Orçun Güzer
Gemiye bir erkek yerine kadın binse ne olurdu sorusunun yanıtında oluşan duruma, sadece erkek mürettebatın olduğu bir gemideki koşulları eklersek, Arjantinli yazar Norah Lange’in 45 Gün ve 30 Denizci (45 días y 30 marineros, 1933) romanına ulaşırız.
07/24 | Kitap
I.
Gemiden Düşen Adam (A Gentleman Overboard, 1937) [1], Herbert Clyde Lewis’in 1937-1940 arasında yazacağı üç anlatıdan ilkidir: Bunların üçü de talih, yazgı ve yalnızlık temaları üstüne odaklanır; ilki ses getirmez, diğeri ikisi ise İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık günlerine denk geldiği için zamanlaması nedeniyle antipatiyle karşılanır. Belki de Lewis, yalnızlığı ve sıkışmışlığı anlatarak, gelmekte olan karanlık zamanları doğru bir şekilde öngörmektedir: Her toplum, yalnızlaşma koşullarının hazırlayıcısı olmasıyla, her yalnızlığın görünmez ortağıdır – dert ortağı değil elbette, suç ortağı.
Gemiden Düşen Adam’da, adından da tahmin edilebileceği gibi, adam gemiden denize düşer. Fakat Lewis’in asıl meselesi bu kaza değildir. Dolaylı anlatım tekniğini kullanan alimimutlak üçüncü şahıs, okura hikâyenin baş kişisi Henry Preston Standish’in zihnini açarak onun nasıl bir toplum tornasından çıkma olduğunu gözler önüne serer. Adamımız, masalsı değil realist Amerikan Rüyası’nın parlak çocuklardan biridir: Aileden üst sınıfa mensup, Yale mezunu, hayatında hiçbir zorlukla karşılaşmamış, her olanağı önünde hazır olarak bulmuş, hali vakti yerinde bir Wall Street bankacısı; iyi aile babası, orta yolcu, daima ölçülü bir vatandaş; tatil gezisinde bindiği gemide bile takım elbiseden vazgeçmeyen bir resmiyet meraklısı; kendi gibi adamların vakit öldürdüğü bir sürü saçma sapan kulübün hevesli üyesi. İşte bu adamın denize düştüğünde ilk hissiyatı korku değil, utançtır: Toplum, saygınlık, erdem, adab-ı muaşeret; ıssız okyanus kılığında karşısına dikilir. Nasıl böyle bir sakarlık yapmıştır; nasıl böyle bir rezilliğe bulaşmıştır? Utancından doğru dürüst gemiye seslenemez bile. Kendisini bulduklarında çıplak olmayı aşağılanma saydığı için uzun süre takım elbisesini çıkarmaz; iç çamaşırıyla kaldığında ise cüzdanını bırakmaz; cüzdanını korurken de, yenisini bulabileceği veya bulamayacağı kartvizitleri ayırmaya girişir – koca okyanusun ortasında bir başına kalmışken, gemi ufukta yiterken, işte bunlarla uğraşır. Uzun süre belli bir serinkanlılığı korur, çünkü yokluğunu, iyi-kötü sohbet ettiği birkaç yolcunun hemen fark edeceğinden, sonra da geminin geri dönüp kendisini arayacağından emindir. Hatta öyle emindir ki, kurtarılınca nasıl meşhur olacağının, gazetelere nasıl röportaj vereceğinin, karısına başından geçen bu olağanüstü deneyimi nasıl anlatacağının pembe hayallerini kurar. Anlatıcı odağını gemiye çevirdiğinde, Standish’in tamamen yanıldığını görürüz: Yokluğu yolcular arasında fark edilse bile, kimse umursamamış, başına bir felaket geldiğinden şüphelenmemiştir. Sonuçta, üst sınıftan bir beyefendiyi fazla yakınlıkla rahatsız etmemek gerekir.
