlık, lessness, losigkeit] olduğunu yazdım. O da bana kendisinin de aynı şeyi, belki de aynı anda düşündüğü cevabını verdi. Yine de kabul etmek gerekir ki keşfimiz aradığımız şey değildi. Araştırmayı bırakmak konusunda fikir birliğine vardık, Fransızca’da kendinde yokluğu, arı halinde yokluğu ifade edebilecek bir isim yoktu, bir edatın metafizik kifayetsizliğine teslim olmak zorundaydık.[5]  


Söyleyecek hiçbir şeyi olmayan, kendilerine ait bir dünyaları bulunmayan yazarlarla sadece edebiyat konuşulur. Onunlaysa pek nadiren yapılır bu, aslında neredeyse hiç yapılmaz. Gündelik herhangi bir konu (maddi zorluklar, her türden can sıkıntısı) onu daha çok ilgilendirir -sohbet ederken elbette. Her durumda müsamaha gösteremediği şey şu tarz sorulardır: Falanca kitabın geleceğe kalacağına inanıyor musunuz? Filanca bulunduğu yeri hak ediyor mu? X ile Y’den hangisi yaşamaya devam eder, hangisi daha büyük? Bu türden değerlendirmeler onu bezdirir ve bunaltır. Masadaki tartışmanın adeta Kıyamet Günü’nün grotesk bir versiyonuna benzediği bilhassa can sıkıcı bir akşamın ardından bana “neye yarıyor tüm bunlar?” demişti.  Kendi kitapları ve piyesleri konusunda söz söylemekten kaçınır: Onun için önemli olan üstesinden gelinmiş engeller değil, üstesinden gelinecek engellerdir. Yapmakta olduğu şeyle tamamen hemhal olur. Eğer ona bir piyes hakkında bir şeyler sorulacak olursa, esası, anlamı üzerinde durmaz, dakikası dakikasına, hatta saniyesi saniyesine desem yeridir, zihninde canlandırdığı oyunu en küçük ayrıntısına kadar nasıl yorumladığıyla ilgilenir. Ancak   soluksuz bir sesin mekâna hâkim olacağı ve onun yerine geçeceği Not I[6] adlı oyununu oynamak isteyen bir aktrisin hangi icapları yerine getirmesi gerektiğini bana nasıl bir canlılıkla açıkladığını kolay kolay unutmayacağım. Bu ufacık ama varlığıyla her yeri dolduran istilacı ağzı görüyorken gözleri nasıl da parlıyordu! Pyhthia'nın[7] nihai dönüşümüne, son çöküşüne tanık oluyormuş sanırdınız!


ree

Hayatım boyunca bir mezarlık meraklısı olduğumdan ve Beckett’in de onları sevdiğini bildiğimden (Hatırlarsanız, İlk aşk[8], bir mezarlığın tasviriyle başlar, lafı gelmişken, Hamburg mezarlığıdır) geçen kış, Observatoire Meydanı’nda, ona yakınlarda bir Père-Lachaise[9] ziyareti yaptığımdan ve orada yatan “ünlü şahsiyetler” listesinde Proust’un adını bulamayınca kapıldığım kızgınlıktan söz ettim. (Geçerken söyleyeyim, Proust adını ilk kez otuz sene önce bir gün Amerikan Kütüphanesi’nde onun Proust üzerine yazdığı küçük kitaba[10] denk gelince keşfetmiştim.) Konu Swift’e nasıl geldi şimdi bilmiyorum, gerçi düşününce, onun nüktedanlığının kasvetli tabiatı göz önüne alınırsa bu geçişte anormal bir taraf da yoktu aslında. Beckett bana Gulliver’in Seyahatleri’ni  tekrar okumakta olduğunu ve “Houyhnhnms diyarı”nı, özellikle bir Yahoo dişisi yaklaşınca Gulliver’in yaşadığı dehşet ve tiksinti sahnesi[11] için yeğ tuttuğunu söyledi. Bana anlattığına göre -ki bu benim için büyük bir sürpriz, hatta büyük bir hayal kırıklığı oldu- Joyce Swift’i sevmezmiş. Hem de, diye ekledi, düşünülenin aksine, Joyce’un satire hiç meyli yokmuş. “Asla isyan etmezdi. Tuttuğu bir taraf yoktu. Her şeyi kabul ederdi. Onun için bir bombanın düşmesiyle bir yaprağın düşmesi arasında zerre fark yoktu…”


