top of page

''Biz, Halk'': Toplanma Özgürlüğü Üzerine Düşünceler

  • Judith Butler
  • 8 May
  • 19 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 1 gün önce

Judith Butler


“Biz” olan halk kendini temsil etmekten daha başka bir şey yapar, kendini halk olarak kurar; bu kendini yaratma ya da kendini kurma eylemi herhangi bir temsil biçimiyle aynı şey değildir.



05/25 | Çeviri



İnsanların kolektif olarak politik bir değişim veya bir hükümetin istifasını talep etmek üzere bir araya gelerek söz aldığı birçok örnek vardır. Tahrir Meydanı, bedenlerin sokakta toplanmasının (assembly) simgesi haline geldi: Göstericiler önce Mübarek rejiminin istifasını istediler, ardından geçiş hükümeti tarafından alınan tedbirleri, yıkılan rejimde işkence yaptığı bilinen kişilerin resmi görevlere atanmasını, yeni anayasının alelacele hazırlanmasını ve son olarak devlet başkanının tek taraflı kararlarıyla yargı sisteminin lağvedilmesini protesto etmek için kamusal alanı kitlesel olarak çeşitli şekillerde işgal etmeye devam ettiler. Sokakta toplanarak kendini bazen söz, eylem ya da jestle ifade eden ama çoğu zaman kamusal alanda bir araya gelmiş, görünür, işitilir, elle tutulur, açıkta, ısrarlı ve birbirine bağlı bir grup beden olarak ortaya koyan bu “biz” ne tür bir “biz ”dir? Sıklıkla “biz, halk”ın halk egemenliğini pekiştirdiği söz ediminin böyle bir toplanmadan çıktığını düşünsek de, bu toplanmanın kendini kendisi aracılığıyla ifade ettiğini [zaten konuşuyor olduğunu] ve zaten halk egemenliğinin bir icrası olduğunu söylemek belki de daha uygundur. Hannah Arendt’ten alıntılayacak olursak, dilde seslendirilen “Biz”, bedenlerin toplanması, jest ve eylemleri, seslendirmeleri ve birlikte hareket etme biçimleriyle zaten hayat bulmuştur. [1]


Bazen örgütlenme özgürlüğü gibi anlaşılan toplanma özgürlüğünü kullanma hakkı, uluslararası hukukta artık ayrıntılı bir şekilde belirtilmiştir. [2] Uluslararası Çalışma Örgütü, toplanma (ya da örgütlenme/dernek kurma) hakkının toplu sözleşme hakları ile bağlantılı olduğunu açıklığa kavuşturmuştur. [3] Bazı insan hakları söylemlerinde, toplanma özgürlüğü, herhangi bir hükümet müdahalesi (polis ve yargı yetkilerinin süresiz gözaltı veya tutuklama, taciz, saldırı veya kaybedilmeler için kullanılması) olmaksızın korunması gereken temel bir özgürlük biçimi olarak tanımlanmaktadır. Devletin koruma gücüne bizzat böyle bir toplanma tarafından itiraz edildiği veya belirli bir devletin, halkın herhangi bir devlet müdahalesi tehdidi olmaksızın özgürce bir araya gelmesine engel teşkil edecek şekilde toplanma hakkını ihlal ettiği durumlarda, toplanma hakkı böyle bir korumaya bağlı değildir. Bu nedenle toplanma özgürlüğü, insan hakları hukuku da dahil olmak üzere mevcut ulusal veya uluslararası hukuk tarafından güvence altına alınıp korunan belirli bir haktan daha fazlasıdır. Aslında, toplanma özgürlüğü bizzat politikanın bir ön koşulu olarak görülebilir.



O halde, toplanma özgürlüğü ile halk egemenliğini arasındaki ilişkiyi nasıl düşünmeliyiz? Seçilmiş yetkililerin, nüfusun çoğunluğu tarafından seçilmiş olmaları nedeniyle halk egemenliğini (ya da daha spesifik olarak “halk iradesi”ni) temsil ettikleri varsayılsa da, bu, halk egemenliğinin sadece seçim sürecinden ibaret olduğu veya seçimlerin, egemenliği tamamıyla halktan alıp seçilmiş temsilcilere devrettiği anlamına gelmez. Halk tabakası (populace), seçilmişlerden ayrı durmaya ve seçimlerin koşul ve sonuçlarına olduğu kadar yetkililerin eylemlerine karşı çıkmaya da devam edebilir. Dolayısıyla, “halk egemenliği” oylama yoluyla seçilmiş güce aktarılabilir aktarılmasına ama bu hiçbir zaman tam bir aktarım değildir. Halk egemenliği kuşkusuz rejimleri seçtiği gibi yıkabilir de, bu nedenle, onunla ilgili bir şeyler hep aktarılamaz kalır. Halk egemenliği parlamenter iktidar biçimlerini meşrulaştırdığı kadar, bu biçimleri gayrimeşru kılma gücünü de muhafaza eder. Parlamenter iktidar biçimleri halk egemenliğine ihtiyaç duysa da aynı zamanda ondan kesinlikle korkar, çünkü halk egemenliğinde, kurduğu her parlamenter biçime ters düşen ve onu aşan bir şey vardır. Seçilmiş bir rejim bile, “halk adına” konuşan ve demokrasinin icrasında nihai meşrulaştırıcı gücü elinde tutan “biz”i cisimleştiren bir halk meclisi (assembly of people) tarafından sekteye uğratılabilir veya devrilebilir. Başka bir deyişle, demokratik idarenin koşulları nihayetinde; belirli bir demokratik düzen tarafından asla tamamıyla sınırlandırılamayacak bir halk egemenliğinin ifasına bağlıdır. Halk egemenliği, hiçbir parlamentonun onsuz işlevini yerine getiremeyeceği ve her parlamentoyu işlevsiz kılmakla, hatta feshetmekle tehdit eden parlamento-üstü bir iktidar gibi anlaşılabilir. Bunu “anarşist” bir enerji veya demokratik düzen içinde daimi bir devrim ilkesi olarak adlandırabiliriz. Her iki durumda da bu, eylemlilikleriyle kendilerini fiilen “halk” olarak kuran bir dizi toplanmış ve toplanan bedene bağlıdır.