Baştan itibaren, Lewis’in bize Jack London tarzı bir ölüm kalım hikâyesi değil, hiciv unsuru Mark Twain’den daha sert bir trajikomedi anlattığından emin oluruz. Ancak tam da trajikomedinin başladığı nokta, kazazedenin, ölüm-kalım meselesinin ciddiyetini kavrayamamasındadır. Beyaz-erkek-modern burjuvanın, kültürle yoğrulmuş zihninde toplumsal ritüeller ve sınıfsal kaygılar ise daima baskındır – karada olduğu kadar denizin ortasında da. Bir raportör ciddiyetiyle bize olayları aktaran üçüncü şahıs anlatıcının, en korkunç detaylarda bile duygusallığa aman vermeyen mesafeli anlatımı, kara mizahı güçlendirir. Kara mizahın ana kaynağı yüksek kültür insanının hayatta kalma beceriksizliği değildir; burada tek bir bireyin başarısızlığı değil, insanlığın inşa ettiği uygarlığın fiyaskosu ayyuka çıkar. Yaşamın güvenli, işlerin tıkırında, matematiksel hesapların yanılmaz, ilerlemenin durdurulamaz olduğuna inanan, doğayı kendi dışında bir süs nesnesi olarak gören, kendi ürettiği yapıntıların ve kültürel örüntülerin içine kendini hapsetmiş olam modern insan, doğanın öngörülemezliğiyle karşılaştığında, en hafifinden, afallar. Standish’in gemiden düşmesi, Central Park’a yakın lüks evinden seyrettiği ağaçlardan ibaret olmayan doğayla bir başına yüzleşmesidir. Kitabın sonunda yazısı yer alan Brad Bigelow’un yorumuna göre, bu unutulmuş kitabın 2010’da keşfedilmesi sonrasında tüm dünyada anılır olmasında, 2020’deki COVID-19 salgınındaki zorunlu izolasyon süreçleriyle evrensel hale gelen “müşterek yalnızlığa” hitap etmesinin de rolü olmuştur. [2]
Peki Standish’in istediği gerçekten de bu güvenli sınırlar içinde kalmak mıdır? Denize düştükten sonraki ahmakça vakit kaybına rağmen, kazazedemiz pek de ahmak değildir; en azından bir uyanışın eşiğindedir. Karadayken içine sıkıştığı tek düze, tek düzenli ve tekçi hayatı sezdiği için, bir anda boğulma hissine kapılmış ve tek başına uzaklara yolculuğa çıkma isteğine kapılmıştır. Bu yüzden, onun içindeki boşluğu açık denizde keyifli bir günbatımı seyri de doyurmaz; çöplerin döküldüğü kapıdan eğilip, denize, o yabancı, akışkan dünyaya yakından bakmak ister. Elbette gemideki diğer yedi yolcu, onun böyle bir arzuya kapılacağını tahmin edemezler; onlar için Standish bilerek gemiden atlamış, intihar etmiştir; hepsi de Standish ile olan diyaloglarını tarayıp, olguları bu yeni gerçeğe uydurarak yorumlarlar. Bu tipik topluluk davranışı, aslında onların Standish’in yokluğunu fark edip de görmezden gelmeleri sonucu oluşan vicdani rahatsızlıklarını susturmak için bir bahanedir. Diğer yandan, eğer Freud’un ölüm içgüdüsü hayati risk almakla da ilgiliyse, Standish’in durup dururken kendine risk yarattığı söylenebilir; ancak yaşam içgüdüsü, riskin felakete dönüştüğü noktada yeterince güçlü bir şekilde devreye giremez. Belki de gemidekiler haklıdır: Standish farkında olmadan intihar etmiştir; aklının bir köşesinde, suya girdiği andan itibaren, zaten her şeyden vazgeçmiştir – 1950’de kalp krizinden ölen Lewis’in ölümünün, yakınlarınca bir intihar olarak yorumlanması gibi. Otuz beş yaşındaki Standish’in bir anda eşini, çocuklarını, işini geride bırakıp nedenini bilmeksizin egzotik uzaklara gitmesi bir varolulşal krize işaret eder; öyleyse, şunu söylemek yanlış olmaz: Adamımız, kazadan çok önce bir kazazede haline gelmiştir; onun yüzleştiği asıl kaza, yanlış yaşanmış bir hayattır; rastlantılara ve başkalarının kendi adına aldığı kararlara uyarak ortasına geldiği ömrüdür. Boğulması, suya düşüşünden çok önce başlamıştır.