Bu harikulade hüküm, keskinliği ve yoğunluğuyla, bir gün Armand Robin’in[12] ona sorduğum soruya verdiği cevabı hatırlatıyor bana: “Bu kadar çok şair çevirdikten sonra neden şiiri tüm bilgilerden daha nüfuz edici olan Chuang-tse’yi[13] hiç denemediniz?” -“Sık sık düşünmüşümdür bunu, diye yanıtladı, lakin ancak Kuzey İskoçya’nın kıraç manzarasıyla karşılaştırılabilecek bir eser nasıl tercüme edilir?”


ree

 

Beckett’i tanıdığımdan beri kendime kaç kere onun yarattığı karakterle ilişkisini sormuşumdur (kabul ediyorum, takıntılı ve aptalca bir merak). Ortak bir tarafları var mı? Bundan daha kökten bir aykırılık tahayyül etmek mümkün mü? Sadece onların varlığının değil Beckett’inkinin de, Malone Ölüyor’da betimlediği “kurşunrengi ışıkta” yıkandığını[14] mı kabul etmek gerek? Yazdığı sayfalardan birçoğu bana, kozmik bir dönemin bitiminden sonraki bir monolog gibi görünüyor. Ölüm sonrası bir dünyaya, üstünden her şeyi, kötülüğü bile atmış bir iblis tarafından düşlenmiş bir coğrafyaya giriyor olma duygusu!


Uçsuz bucaksız bir yorgunluğa, (Beckett’in beğenisine ters bir dille söylersek) bu dünyaya ait olmayan bir yorgunluğa kurban düşmüş, hâlâ hayatta olup olmadıkları bilmeyen varlıklar, hepsi yaralanabilir olduğu tahmin edilen ama edebinden yaralanmazlık maskesi takan bir insan tarafından tasavvur edilmiş (çok olmadı, ani bir aydınlanmayla, onları yazarlarına, suç ortaklarına bağlayan bağları görüverdim)… O an gördüğüm, ya da daha ziyade hissettiğim şeyi akılla anlaşılacak bir deyime tercüme etmem mümkün değil. Yine de o zamandan beri, kahramanları hakkında en küçük söz bana bir sesin perdelenmesini anımsatıyor. Ama hemen ekleyeyim ki bir ilham ancak bir teori kadar kırılgan ve yalancı olabilir.


İlk karşılaşmamızdan beri, sınıra vardığını, belki de oradan, imkânsızdan, istisnadan, çıkmazdan başladığını anlamıştım. Ve hayranlık verici olan, hiç yerinden kıpırdamadı, başından bir duvarla burun buruna geldiğinde hep olduğu gibi yüreklilikle devam etti: Başlangıç noktası olarak sınır durum, geliş[15]olarak son! Kendine ait dünyasının, bu kasılan, can çekişen dünyanın, bizimki yakında yok olup giderken, sonsuzca devam edebileceği hissi buradan kaynaklanıyor.


ree

Wittgenstein’ın felsefesine karşı özel bir alakam olmadı ama adamın kendisine büyük tutkum var. Onun hakkında okuduğum her şey beni kımıldatma vergisine sahip. Birçok kere Beckett ile onun arasında ortak özellikler bulmuşumdur. İki gizemli hayalet, böylesine kafa karıştırıcı, böylesine esrarengiz olmalarından memnuniyet duyduğumuz iki  fenomen.  Her ikisinde de varlıklara ve şeylere karşı aynı mesafe, aynı bükülmezlik, aynı sessizlik temayülü,  sözün nihayetinde aynı şekilde reddedilişi, hiç sezilmemiş hudutlara aynı çarpma isteği. Başka çağlarda olsa çölün cazibesine kapılırlardı. Şimdi biliyoruz ki Wittgenstein vaktiyle gerçekten de manastıra girmeye niyet etmiş. Beckett’e gelince, onu birkaç asır önce, haç da dahil tek bir süsün olmadığı çıplak bir hücrede hayal etmek hiç de zor değil. Konudan sapıyor muyum?  Öyleyse bir fotoğrafındaki uzak, bulmacamsı, “insandışı” bakışı hatırlansın.