Elbette “halk” tarafından temsil edilen tüm olası insanların halk oldukları iddiasıyla ortaya çıkmaları hiçbir zaman söz konusu değildir! Bu nedenle, bildiğimiz üzere, “biz, halk”ın her zaman kendi kurucu dışsallığı vardır. Dolayısıyla, “biz”in tüm halkı hakça ve tam anlamıyla temsil ettiği söylenemez; daha kapsayıcı amaçlar için çabalasa bile halkın tamamını temsil edemez. Nitekim “halk” oldukları iddiasıyla toplanmış “Biz” halkı temsil etmez, ancak seçimler yoluyla halkı temsil edecek olanlara meşruiyet zemini sağlar. “Biz” olan halk/insanlar kendilerini temsil etmekten daha başka bir şey yapar, kendilerini halk olarak kurar; bu kendini yaratma ya da kendini kurma eylemi herhangi bir temsil biçimiyle aynı şey değildir. Temsili olmayan ve neredeyse totolojik olan bir şey böylelikle demokratik yönetim biçimlerinin temeli haline gelir -öyleyse halk egemenliği, bir halkı kendini adlandırma (self-designation) yoluyla oluşturmanın bir yoludur. Bu kendini adlandırma ve kurma edimi, kendini “halk” olarak telaffuz eden bir toplanmayı/meclisi oluşturur. Böylece halk egemenliği meşrulaştırdığı temsili rejimden ayrı, dönüşlü (refleksif) bir kendi kendini yaratma biçimdir. Herhangi bir rejimden bağımsız olmadığı sürece bu meşrulaştırma eylemini gerçekleştiremez.



Halk egemenliği hangi anlamda edimsel (performatif) bir icradır? Öyle görünüyor ki, “biz, halk” her şeyden önce kendini adlandıran ve kendini kuran bir söz edimidir. Biri başka biriyle beraber “biz” dediği veya bir grup bunu hep birlikte dile getirdiği anda bunlar kendilerini “halk” olarak kurmaya çalışırlar. Öyleyse, bir söz edimi olarak ele alındığında, “biz, halk” adlandırdığı toplumsal çoğulluğu meydana getirmeyi amaçlayan ifadedir. Bu çoğulluğu tarif etmez ama onu dile getiren toplumsal çoğulluğu meydana getirmeyi amaçlar. Görünen o ki, “biz, halk” ifadesinde kendini yaratmanın dilsel bir biçimi iş başındadır; bu oldukça büyülü bir edim olarak ya da en azından bizi edimselliğin büyülü doğasına inanmaya mecbur bırakan bir edim olarak görünür. [4] Şüphesiz ki “biz, halk” istek ve arzuları ifade eden ya da amaçlanan eylemleri ve politik iddiaları duyuran daha uzun bir beyanının başlangıcıdır. Bu bir mukaddimedir, dolayısı ile belirli bir dizi beyanın dile gelmesi için gereken zemini hazırlar. Bizi esaslı bir politik iddiaya hazırlayan bir cümledir, fakat bu aşamada, bizden cümleyi başlattığımız yerde durdurmamız ve bu politik iddia çoktan ortaya atıldı mı yoksa henüz kurulma aşamasında mı diye sormamız isteniyor. Aynı anda “biz, halk” diyebilecek tüm insanların bu cümleyi hep bir ağızdan ahenkle söyleyebilmesi imkânsızdır. Ve Occupy hareketindeki toplanmalarda görüldüğü gibi, olur da bir araya gelmiş bir grup “biz, halk” diye haykırırsa, bu, tek bir kişinin diğerleriyle aynı anda konuştuğu ve söz ediminin ortaklaştırıldığı toplu çoğul eylemden istenmeyen bazı çoğul seslerin yükseldiği kısa ve geçici bir andır.


Fakat kabul etmek gerekir ki, kelimenin tam anlamıyla hep bir ağızdan konuştuğumuz ve kendimizi “halk” olarak adlandırdığımız böyle bir an, nadiren bu denli eşzamanlı ve çoğul bir şekilde gerçekleşir. En nihayetinde, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki “Biz, halk” ibaresi bir alıntıdır ve bu ibare hiçbir zaman alıntı olma niteliğinden tam anlamıyla kurtulamaz. Bağımsızlık Bildirgesi, yazarlara genel olarak halka adına konuşma yetkisini veren böyle bir ibare ile başlar. Bu ibare politik otoriteyi tesis ederken aynı zamanda hiçbir politik otoriteye bağlı olmayan bir halk egemenliği biçimini de ilan eder. Halk egemenliği kendini verebilir (uzlaşma zamanlarında) ya da kendini geri çekebilir (uyuşmazlık veya devrim zamanlarında); bu da, meşruiyetini “baskı” dışında bir temele dayandırmak isteyen her rejimin, halk egemenliğinin verilmesine bağımlı olduğu anlamına gelir. 



Söz edimi, ne kadar tam zamanında vuku bulmuş olursa olsun, bir atıf/alıntı zincirine eklenir; bu da, söz ediminin zamansal koşullarının onun dillendirilmesine vesile olan andan önce geldiği ve onun ötesine geçtiği anlamına gelir. Yine bir başka nedenden ötürü, söz edimi, ne kadar edimsel (illocutionary) [5] olursa olsun, telaffuz edildiği ana tamamıyla bağlı değildir: sözün dile getirilişi tarafından adlandırılan ve üretilen çoğulluğun hepsi aynı anda konuşmak için aynı yerde toplanamaz, dolayısıyla hem mekânsal hem de zamansal olarak genişletilmiş bir olgudur bu. Halk egemenliği –halkın öz yasama gücü- nerede ve ne zaman “ilan edilirse” edilsin ya da daha ziyade “kendini ilan ederse” etsin, bu tam olarak bir “an”da değil, daha çok bir dizi söz edimi ya da edimsel icra yoluyla gerçekleşir. Herkesin bir ağızdan konuştuğu bir halk meclisi sahnesi farz edebiliriz, ancak bu sahne hem soyut hem de biraz korkutucudur - faşist bir yürüyüşe veya militarist marşa benzeyen bir tür Gleichschaltung’u [6] çağrıştırır. “Biz, halk” bir birliği gerektirmez veya birlik yaratmaz, halkın kim olduğuna ve ne istediğine dair bir dizi tartışmayı başlatır veya temellendirir.