Orta yaşlı erkeğin varoluşsal bunalım içinde yaşamını sorgulaması meselesi bugünün penceresinden baktığımızda, erkek yazarların pek sevdiği bir klişe gibi görünüyor, ama Lewis’in bakışının toplumsal hiciv merceğinden geçmesi, Gemiden Düşen Adam’ı hısmı olan metinlerden farklı bir yere koyuyor. Diğer yandan, şunu da düşünelim: Kendi boşluğundan panikleyip kaçan adam yerine, geride bir boşlukla kalan kadının hikâyesini anlatsaydık, nasıl olurdu? Lewis, okyanusun ortasına terk edilen Standish’e kendi yalnızlığını verir; bu uğurda Standish’in eşini çocuklarıyla birlikte yalnız bırakması gerekecektir. Yani, “gemiden düşen adam”a karşılık bir de “gemiye çağrılmamış kadın” var – Henry Standish’in, sorgusuz güveniyle ve uysallığıyla övündüğü eşi Olivia. Henry, başlarda Olivia’nın kendi ölümünden sonra ikinci evliliğini yapabileceğini serin kanlılıkla düşünür ve onun güzel evi kaybetmesini ödeyeceği bir bedel olarak kafasında kurar; fakat sonlara doğru, yok oluşu kabullenemeyen narsisizmi ağır basar ve kendi ölümüne katlanamayan Olivia’nın da acısından intihar edeceği fantezisiyle kendini oyalar. Belki de Olivia, yolculuğun başlarındaki telefon konuşmasında, bir kahin gibi, Standish’in yaklaşan felaketini sezmiştir; çocukların babalarına özlemini hatırlattıktan sonra, basit ve en gerekli soruyu sorar: “Neden, Henry? / Bilmiyorum. / Henry! Sana ne oldu böyle? / Hiçbir şey, Olivia, cidden. Kendimi iyi hissediyorum. Kilo aldım ve hayatım boyunca kendimi hiç bu kadar güçlü hissettiğimi hatırlamıyorum.” [3] Henry’nin varoluşsal hesaplaşmasının ve kendini güçlü hissetmesinin bedeli, Olivia’nın güçten düşmesi ve yalnızlığa sürüklenmesi midir? Henry’nin fazla bir açıklama yapmadan ailesinden ve yaşadığı şehirden kaçışı, Olivia’yı da bir başka tür kazazede haline getirmiştir. Kendinden kaçış, başka yaşamları da etkilediğinde, hâlâ tek kişilik bir mesele sayılır mı?
II.
Gemiye bir erkek yerine kadın binse ne olurdu sorusunun yanıtında oluşan duruma, sadece erkek mürettebatın olduğu bir gemideki koşulları eklersek, Arjantinli yazar Norah Lange’in 45 Gün ve 30 Denizci (45 días y 30 marineros, 1933) romanına ulaşırız. [4] Lange’in 22 yaşında, Oslo’daki kardeşini ziyaret etmek için Arjantin - Norveç arasında yapmak zorunda kaldığı bir gemi yolculuğundan esinlenen bu roman, içerdiği tüm otobiyografik öğelere karşın, üçüncü şahıs anlatıcı perspektifiyle yazılmıştır; yine de, Lewis’in anlatıcısından daha dolaysız bir şekilde, anlatının baş kişisi olan Ingrid’in duygu ve düşüncelerine ortak olur. Geminin tek yolcusu Stevenson’ın sözleri Ingrid’i şöyle tanımlar: “(...) neşelisin, öyle ya da böyle, senin için nasıl göründüğün ya da diğerlerinin nasıl göründüğünün hiçbir önemi yok. Cana yakınsın. Kaptan ve zabitler arasında hiçbir ayrım gözetmiyorsun. Tuhaflaşmadan içmeyi biliyorsun ve kimin ne dediğine hiç mi hiç kulak asmıyorsun.” [5] Ingrid’in kamarasında tek başınayken sıla özlemi çektiği pasajları düşünürsek, bu bakışın genç kızın ruh halini kısmi olarak yakaladığını söyleyebiliriz. Lewis’in Henry’si için gemi yolculuğu özgürlüğe bir adım atmak ise, Ingrid için geçici bir tutsaklıktır. Bunun nedeni Ingrid’in bir kadın olarak Henry’den daha az özgürlüğe sahip ve daha çok tehdide açık olmasıdır. Henry için eğreti toplumsal rolünden kaçış yolu olan gemi, Ingrid için, ona rol biçen toplumun ta kendisidir.