Başlangıçlarımız önemli, evet; ama kendimize doğru tayin edici adımı ancak artık bir kökenimiz olmadığında, bir yaşam öyküsü yazarına Tanrı’nınki kadar az malzeme sunduğumuzda atıyoruz… Beckett’in İrlandalı olması hem önemli hem hiç önemli değil. Kesinlikle yanlış olan, onun “tipik bir Anglo-Sakson” olduğunu idda etmek. Bundan daha fazla hoşuna gitmeyecek şey yoktur. Savaştan önce Londra’da geçirdiği günlerden kalan kötü hatıraları mı? İngilizleri “kaba” bulduğundan şüpheleniyorum. Kendisinin ifade etmediği ama benim hınçlarından değilse de ihtiyatlılığından kestirmeyle onun yerine formüle ettiğim bu hükmü kendi hesabıma pek benimsemiyorum, daha da fazlası -belki bir Balkan yanılsaması- İngilizler bana en cansızlaştırılmış, en çok tehdit edilen, dolayısıyla en incelikli ve en medeni halk olarak görünmüştür.


ree

Çok tuhaf biçimde Fransa’da kendini tamamen evinde hisseden Beckett’in aslında,  fazlasıyla Fransız, en azından Paris’e has bir erdem olan duygudan ve sıcaklıktan yoksunluğa hiçbir yakınlığı yoktur. Chamfort’u[16] mısralara dökmesi manidar değil mi?[17] Bütün Chamfort’u değil elbette, sadece birkaç özdeyişini. Kendi içinde kayda değer ve dahası (ahlakçıların iskeletsi nesirlerine rengini veren lirik soluğun yokluğu düşünülürse) neredeyse akıl almaz bu girişim, bir beyanname demeye cesaret edemeyeceğim ama bir itirafa eşdeğerdir. Esrarlı zihinler hep kendilerine rağmen kendi doğalarının özüne ihanet ederler. Beckett’ın doğası öyle şiire batmıştır ki ondan ayrılmaz.


Onu bir fanatik kadar direngen buluyorum. Dünya yıkılsa, ne devam etmekte olan çalışmasını bırakır, ne de konusunu değiştirir. Asli meselelerde kesinlikle tesir altında kalmaz. Geri kalan, asli olmayan tüm konularda ise savunmasızdır, muhtemelen hepimizden daha zayıftır, hatta kendi yarattığı karakterlerden bile daha zayıftır. Bu notları kaleme almadan önce niyetim, Meister Eckhart ve Nietzsche’nin, kendi farklı bakış açılarından “soylu insan” hakkında yazdıklarını tekrar okumaktı. Tasarımı gerçekleştiremedim ama bunu tasarladığımı bir an olsun unutmadım.    

1976


Çeviren ve Notlandıran: Murat Erşen



Kaynak: Emil Cioran, “Beckett: Quelques Rencontres”, Exercices d’Admiration içinde, Gallimard-Arcades, 1986. 


*Bkz. E. Cioran, Les Cahiers (Defterler). “[E.M. Cioran] Samuel Beckett üzerine”, kaynak: Fütüristika, http://www.futuristika.org/e-m-cioran-samuel-beckett-uzerine/


[1] Joyce, Hemingway, Apollinaire, Wilde, Gide ve daha birçoklarının uğrak mekânı olan efsanevi birahane La Closerie des Lilas.

[2] “…. şiirden hoşlanıyorsunuz diyelim, sevdiğiniz bir şiir okuyorsunuz diyelim, metroda ya da yatağınızda keyfiniz için okuyorsunuz bu şiiri, sözcükler orada bir yerlerdedir, hiç ses çıkarmazlar, benim hissettiğim bu da değil, sözcükler yuvarlanıp düşüyor, nereye düştüğünden habersizsiniz, nereden düştüğünden habersizsiniz, sessizliğin damlaları sessizliğin içinden düşüyorlar.” Samuel Beckett, “Adlandırılamayan”, Üçleme içinde, Ayrıntı, 2015, çev. Uğur Ün, s. 398.

[3] Yoksunluk bildiren ve -sız anlamı veren edat; Türkçede örneğin “inançsız” gibi. İngilizcede “-less”, “without” ya da “lack of anlamı” verir. “Less”in ikinci anlamı ise “daha az”dır, (Fr. moindre).

[4]  Fransızca “sans” ve İngilizce “less“ soneki gibi “-sız” yoksunluk anlamı veren sözcük: Ünlü bir deyim: sine qua non: Olmazsa olmaz.