Şunu kabul edelim: Halk egemenliği ileri sürüldüğünde herkesin aynı şekilde konuşmasını, hatta aynı kelimeleri “söylemesini” istemeyiz gerçekten. (Böyle ortak/uyumlu çoğul ifade fikri için hangi dil kullanılırdı? Ve bu dil ne tür bir hegemonya kurardı?) Yine de “biz, halk” tabiri, halkın kendini adlandırmak ve böylece kendini çoğul bir politik formda toplamak için birlikte hareket edebileceğini ve ettiğini imleyen bir halk egemenliği biçiminin simgesi olarak kabul edilebilir. Bu, birbirleriyle aynı fikirde olduklarını değil, sadece kendi kendini kurma sürecinin kolektif veya ortaklaşa olması gerektiğini anladıklarını gösterir. Herhangi biri “biz, halk”ı harekete geçirmeye çalıştığında, bunu kimin söylediğine, bunu söylemeye hakkı olup olmadığına, bunu söylerken söz edimlerinin etkili olup olmayacağına, insanları bu sözlerle bir araya getirip getirmeyeceğine bakarız. Bu deyiş bize bu insanların kim olduğunu söylemez ama kim olduklarına ve kim olmaları gerektiğine dair tartışmanın başladığı, kendi kendini kurma biçimini belirtir.


J.L. Austin
J.L. Austin

Eğer J. L. Austin’i izliyor olsaydık, “biz, halk”, telaffuz edildiği anda nesnesini (kendisini) oluşturan edimsel bir söz edimi olarak kabul edilirdi [7]; oysa bir alıntı/atıf söz konusu olduğu için ben bunun aslında, her zaman eşzamanlı ve çoğul bir kendini adlandırma biçimine bürünmeyen bir dizi ya da bir grup edimsel icra yoluyla, tekrar tekrar ve ancak kısmen kurulduğunu öne sürerdim. Belki buradan da anlayabileceğimiz gibi, “biz, halk”, sözceleme ediminin, edimsel eylemin büyülü güçlerinin örtük bir eleştirisini yapan bir tabirdir. Nadiren bu şekilde dile getirilir ve yine de başka eylemler aracılığıyla konuşur. Ayrıca, eğer bir grubun “biz, halk”ı beyan etmek için, öncelikle belirli bir yerde, bir kent meydanında ya da eşdeğer başka bir yerde toplanması gerektiğini düşünürsek; toplanma ve yeniden toplanma eyleminin bu deyişin işlevini zaten yerine getirdiğini anlamakta başarısız oluruz; diğer bir ifadeyle, toplanma, herhangi bir söz ediminden önce veya ayrı olsa da zaten edimsel bir politik icradır. Böyle bir kavram şunu ima eder: çoğul varlıklarını ortaya koymak için toplanan bedenler hâlihazırda kendilerini adlandırırlar; meşruiyeti onlara bağlı olan rejimlere destek vererek ya da desteklerini çekerek onlardan bağımsızlıklarını ilan etmek suretiyle zaten halk egemenliğini ifa ederler. Bu nedenle, edimsel olan; seçim iktidarının dışındadır ve aynı zamanda onun meşrulaştırılması işlevini görür. Bir mekâna ve zamana birlikte gelen bedenler veya farklı mekân ve zamanları birbirine bağlayan devreler aracılığıyla hayata geçirilen politik edimlerin kendilerini “bir halk” olarak oluşturmak için hep bir ağızdan, hatta aynı dilde konuşulmaları gerekmez. Üstelik, onu dile getirenler toplandıkları ya da dağılıp yeniden bir araya geldikleri zaman, edimsel olan artık tek seferlik/tam zamanında bir “eylem” veya (şüphesiz bazen bu biçimi alıyor olsa da) dile getirilmesi için münferit bir vesile değildir. O halde, şu soruyla baş başa kalırız: “Biz, halk”ın beyan edildiği söz edimi konuşma dışında meydana gelmiyor mudur ve sadece bir edim olmaktan daha başka bir şey teşkil etmiyor mudur? 