Romanın başından itibaren, bir daralma sezgisiyle kuşatılırız. Daralma derken, bir çemberin daralması imgesini gözümün önünde canlandırıyorum: Merkezinde Ingrid’in durduğu dairenin çeperleri ağır ağır daralmaktadır; her geçen gün, gemideki erkeklerin kendisine daha çok yakınlaştığını hissederiz. Ingrid çemberin merkezinde olmayı istemese de, bir gemi dolusu Norveçli erkeğin ortasına neredeyse gökten düşmüş bir kadın olarak, ilgi ve cinsel gerilimin odağındadır. Lange’in ustalığı, bize bunu hem apaçık olarak, hem de jestlere, cümlelere, küçük olaylara gizlenmiş bir tekinsizlik olarak aktarmasındadır – kuşatılmanın tekinsizliği. Başlarda, erkeksi gurur ve eski usül şövalye korumacılığı, kibarlık törenleriyle ve pasif-agresif bir ısrarcılıkla genç kız üstünde baskı kurar; zamanla bu yaklaşım, yerini taciz sınırına gelip dayanan bir dizi aktif temasa bırakır. İkili karşılaşma kombinasyonlarını idare etmeye çalışan Ingrid, ortasında durduğu çemberin merkezini sürekli değiştirir; okyanus münzevisi haline gelmiş bu mürettebattaki subaylar ve kaptanla iletişimi toptan reddetmeyip, onları uygun bir mesafede tutmaya çalışır. Gemiden kaçması mümkün olmadığı için, onların tepkisini çekmeden ve içlerindeki canavarı hortlatmadan, adamlardan kaçınmanın yolunu bulmak zorundadır. Bu da, erkek egemen toplumda yaşayan her kadının günlük hayatta kendini savunma manevralarının bir başka türüdür – karada ya da denizde aynı zorlu dinamikler geçerlidir.
Önce geminin kaptanı, daha sonra ikinci kaptan açıkça Ingrid’e kur yaparlar; Ingrid’e göre üçüncü kaptanın da böyle bir niyeti vardır, sıranın kendisine gelmesini beklemektedir. İki adam da evli olduklarını Ingrid’den saklamamış, hatta evliliklerinde ne kadar mutsuz olduklarını da, belki ilan-ı aşklarına bahane olur umuduyla, ona anlatmışlardır. Ingrid ikisiyle de aynı mesafededir, ama adamlar birbirini kıskanır; birinci kaptan onu diğerlerinden koruyabilecek tek kişi olduğunu iddia eder; ikinci kaptan ise onu birinci kaptandan koruma iddiasındadır. Kaptan zil zurna sarhoş bir halde ilk kez kamarasına girip onu zorla öpmeye çalıştığında, Ingrid’in perspektifinde bir zorbalık, bayağılık ve tükenmişlik imgesine indirgenir: “Sevilmemiş, başarısız erkekler silsilesinin nasıl da yakışıksız bir manzarasıydı bu! Aşk ayrıntılardan ibaretken bu nasıl bir inceliksiz sevgi kıtlığıydı! Kaba saba robdöşambrlı halinde, üniformalı halinden eser yoktu.” [6] Ingrid (sonradan alkolik olduğunu anlayacağı) kaptanı başından savmayı başardıktan bir süre sonra, bu kez ikinci kaptanın itiraflarını dinlemek zorunda kalır; üç yıl önce tanışsalardı onunla evleneceğini söylemesi üzerine verdiği yanıt, onu savunmasız ve naif sanan subayların ne kadar yanıldığını gösterir: “(...) Üç yıl önce de olsa... Yine de seninle evlenmezdim... Neden ‘artık çok geç’ derler? Neden bazıları kendileri için her zaman geç olacağı ihtimalini düşünmezler? Öyle şıp diye kadınların onlardan hoşlanmalarını beklerler? Bir kadını hiçbir zaman ‘Keşke seni daha önce tanısaydım!’ derken duymazsın.” [7] Çember daralmaktadır: “Gemideki herkes yaptıklarımdan sürekli aşk mesajları çıkarıyor, benimse hiç böyle bir niyetim yok.” [8]