[5] “Lessness, lessness -bana Boehme’nin Ungrund’unu düşündürttü, o bununla Urgrund’tan önce gelen bir şey belirtiyor.. Ama Boehme’nin aklında ilahi Losigkeit var, bizde ise arı halde Losigkeit. Daha ziyada müzikal halde. Doğrusu bir füg söz konusu ve metninizi okurken onu tamamıyla fark ettim. Onu duyuyordum, dinliyordum. Bir metin olmayı kesti. Sözcükler kendilerinde taşıdıkları Endlessness tarafından alt edilmişti. (Cioran, Beckett’e “Sans hakkında” mektup, 4 Ocak 1974; Quarto, s. 1264.) Beckett’in Sans başlıklı metni 1969’da Minuit’den yayınlandı. İngilizcesi için bkz. http://www.samuel-beckett.net/lessness.html

[6] “Ben Değil” (Not I), Samuel Beckett'in 20 mart-1 nisan 1972’de yazdığı yirmi dakikalık dramatik monolog tarzında yazılmış tiyatro oyunudur. Alan Schneider yönetmenliğinde 22 kasım 1972’de New York, Lincoln Center’da, “Samuel Beckett Festivali”nde sahnelenmiştir. Sahnede yalnızca ağzı ışıklandırılmış olarak oturan bir kadın oyuncu yer alır. Ağız, her seferinde, izleyicinin duyamadığı bir ses tarafından dile getirilen bir soru ve bir yanıta dönüştüğü dört kriz anı ile belirlenmiş olan monoluğunun tümünde, “Ben” dememek için umutsuz bir uğraş verir. Oyun, Neil Jordan’ın tarafından 2000 yılında filme çekilmiştir. On dört dakika süren filmin başrolünde Julianne Moore yer aldı. İnternette izlemek için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=M4LDwfKxr-M

[7] Delfi kâhinleri (İng. Pythia, Yun. Πυθία).  Bunlar yalnızca gelecek habercileri değil, aynı zamanda eskiçağda devletlerin en önemli danışmanıydı. Diğer bir adları ise Apollon'un Sözcüleri idi. Python isminin, piton yılanından geldiğini ve halk arasında Delphoi’deki tapınak merkezinin koruyucu bekçisinin Python olduğuna inanılır. Zaten Mitolojide Delfi’nin asıl ismi olan Pytho’dan türeyen Pythia, etimolojik olarak πύθειν (púthein) “çürümek" fiilinden türer ve Apollon tarafından öldürülen Piton ejderinin cesedinin çürürken yaydığı iç bayıltıcı tatlı kokuya göndermede bulunur. Pythia Yılanların Evi’ydi. Apollon’un Python ejderini bir mağarada ya da yeraltı yarığında öldürdüğü yerde Trakyalı Delfi inisiayonunu başlar.

[8] Samuel Beckett, İlk aşk (Premier Amour; Les Éditions de Minuit, 1970), Hiç İçin Metinler ve Uzun Öyküler içinde, çev. Uğur Ün, Ayrıntı, 1999 (üçüncü basım 2013).

[9] Père-Lachaise Mezarlığı (Fransızca: Cimetière du Père-Lachaise), Paris'in merkezindeki en büyük mezarlıktır. Napolyon tarafından kurulan mezarlık 18 Mayıs 1804’te küçük bir kızın gömüldüğü bir törenle açılsa da, şehrin çok dışında kaldığı için başta pek rağbet görmedi. Mezarlığın yöneticileri ünlü Fransız şair ve yazar La Fontaine ve ünlü oyun yazarı Molière’in mezarlarını buraya taşıyınca Le Pere Lachaise popüler oldu. Bugün mezarlıkta, Honore de Balzac, Frederic Chopin, George Bizet, Auguste Blanqui, Maria Callas, Auguste Comte, Edith Piaf, Oscar Wilde, Apollinaire, Marcel Proust ve Jim Morrison’un da arasında bulunduğu pek çok ünlü isim yatıyor. Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya’nın mezarları da buradadır.

[10] Samuel Beckett’in yayınlanmış ilk kitabıdır (1930), 24 yaşındayken yazdığı bu kitapçık eleştirel bir monografidir; Proust, çev. Orhan Koçak, Metis, 2001, (4. bas. 2016). http://www.metiskitap.com/catalog/book/4468