Ben bedenlerin toplanmasını edimsel bir icra olarak ele almayı teklif ediyorum ve böylece halk egemenliğinin yalnızca (a) edimsel bir ifa olmadığını, aynı zamanda (b) bedenlerin edimsel bir icrasını zorunlu olarak ihtiva ettiği öne sürüyorum. Öncelikle “biz, halk”ın güvence altına almaya çalıştığı halk egemenliği fikrini anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Derrida’nın göstermiş olduğu gibi, Bağımsızlık Bildirgesi’nde, cümlenin gidişatında bir tökezleme söz konusu zaten. [8] Eğer bu hakikatleri kendiliğinden açık gören “biz”, halksak, o zaman zaten bir sorunla karşı karşıyayız demektir. Çünkü edimsel bir beyan bu hakikatleri meydana getirmeyi amaçlar, halbuki eğer bahsi geçen hakikatler kendiliğinden açık ise, o zaman bunlar tam da meydana getirilmeleri gerekmeyen türden hakikatlerdir. Bunlar ya edimsel olarak çıkarılırlar ya da zaten kendiliğinden açıktırlar, bu durumda zaten kendiliğinden açık olanı meydana getirmek paradoksal görünür. Bir dizi hakikatin varlığa getirildiğini söyleyebiliriz ya da bu hakikatleri bir yerlerde bulduğumuzu ve onları varlığa getirmediğimizi söyleyebiliriz. Ya da bahsi geçen bu tür hakikatlerin kendiliğinden açık olduğunun bilinmesi için kendiliğinden açık olarak beyan edilmeleri gerektiğini söyleyebiliriz. Başka bir deyişle, bunların apaçık hale getirilmeleri gerekir ki bu da kendiliğinden açık olmadıkları anlamına gelir. Bu döngüsellik çelişki ya da totoloji riski taşıyor gibi görünse de, belki de hakikatler yalnızca beyan edilme tarzlarıyla apaçık hale gelmektedir. Başka bir deyişle, söz konusu hakikat önceden verili ya da durağan olmayıp belirli bir tür çoğul eylem yoluyla icra ya ifa edildiğinden, bu hakikati apaçık kılmanın yolu, o hakikatin edimsel olarak icra edilmesidir. Eğer halk egemenliği iddiasında söz konusu olan çoğul eylem kapasitesinin ta kendisiyse, o zaman bu hakikati, kendini kurma (self-constitution) olarak adlandırdığımız çoğul ve her zaman çatışmalı olan icranın dışında “gösterme”nin bir yolu yoktur. Eğer çoğul özne kendi edimsel eylemi esnasında kuruluyorsa, o zaman hali hazırda kurulmamış demektir; yani edimsel ifasından önce hangi biçime sahip olursa olsun, bu biçim eylemde bulunurken ve eylemde bulunduktan sonra aldığı biçimle aynı değildir. “Biz,” belli bir “toplanma”yı (gathering) yaratır. Aynı zamanda, bu açıkça ifade edilmese de, “biz” ancak bedenler mekânın ve zamanın belirli bir düzenlenişinde bir araya geldiklerinde varlık kazanır. Bu durumda süreklilik arz eden ve rastlantısal, dönemsel veya muayyen dağılma anları içeren bu toplanma hareketini nasıl anlamalıyız? Bu tek bir eylem değil, birbirinden farklı eylemlerin yöndeşmesi, uyuma indirgenemez bir politik toplumsallık biçimidir. Bir kalabalık hep beraber konuştuğunda bile, insanlar başka birinin sesini duyacak, kendi seslerini ayarlayacak, belli bir ritim ve ahenge ulaşacak ve böylece birlikte anlamlandırıcı bir eylemin ya da söz ediminin üstlenildiği kişilerle işitsel ve bedensel bir ilişki kuracak kadar yakınlıkta toplanmalıdır. Şimdi konuşmaya başlıyoruz, şimdi duruyoruz. Şimdi ya da az çok belirli bir zamanda hareket etmeye başlıyoruz ama kesinlikle tek bir organizma olarak değil. Hepsini birden durdurmaya çalışıyoruz ama bazıları hareket etmeye devam ederken, diğerleri kendi tempolarında hareket edip dinleniyor. Zamansal sıralılık ve koordinasyon, bedensel yakınlık, seslerin çeşitliliği, eşgüdümlü seslendirme, tüm bunlar toplanma ve gösterinin temel boyutlarını oluştururlar. Ve  hepsi de, “biz, halk”ı dile getiren söz edimi tarafından varsayılır; bunlar onun dile getiriliş anını yaratan vesilenin karmaşık bileşenleridirler.



Beden her zaman bu vesilenin parçası olmuştur. Hatırlanacağı üzere, edimsel eylem, bizzat dile getirilmesi vesilesiyle etki üreten bir söz edimi olarak nitelendirilmektedir. Bu, dile getirme eyleminin kendi kendisinin vesilesi olduğu anlamına gelmez, zira her dile getiriş, mekânsal, zamansal ve duyusal alanların belli bir yöndeşmesini gerektirir. Nitekim “biz, halk ”ın dile getirildiği vesile, bedene bürünmüş, çoğul bir politik toplumsallığı gerektirir.


Söz ediminin salt dilsel olduğunu düşündüğümüzde bile, eğer hiç düşündeysek, onun, gırtlak ve ağzı, nefes almayı, belirli bir şekilde davranan bedensel bir organizmayı, sınırlandırılmış bir işitsel alan gerektiren bir seslendirme modeline; birlikte bir şeyler yapmaya ve söylemeye çalışmak için her birinin ne yaptığını ve söylediğini duyacak, görecek ya da başka bir şekilde hissedecek kadar yakın olan bedenlerin oluşturduğu bir yakınlık alanına bağlıydı; konuşmanın kendisi başlı başına bir harekettir ve “hareket” iki temel anlam taşır: bedensel hareketlilik ve politik örgütlenme.


O halde, “biz, halk”ı bir şekilde bedensel ve politik bir hareket olarak ortaya çıkarmayan herhangi bir söz edimi var mıdır? Bu söz edimi her zaman bir politik beden varsaymaz mı, onu bir araya getirip gerçekleştirmez mi? Bir yandan, eğer seslendirmeyi söz ediminin modeli olarak ele alırsak, o zaman beden şüphesiz konuşmanın organı, konuşmanın hem organik koşulu hem de aracı olduğu varsayılır. Beden konuşurken saf düşünceye dönüşmez ama sözelleştirme için organik koşulları ifade eder. Bu durumda, konuşma, seslendirilmiş bir söz edimi olarak sınırlı bir şekilde kavramsallaştırılırsa, konuşma organı olmadan konuşma olmaz ki bu da şüphesiz organik taraf olmadan söz edimi olmayacağı anlamına gelir. Peki, konuşmanın organik boyutu, konuşmada yer alan ve konuşma adına ileri sürülen iddialara ne katar? Eğer konuşmanın, bilinci ve özellikle de konuşanın “niyet”ini yansıttığı kabul edilirse, bu durumda niyet, konuşma tarafından temsil edilen bilişsel bir an olarak tasavvur edilir, dolayısıyla da konuşma, bu ön bilişsel içeriğe tekabül ediyormuş gibi anlaşılır. Shoshana Felman bunun nedenini, Le scandale du corps parlant adlı eserinde açıkça ortaya koymuştur: tam da konuşma organik taraf olmadan imkansız olduğu için, tamamen bilişsel bir niyeti aktarmayı amaçlayan konuşma eylemi bile organik bedenden kaçamaz. [9] Konuşmada açığa vurulan en saf ideal niyet bile organik koşulu olmaksızın imkânsızdır.