Norveç Bağımsızlık Günü’nün yıldönümü kutlamaları, Ingrid açısından, olayların can sıkıcı olmaktan çıkıp, ürkütücüleştiği dönüm noktası olur. Romandaki hissiyatın geçirdiği aşamaları sembolize edersek, belki şöyle bir sıra izleyebiliriz: Ingrid önce bir çemberin üstünde daireler çizmektedir; sonra çemberin merkezinde olduğunu ve çeperlerin giderek daraldığını fark eder; Bağımsızlık Günü ile birlikte, sabit bir noktada durmaktan çıkıp, bir girdabın sarmalında, döne döne dibe çökmeye başlar. Bu, zehirli erkekliğin sarmalıdır; maçoluk arzusu, milliyetçilik, yarı-militarist hiyerarşi, bolca alkol ve kendinden nefretle beslenen bu girdaba kapılmamak için, sürekli başını dik, aklını selim, mesafesini sabit tutmak zorundadır. Artık sadece kaptanın değil, kutlamaların giderek zıvanadan çıkan coşkusu içinde sarhoş olmuş tüm denizcilerin, zabitlerin, aşçının, elektrikçinin ve kamarotun da hedefindedir. Hepsi onunla dans etmek, ona temas etmek, ondan bir öpücük koparmak, onun yakınında olmak, o istemese de onunla konuşmak derdindedir. Kapılar zorlanır; gölgelere saklanılır; duvarlar yumruklanır; kaba kuvvet de, acındırma taktikleri de denenir – Lange, erkeklerin çoğunlukta olduğu bir ortamda bir başına kalmaktan kaynaklanan tekinsizliği oldukça vurucu bir şekilde aktarır. Ingrid, kaptana yazdığı bir mektupla kendisinden şikâyetini dile getirdiğinde, kaptan öfkeden kendini kaybeder ve kendi gemisinde bunu hakaret kabul ederek, cebinde az bir parası olan Ingrid’i ilk limanda gemiden atmakla tehdit eder. Bu kişinin, oğlunun öldüğü yalanını söyleyip Ingrid’e kendini acındırmaya çalışan aynı kaptan olduğunu vurgulamakta fayda var; yani manipülasyonun kızı savunmasız bırakmadığını fark ettiği anda narsisistik öfke krizine girerek rütbesini devreye sokması ve kızın argümanlarını gemiye saygısızlık bağlamında değersizleştirmeye çalışması, bir davranış kalıbı olarak dikkat çekicidir. Diğer yandan Ingrid, kendini olabilecek en açık şekilde ifade etmekten vazgeçmez: “Samimiyetimin atfettiğinizden farklı bir anlamı olduğunu anlatmaya çalışıyorum size. (...) Yaşamayı seviyorum, hem de fazlasıyla. Hayatıma dokunan insanlara karşı fazlasıyla sempati duyuyorum. Kendimi iyi hissetmek için herkesin neşeli, mutlu olmasını istiyorum. Ve bu, doğal olarak, yanlış taraflara çekiliyor, yanlış yorumlanıyor. Biraz üzücü de olsa bu böyle.” [9]
Lange’in kadın bakışıyla, erkek bakışının kalıplarını deşifre etmedeki ustalığı, şaşırtıcı bir şekilde günceldir; sanki doksan yıl önceden bugün artık yüksek sesle dile getirilebilen meseleleri öngörmüştür. Israrcılık, takipçilik, hayırı yanıt kabul etmeme, kadının yalnızlığını veya dışadönüklüğünü yakınlaşmaya razı olduğu şeklinde kabul etme, erkekler arasındaki rekabetin yol açtığı yıkıcı şiddet gibi konular, 1933 tarihli bu romanda mevcuttur. Öyleyse, bu talepkâr, tehditkâr ve sonunda tacizkâr olabilen baskının belli bir kültüre, eğitim düzeyine veya belli bir çağa ait olmayıp, doğrudan erkek egemen toplumsallığın sonucu olduğunu görmek gerek. Ticaret gemisi, toplumun küçük bir modelinden başka