[11] Gulliver son yolculuğunda düştüğü adada Yahoo’larla karşılaşır. Bunlar Gulliver’in kendilerinden olduğunu iddia eden, vahşi, iğrenç, maymuna benzeyen bir türdür Adayı ise Houyhnhnm adı verilen atlar yönetmektedir. Houyhnhnm’ler Gulliver’in bütün gezileri içinde karşılaştığı en nazik, aklı başında, medeni canlılardır. Aralarındaki cins farkına rağmen iyi ilişkiler kurarlar ancak görünüşü Yahoo’lara benzediği için bir türlü ona güvenemezler ve ondan adayı terk etmesini isterler. İlgili Bölüm: “Bir gün koruyucum kula midilli ile beraber dışarlarda dolaşıyorduk. Hava çok sıcaktı; biraz ötede ırmağa girip yıkanmama müsaade etmesini rica ettim, razı oldu. Hemen soyunup çırılçıplak oldum, yavaşça suya girdim. Meğer genç, dişi bir yahoo, büt tümseğin arkasında durmuş, benim bütün yaptıklarımı görmüş. Bu yahoo, (sonradan kula midilliyle tahmin ettiğimize göre) içi istekle yanarak olanca hızı ile koştu ve yıkandığım yerden beş yarda ötede suya atladı. Ömrümde bu kadar korkmamıştım; midilli, başıma bir şey geceleceğini aklına bile getirmeden biraz uzakta otluyordu. Yahoo beni iğrenç bir şekilde kucakladı; avazım çıktığı kadar bağırdım; midilli dört nala yanıma koştu; bunu gören yahoo istemeye istemeye beni bıraktı; karşı yakaya atladı ve orada, ben giyininceye kadar beni seyretti, uludu durdu.” (Jonathan Swift, Gulliver’in Gezileri, “Dördüncü Bölüm Houyhnhnm’ların Ülkesine Gezi, VIII., çev. İrfan Şahinbaş, İş Bankası, 2006).

[12] Armand Robin, (1912-1961) Yirmiye yakın dilden çeviriler yapmış Fransız şair ve çevirmen.

[13] Zhuangzi: Chuang-Tse (Çince: 莊子; okunuşu Cuanğzı) MÖ 4. yüzyılda Çin'in Savaşan Beylikler Döneminde yaşamış bir filozoftur. Bir şüphecilik felsefesi sunan ve -kısmen ya da tamamen yazdığı- kendi adıyla bilenen bir kitabın yazarı olarak bilinir.

[14] “…her şey karanlığa ya da yarı karanlığa gömülmüş olmasa da kurşunrengi bir ışıkla örtülü; ışık, gölge oluşturmadığı için nereden geldiğini söylemek güç benim için, her yandan aynı güçle yayılıyor sanki.” Samuel Beckett, “Malone Ölüyor”, Üçleme içinde, Ayrıntı, 2015, çev. Uğur Ün, s. 228.

[15] Fr. avènement, İng. advent: Olma, gelme, görünme. Hıristiyanlıkta Hz. İsa’nın gelişi, genel anlamda örneğin adil bir çağın “gelişi”.

[16] Sebastien-Roch Nicolas Chamfort (1741-1794), hiciv ve aforizmalarıyla tanınan Fransız yazar. Aforizmaların, çeşitli karakter betimlemelerinin, fıkraların ve kısa felsefi konuşmaların yer aldığı “Soğuk Kül” Chamfort’un Türkçedeki tek eseridir (Önsöz: Albert Camus; çeviren: Kenan Sarıalioğlu, Gendaş Yayınları; 2003. İntihar teşebbüsü ünlüdür. 1793 yılının Eylül ayında, yeniden tutuklanacağı endişesiyle korkuya kapıldığı sırada kendisini ofisine kilitledi ve alnına dayadığı tabancayı ateşledi. Ama burnunu ve çenesini parçalayan kurşun kendisini öldürmeyince bir maket bıçağını birkaç defa boğazına sapladı. Bu darbeler, hiçbiri bir atardamara rast gelmediğinden etkili olmadı. Daha sonra aynı bıçağı göğsüne saplamayı denedi, fakat bunda da amacına ulaşamadı. Tüm bunlara rağmen ölemeyen Chamfort, bu olayın üzerinden çok fazla zaman geçmeden hizmetçisi tarafından kanlar içinde baygın olarak yatar halde bulundu ve tedavi edildi.İntihar teşebbüsünden sekiz ay kadar sonra, 13 Nisan 1794'te türü bilinmeyen bir hastalık sonucu öldü.“Long after Chamfort” (“Huit maximes”), 1976; Collected poems (1930-1978) içinde, Londra, John Calder, 1984, s. 154-170. Beckett, Chamfort üzerine 1972’de çalışmaya başlamıştır, yani Cioran’ın bu metni yazdığı sıra (mayıs 1974), o sıra bu çalışmadan sadece bir bölümü 1973 yazında İrlanda dergisi Hermathena’da yayınladı.

[17] “Long after Chamfort” (“Huit maximes”), 1976; Collected poems (1930-1978) içinde, Londra, John Calder, 1984, s. 154-170. Beckett, Chamfort üzerine 1972’de çalışmaya başlamıştır, yani Cioran’ın bu metni yazdığı sıra (mayıs 1974), o sıra bu çalışmadan sadece bir bölümü 1973 yazında İrlanda dergisi Hermathena’da yayınladı.

Üst
bottom of page