Öyleyse, bedensel edimlerden ayrılabilecek salt dilsel bir konuşma edimi olmadığı gibi, kendi organik koşulunu ortadan kaldıran salt kavramsal bir düşünce anı da yoktur. Bu da bize, “biz, halk” demenin ne anlama geldiği hakkında bir şeyler söyler, çünkü bu ifade, ister bir metinde yazılı olsun ister sokakta söylensin, kendini adlandırma ve oluşturma eylemindeki bir topluluğu belirtir. Eylerken, söze dökülmesinin vesilesinde ifade edilsin ya da edilmesin, bedenlerin çoğulluğunun içkin bir koşuluyla kendi üzerinde etkide bulunur. Çoğul ve dinamik olan bu bedensel koşul bu vesilenin kurucu bir bileşenidir.


Şunu da ekleyebiliriz: organik olan, aktarmayı amaçladığı kavramsal niyetten daha saf değildir, çünkü şu ya da bu ayrı töze değil de kendi toplumsal anlamını kuran bir ilişkiler, jestler ve hareketler kümesine ait olmasıyla, her zaman bir yolla düzenlenmiştir. Öyleyse, başka hangi tür bedensel eylem ve eylemsizlikler, etkileşimler, davranışlar, koordinasyon ve örgütlenme biçimleri, artık kısıtlı bir şekilde seslendirme olarak anlaşılmayan söz edimini koşullandırabilir ve kurabilir? Sesler -şarkı söylemek,  slogan atmak, bildiri yayınlamak, davul veya tencere çalmak ya da bir hapishane veya ayırma duvarlarına vurmak gibi- ortak anlamlandırma yollarından yalnızca biridir. Tüm bu eylemlerin “konuşma” biçimi, nasıl oluyor da organik ve politik olanın başka bir anlamına, toplanmanın kendisinin performatif icrası olarak yorumlanabilecek bir anlama işaret eder?


***


“Biz, halk”ın edimsel icrası, bu belirli söz öbeğinin seslendirilmesinden önce gerçekleşir. İfade (phrase) telaffuz edilmeden önce cisimleşir/bedenlenir ve telaffuz edildiğinde bile cisimleşmiş/bedenlenmiş olarak kalır. İfade cisimleşmesinden/bedenlenmesinden ayrı düşünülemez. “Biz, halk”, bir tür toplanmanın kendisini zaman ve mekânda adlandırdığı ve biçimlendirdiği bir eylem ya da eylemler dizisi olsa da, adalet ya da eşitlik yönünde herhangi bir özel talepten de önce gelir. Demek ki talepler ancak bir toplanma kendini halk olarak adlandırdıktan sonra ortaya çıkar ve bu kendini-kurma, halk adına herhangi bir özel talepten önce gelir. “Biz, halk” talebi olmayan edimsel bir icra olsa da, temelde, halkın kendi çoğullunda cisimleşmiş/bedenlenmiş ve edimsel teşekkülüne bağlı taleplerin ortaya çıkmasına sebep olur kuşkusuz. [10]


Halkın cisimleşmiş/bedenlenmiş karakteri, hangi tür taleplerin öne sürüldüğü bakımından oldukça önemlidir. Örneğin, servet nüfusun %2’sinde toplandığında, giderek artan sayıda insan evlerini ve işlerini kaybettiğinde, insanlar [halk] açıkça sınıf çizgileriyle birbirlerinden ayrılmış ve ekonomik güç kökten eşitsiz yollarla dağıtılmıştır. Hızla artan güvencesizlik riskiyle yüz yüze gelenler sokağa dökülüp “biz, halk” diyerek taleplerde bulunmaya başladıklarında, orada görünen ve konuşanların kimliğinin “halk” olarak tanımlandığını iddia etmiş olmaktadırlar. Onlar unutuşa karşı mücadele ederler. Bu ifade, kazanç sağlayanların “halk” olmadığı anlamına gelmediği gibi illa basit bir dahil olmaya da -“biz de halkız”- işaret etmez. Daha ziyade, giderek artan eşitsizlik karşısında bir eşitlik biçiminin var olduğunu öne sürer ve bunu yaparken de yalnızca bu ifadeyi seslendirmekle, dile getirmekle kalmaz, eşitliği mümkün mertebe cisimleştirerek, insanların eşitlik temelinde toplanmasını sağlar. Eşitsizliğin ortasında eşitsizliği öne sürdükleri söylenebilir ancak bu beyhude ve faydasızıdır çünkü eylemleri yalnızca simgeseldir, oysa gerçek ekonomik eşitlik, istihdam olanaklarından menedilmiş ve astronomik miktarda borçları olanlar için hâlâ zor bulunur olmaya devam eder. Yine de tüm bunlar, toplanma pratiklerinde eşitliğin cisimleşmesi, karşılıklı bağımlılığın vurgulanması, ortaklaşa tutulan zemin, diğer alanlarda hızla kaybolan eşitliğin bir versiyonunu dünyaya yerleştirmeye başlar. Mesele, bedene yalnızca politik taleplerde bulunmak için bir araç gözüyle bakmak değil, ama bu bedenin, bedenler çoğulluğunun ilerideki tüm politik taleplerin önkoşulu haline gelmesine müsaade etmektir.



Nitekim, son yıllarda daha da belirginleşen sokak siyasetinde -Occupy hareketi, Tahrir Meydanı, Puerta del Sol- bedenin temel gereksinimleri politik hareketliliklerin merkezindedir- esasında bu gereksinimler her türlü politik talepten önce kamusal olarak icra edilir. Kuşkusuz bu taleplerin bir listesini yapabiliriz: bedenler/kitleler yiyecek ve barınma, saldırıdan ve şiddetten korunma, dolaşım ve çalışma özgürlüğü ile sağlık hizmetlerine ulaşım istiyor; bedenler destek görmek ve varlıklarını sürdürmek için başka bedenlere gereksini duyar. Elbette bu bedenlerin yaş dağılımları, güçlü kuvvetli olup olmadıkları da önemlidir, çünkü bedenler tüm bağımlılık biçimlerinde yalnızca bir başka kişiye değil, karmaşık insani ve teknik toplumsal destek sistemlerine gereksinim duyar.