bir şey değildir; Lange’in Arjantin edebiyatında varolma mücadelesini düşünürsek, yazınsal cemaati de imler. Bununla birlikte, Lange’in bu romanda herhangi bir ahlakçı kaygısı olmadığını gözden kaçırmamak gerek: Ingrid eğlenmeyi seven, gemideki erkeklerle birlikte içki içmekten çekinmeyen (ve onlardan daha uzun süre ayık kalabilen), özgürlüğüne düşkün bir genç kadındır. Yeterince parası olmadığı için bir yolcu gemisi yerine yük gemisine binmiştir – ki bu bile cesaretinin kanıtıdır. Kendini baskılamayı sevmediğinden, sürekli tetikte kalmak onun için bir işkence halini alır. Maria Elena Legaz’ın, kitabın sonunda yer alan yazısında vurguladığı gibi, Ingrid’in, çevresini saran erkeklerin kimileri gülünç kimileri mantık dışı arzularına yanıt vermeyişi, kendi cinsel dürtüsünü baskılamasından değil, bu erkeklerin onda yeterince tutku uyandıramamasından kaynaklanır. [10] Romandaki aşk itiraflarının çoğu film klişelerinin parodisi gibidir; Lange, arzu manevralarının ve beceriksiz baştan çıkarma taktiklerinin haritasını çıkarır. Son kertede, sağlıklı alaycılık travmatik tekrara galip gelir; Ingrid, birkaç sıçrayışla çemberin merkezini terk eder ve girdaba çekilmekten kurtulur.
III.
Aynı “ada” ve “deniz” gibi, “gemi” de verimli bir metafordur. Bu iki metinde karşılaştığımız “gemi”ler, olan bitenin mekânı olmak dışında, esnek metaforik bir yorum olanağı da tanır. İlk hikâyede gemiden düşmek ve yolculuğun kesintiye uğraması, hiç beklenmedik bir anda, modern burjuva toplumunun ve kültürünün içi boş ritüellerinin karşısına doğanın öngörülemezliğinin dikilmesi olarak yorumlanabilir. İkinci hikâyede bir ticaret gemisinde sıkışıp kalmak ve bir türlü bitmeyen yolculuk, bu toplumun ve kültürün (edebi kültür dahil), kadını sınırlamaya veya nesneleştirmeye çalışmasının alegorisi olarak okunabilir. İki unutulmuş (ya da geç keşfedilmiş) yazar, Herbert Clyde Lewis ile Norah Lange’in imgeleminde uzanan bu yalnızlık denizinde, kendi olamadığı bir sürüklenişe son vermek isterken gemiden düşen Henry ve kendi olup gemide kaldığı halde denize düşmüş gibi boğulan Ingrid vardır. Topluma uyum sağlamış üst sınıftan orta yaşlı erkeğin bağımlı hayatı sona ererken fark ettiği uzun gaflet, toplumda hayatını sürdürmeye çabalayan bağımsız genç kadını sıkıştıran baskıcı bakıştan farklı değildir. Ancak, nasıl mücadele edeceğini bilmediği için teslim olan Henry’nin aksine, mücadelenin içine doğan Ingrid, kendini var etmeyi başaracaktır.
DEĞİNİLER:
[1] Herbert Clyde Lewis, Gemiden Düşen Adam, Çev.Meltem Yılmaz Deniz, Holden Kitap, 2024
[2] Brad Bigelow, “Herbert Clyde Lewis ve Gemiden Düşen Adamın Kurtarılması”, Gemiden Düşen Adam içinde sonsöz olarak yer alıyor. (s.95)
[3] Herbert Clyde Lewis, a.g.y., s.30-31
[4] Norah Lange, 45 Gün ve 30 Denizci, Çev.Şermin Elidar, Everest Yayınları, 2023
[5] Norah Lange, a.g.y., s.38
[6] Norah Lange, a.g.y., s.49
[7] Norah Lange, a.g.y., s.66
[8] Norah Lange, a.g.y., s.74
[9] Norah Lange, a.g.y., s.137
[10] Maria Elena Legaz, “Sesini Bulma Yolunda Norah Lange ve 45 Gün ve 30 Denizci”. 45 Gün ve 30 Denizci içinde sonsöz olarak yer alıyor. (s.166)
Comments