Giderek artan sayıda insanın bedensel yaşamının son derece güvencesiz hale geldiği bir dünyada, bedenler kaldırımda, toprakta çamurda ya da kendilerini kendi memleketlerinden ayıran duvarlar boyunca bir araya geliyor; sanal katılımcıları da içeren bu toplanma, yine de bedenlerin çoğulluğunun daima mekânlarla, konumlarla ayrılmazca iç içe geçtiğini varsayar. Böylece bedenler kaldırıma, toprağa, mimariye ve içinde yaşadıkları teknolojiye aittir, dolayısıyla destek koşullarını oluşturan çevre ve ortamlar, makineler ve karmaşık toplumsal karşılıklı bağımlılık sistemleri olmadan büyümek, gelişmek şöyle dursun, hiçbir beden onu destekleyen koşullar olmadan yaşamını sürdüremez. Bu gerçek, yaşamın koşulu, icra edilir, gösterilir; gittikçe içine düştüğü unutuştan ortaya çıkar. Ve belli başlı politik talepleri ortaya koyuyormuş gibi görünse de, çoğul bedenin teşekkülünün günışığına çıkarak, polisin ve ekonomik güç odaklarının onu yeniden gölgeye itmeye yönelik girişimlerine meydan okunması, daha ileri politik talepler için temel koşulları ortaya koymaktadır. Bedenin tüm gereksinimlerini tek tek saymakla ilgileniyor olsaydık, sadece bu gereksinimlerin karşılanması için mi mücadele ederdik, yoksa bedenlerin gelişmesi ve yaşamların daha yaşanılır olması için mi?



Belki de politikanın koşulu ile onun çeşitli taleplerini birbirinden ayırmak mümkündür. Arendt’in, politik bir aktörün vücut bulması için bir “tezahür alanı” (space of appearance) gerektiğine dair ünlü bir iddiası vardır. [11] Ancak, bedenin kendisinin daimi gereksinimleri için bir tezahür alanı olabileceğini düşünmemiştir. Tezahür eden beden yalnızca konuşmaya yönelmiş değildir; hayatta kalabilmek, çalışabilmek ve yaşayabilmek için nelerin gerektiğini göstermeye çalışır. Son zamanlarda kendisini “halk” olarak adlandıran toplanmalarda, asıl olarak bedensel yaşamı sürdürmek için zorunlu temel gereksinimlere dikkat çekiliyor, çünkü hayatta kalmak diğer tüm taleplerin ön koşuludur. Hayatta kalmak veya yaşamı sürdürmek, politikanın amacı değil ön koşuludur. Hayatta kalmamızın sebebi tam da yaşamaktır ve hayat, hayatta kalmayı gerektirdiği kadar, yaşanabilir olmak için hayatta kalmaktan daha fazlası olmalıdır. [12] Öyleyse, bu temel koşuldan çıkan talep tam da yaşanılır bir hayat içindir, ama (eşitlik ve yaşanılırlığın uzlaştığı yerde) eşit derecede yaşanılır değil. Peki, biricik ve birörnek bir ideal ortaya koymadan, yaşanılır bir yaşam nasıl düşünülebilir? Bana göre mesele insanın gerçekte ne olduğunu ya da ne olması gerektiğini bulmak değildir, zira insanların da hayvan olduğu ve bedensel varlıklarının hem insani hem de gayri insani destek sistemlerine bağlı olduğu açıkça ortaya konmuştur. Bu nedenle, bedensel yaşamı oluşturan karmaşık ilişkisellikler hakkında düşünürken meslektaşım Donna Haraway’e bir dereceye kadar katılıyor ve insanın daha ideal biçimlerine değil, varlığımız için zaruri olan bir dizi bedensel ilişki ve karşılıklı bağımlılığı anlamanın daha karmaşık yollarına ihtiyacımız olduğunu öne sürüyorum. [13]


Beden yalnızca sabit sınırları olan münferit bir oluşum değildir, aynı zamanda yiyecek, barınma, cinsellik, görünme/tezahür, devinim, işitilebilirlik ve görünürlük ile kurulmuş bir ilişkiler bütünüdür. Bedensel bir yaşamın devam edip edemeyeceğini kısmen belirleyen birtakım toplumsal ilişki ve kurumsal biçime yerleşmiş ya da onlardan ayrılmış bir varlıktır. Bir beden gerçekten de bir diğeri olmadan var olamaz ve Kendi ile Öteki çerçevesinin içerimlediği “ikilik” insanları oluşturan bedenlerin çoğulluğunun hakkını veremez. Sonuç olarak, kırılganlıkları ve eylemlilikleri, çevreleri, teknolojileri, toplumsallıkları ve iktidara erişimleri tarafından koşullandırılan bu bedenlenmiş insanları nasıl anlamak gerekir?



Sokakta toplanmış bu aktif bedenlerin güçlü ve yükselen bir kalabalık/çokluk  (multitude) oluşturduğunu, bunun da başlı başına radikal demokratik bir olay ya da eylem teşkil ettiğini söyleyenler olsa da, ben bu görüşe ancak kısmen katılabilirim. Halk yerleşik iktidardan koptuğunda [ona karşı koyduğunda], halk iradesini hayata geçirir; yine de kimin, nerede koptuğunu ve kimin kopmadığını ve nerede olduklarını kesinlikle bilmemiz gerekir. Sonuçta, (toplanma haklarına itiraz etmesem de) desteklemek istemeyeceğim türlü türlü yükselen kalabalık var, ki bunlar arasında ırkçı veya faşist topluluklar ve şiddete eğilili parlamento karşıtı kitle hareketleri de eksik değil. Beni ilgilendiren, yükselen kalabalıkların canlılığından ya da onların kolektif eyleminden neşvünema buluyormuş gibi görünen umutvar bir yaşam gücünden ziyade, gittikçe artan güvencesizliğe karşı daha sürdürülebilir yaşanırlığın koşullarının tesis edilmesi için yürütülen bir mücadeleye dahil olmak. Politikanın nihai amacı, her ne kadar bazen kökten demokratik bir değişim doğrultusunda -ki bunu destekliyorum- herkes için yaşanabilir bir hayatın daha kalıcı bir imkânına dünyanın dikkatini çekmek ve algısını bu yönde değiştirmek amacıyla ayağa kalkmak önemli olsa da, “halk”a yeni bir anlam vermek için hep beraber ayağa kalkıp öne çıkmak değildir sadece (ki bu, güvencesizliğe karşı daha geniş kapsamlı bir mücadele içerisinde asli duygusal bir yoğunluk anı bile olabilir).


Sonuçta, böyle bir grubu bir arada tutan bir şey olmalıdır: bir talep, bir adaletsizlik ve yaşanılamazlık hissi, değişimin imkânına dair ortak bir öneri; ve bu değişim en azından, varolan ve gittikçe artan eşitsizliklere, hem yerel hem de küresel ölçekte dünya nüfusunun önemli bir bölümünü etkileyen giderek artan güvencesizlik koşullarına, demokratik süreçleri ve kitle hareketlerini zapt etmeye, bastırmaya çalışan otoriter ve güvenlikçi kontrol biçimlerine karşı bir direniş tarafından beslenmelidir. Bir tarafta, sokaklarda, internette ya da bu kadar görünür olmayan diğer dayanışma ağlarıyla, özellikle hapishanelerde bir araya gelen ve politik taleplerini doğrudan kamusal alanda görünen ya da görünmeyen dayanışma biçimleri aracılığıyla dile getiren bedenler; diğer tarafta ise, kamusal alanda ortaya çıkan ve taleplerini dil, eylem, jest ve hareket yoluyla, kol kola girerek, hareket etmeyi reddederek, polis ve devlet yetkililerini çeşitli şekillerde bedenen engelleyerek ortaya koyan hareketlenmeler var. Belirli bir hareket kendi stratejilerine ve yüz yüze geldiği ordu ve polis tehditlerine bağlı olarak, [bir taraftan diğerine geçebilir], önemli ölçüde tehlikeye açık kaldığı alanlara girip çıkabilir. Ancak bu durumların her birinde, bedenlerin yalnızca direnişin aktif aktörleri olmakla kalmayıp aynı zamanda temelde desteğe ihtiyaç duyduklarını unutmayarak, direniş ağlarını beraber şekillendirdiklerini söyleyebiliriz. Aynı şekilde, bunlar yalnızca desteğe ihtiyaç duymakla kalmazlar, direniş kapasitesine de ihtiyaçları vardır. Politikayı bu anlamda düşünmek, hem savunmasız bedenler için desteğe ihtiyaç duymanın ve bu desteği talep etmenin çok yönlü zorluğunu hem de direniş pratiklerinde bedenlerin ortaklaşa/çoğul olarak harekete geçirilmesini düşünmek anlamına gelir. Bu tür hareketler işe yaradığında, yaşamları yaşanabilir kılan kalıcı destek biçimlerine yönelik daha geniş çaplı bir talebi kolaylaştırmak için geçici destek sağlarlar kendilerine. Talep aynı anda hem telaffuz edilir hem eyleme dökülür, hem örneklendirilir hem iletilir. Bedenler tam da beden olduklarını göstermek ve bu dünyada bir beden olarak varlığını devam ettirmenin ne anlama geldiğini, bedenlerin hayatta kalabilmesi için hangi gerekliliklerin karşılanması gerektiğini ve sahip olduğumuz tek yaşam olan bedensel bir yaşamı nihayetinde yaşanabilir kılan koşulların neler olduğunu politik olarak bildirmek için toplanırlar. O halde sadece ya da öncelikle soyut haklara sahip özneler olarak dökülmeyiz sokaklara. Eğer toplanma özgürlüğü, kendimizi bir halk olarak kurma gibi haklara sahipsek, o zaman bu hakları bedensel pratiklerimizde hayata geçiririz. Bunlar pekâlâ söze dökülüp beyan edilebilir, ancak bu “beyan” (statement), kimsenin konuşmasına gerek kalmadan, çoğul bedenlerin bir araya gelmesiyle işaret edilen toplanmada zaten mevcuttur. Sokaklara çıkıyoruz, çünkü orada yürümeye ya da hareket etmeye ihtiyacımız var; tekerlekli sandalyede bile olsak, sokakların engellenmeden, taciz edilmeden veya idari gözaltına muhatap kalmadan, yaralanma veya öldürülme korkusu yaşamadan hareket edebileceğimiz şekilde yapılandırılmasına ihtiyacımız var. Sokaklarda olmamızın sebebi, varlığımızı devam ettirmek, adına yaraşır bir yaşam sürmek için altyapı desteğine ihtiyaç duyan bedenler olmamızdır. Hareketliliğin kendisi şüphesiz bedenin bir hakkıdır ve aynı zamanda bizzat toplanma hakkı da dahil olmak üzere diğer hakların kullanılması için bir ön koşuldur. Toplanma, aynı anda hem her türlü mümkün hak talebinin koşulu hem de toplanmanın hak iddia ettiği spesifik bir haktır. Bu döngüsellik bir çelişkiden ziyade politik bir çoğulluğun, bir halkın kurucu koşuludur. Eğer beden tanımı gereği aktif –her zaman kendi kendisini kuran, asla kurulmayan bir şey- olsaydı, toplumsal ve ekonomik adalet adına bedenin özgür faaliyetine izin veren koşullar için mücadele etmemiz gerekmezdi. Bu mücadele, bedenler kısıtlandığı ve kısıtlanabildiği için gerçekleşir. Bedenin kırılganlığı, hızla yaygınlaşan güvencesizlikle mücadele etmeyi amaçlayan bu kamusal toplanmalarda ve koalisyonlarda açığa vurulur. Dolayısıyla, kırılganlık ile hayatta kalmamız, gelişip serpilmemiz ve politik direnişimizi belirleyen faaliyet biçimleri arasındaki ilişkiyi anlamak daha da zaruri hale gelir. Gerçekten de, sokakta fiilen göründüğümüz anda bile, her tür saldırı karşısında savunmasızız. Bu durum özellikle, sokağa izinsiz çıkanlar, polise, askere ya da diğer güvenlik güçlerine silahsız karşı koyanlar, transfobik çevrelerde transseksüel olanlar ve vatandaşlık hakkı isteyenlere suçlu muamelesi yapan ülkelerde belgeleri olmayanlar için geçerlidir. Ancak kişi korumadan yoksun bırakılsa da, bir tür “çıplak yaşam”a indirgenmiş de değildir. Bilakis, korumadan yoksun bırakılmak bir tür politik teşhirdir; hem somut olarak savunmasız, hatta kırılabilirdir, hem de potansiyel ve aktif olarak meydan okur, hatta devrimcidir. Toplanan ve kendilerini “biz, halk” olarak adlandırılan ve biçimlendiren bedenler, bedensel gereklilikleri bir kez daha unutulmaya terk edecek olan soyutlama biçimlerini hedef alırlar. Ortaya çıkmak, görünür olmak, hem kendini tehlikeye açık kılmak hem de meydan okumaktır, yani bu kopmada/ayrılmada işleniriz ve kendimizi işlerken kendileri için talepte bulunduğumuz bedenleri tehlikeye açık hale getiririz. Bunu aramızda illa herhangi bir uyum ya da sevgi aramadan birbirimiz için ve birbirimizle birlikte yaparız. Yeni bir politik beden yaratmanın bir yoludur bu.



Çeviren: Murat Erşen




[1] H. Arendt, The Human Condition, (Chicago: University of Chicago Press, 1958).

[2] Birleşmiş Milletler, “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” (1948) (madde 20, 23). [Madde 20: 1. Herkes, barış içinde toplanma ve örgütlenme hakkına sahiptir; 2. Hiç kimse, bir örgüte üye olmaya zorlanamaz.]

[3] Uluslararası Çalışma Örgütü, barışçı toplantı özgürlüğü hakkının, toplu sözleşme ve uluslararası emek örgütlerine katılım ve üyelik gibi konuların merkezinde olduğunu söyleyerek bunu açıklığa kavuşturmuştur. Tajman ve Curtis, Freedom of Association: A User’s Guide, Standards, Principles, and Procedures of the International Labour Organization (Geneva: International Labour Information, 2000), s. 6.

[4] Bkz. Judith Butler, “Performativity’s Social Magic,” Bourdieu: A Critical Reader, düz. Richard Shusterman (London: Basil Blackwell, 1999). 

[5] “Bir söz edimi, bir illocutionary act, yani mevcut bir hali sadece kastetmeyen ya da betimlemeyen ama sadece söyleyişiyle kastettiği/anlamına geldiği şeyi gerçekleştiren bir söylem olarak sınıflandırılır.” (çn.).

[6] Nazileştirme sürecini ifade eden terim “koordinasyon” diye tercüme edilebilir. Almanca “gleich” (aynı) ve “schaltung” (devre) kelimelerinden oluşur ve tüm anahtarların aynı devreye yerleştirilmesi anlamına gelen bir elektrik mühendisliği teriminden türetilmiştir (çn.).

[7] J.L. Austin, How to Do Things with Words, eds. J.O. Urmson and Marina Sbisa, (Cambridge: Harvard University Press, 1962), Lecture IX.

[8] Bkz. J. Derrida, “Declarations of Independence,” çev. T. Keenan and T. Pepper, New Political Science 15 (Summer 1986): 3–19. Ayrıca bkz. M. Canovan, The People (Cambridge: Polity, 2005); E. Balibar, We, the People of Europe? Reflections on Transnational Citizenship, çev. J. Swenson (Princeton: Princeton University Press, 2004) [Türkçe çeviri: Biz, Avrupa Halkı? Ulusaşırı Yurttaşlık Üzerine Düşünümler, çev. Kutlu Tunca, (İzmir: Ara-lık, 2007); ve J. Frank, Constituent Moments: Enacting the People in Postrevolutionary America (Durham, N.C.: Duke University Press, 2010).

[9] S. Felman, Le scandale du corps parlant (Paris: Seuil, 1980), İngilizce çeviri: The Scandal of the Speaking Body (Stanford, Calif.: Stanford University Press, 2002). O metnin giriş bölümünde yer alan bazı görüşlerim bu metinde yeniden ele alınmıştır.

[10] Talepler ve bunların öne sürülme biçimleri hakkında farklı bir açıklama için bkz. Ernesto Laclau, On Populist Reason (London: Verso, 2005) [Türkçe çeviri: Popülist Akıl Üzerine, çev. Nur Betül Çelik (Ankara: Epos, 2007)].

[11] H. Arendt, The Human Condition (Chicago: University of Chicago Press, 1958), 199 [Türkçe çeviri: İnsanlık Durumu, çev. Bahadır Sina Şener (İstanbul: İletişim, 1994), s. 284, V. böl 28. “Güç ve Tezahür Sahası”].

[12] Bkz. benim “Introduction: Precarious Life, Grievable Life,” in Frames of War: When Is Life Grievable? (London: Verso, 2009) [Türkçe çeviri: Judith Butler, “Giriş: Kırılgan Hayat, Yası Tutulabilen Hayat”, Savaş Tertipleri-Hangi Hayatların Yası Tutulur? içinde, çev. Şeyda Öztürk (İstanbul: YKY, 2015)].

[13] Bkz. Donna Haraway’in şu eserlerinde yer alan ilişkiselliklerle ilgili görüşleri: Simians, Cyborgs, and Women (Routledge, 1991) ve The Companion Species Manifesto ( Prickly Paradigm Press, 2003).

コメント


Üst
bottom of page