top of page

Şeyler Çağının Sonu

  • Barış Açar
  • 15 Eki
  • 6 dakikada okunur

Barış Açar


"Ötekinin ortadan kayboluşu, akıllı telefonun bizi yalnızlaştırmasının ontolojik sebebidir. Biz bugün tam da yalnız olduğumuz için bu kadar aşırı ve zorlayıcı şekilde iletişim kurmaktayız. Fakat hiper-komünikasyon boşluğu doldurmaz. Yalnızca yalnızlığı derinleştirir; çünkü onda ötekinin mevcudiyeti eksiktir."


10/25 | Kitap


ree


“Topraktan evler yapan bu eller miydi

Ki şimdi değmekte toprak olan evlere.

El işi vazifelerin önünde

Tırnaklarını yiyerek düşünmek ne iyiydi.”

Dağlarca


Elle tutulur şeylerin sonu mu? Yirmi dört saatlik hikâye’ler, aurası kaybolmuş fotoğraflar, sonsuzca çoğaltılarak biricikliğini yitiren imajlar ve artık bulut teknolojilerinde ikamet eden kalabalıkların âleminde maddi dünyanın, nesnelerin, diğer bir deyişle şeylerin yerini şey-olmayanların aldığını belirtiyor Byung Chul-Han. Şey-Olmayanlar gündelik hayatı tesis eden maddi nesneler örüntüsünün  dijital temsillere terk edilişinin anlatısı. Çağdaş dünyadaki bu dönüşüm şeylerle aramızdaki ilişkiyi kökten dönüştürdü. Simgesel hapishanelerimizde görünürlüğümüz metanın kullanım değerine tabi. Kültürel kodlarımızın kapasitesini aşan bir beğeniyle sarmalanabiliyor ve yine ihlalle çalışan değersizleştirme stratejileriyle kuşatılabiliyoruz. Dokunmanın antropolojik belirlenimlerinden yoksun kaldık. Tokalaşmak elde bıçak olmadığının kanıtıymış; kadeh tokuşturmak içkinin birbirine karışmasını sağlıyor ve ev sahibinin misafirini zehirlemediğini gösteriyormuş; artık tehdidin varlığına ya da yokluğuna dair uzlaşımlarımız yok. Arkadaş setlerinin hızla değiştirildiği bir dönemde dostluk, dayanışma fikrinin uzağında kaldık; birbirimizin arkadaşından ziyade şebekesi, ağı ya da takipçisiyiz. Bu da ötekinin yokluğuna tekabül eden narsistik bir yansımaya indirgiyor hepimizi. Başkalarıyla ilişkimizi benlik sunumumuzu besleyen bir veri-ağının insafına bıraktık. Melankoliyi bile başlatamayacak yalnızlıktan farklı bir tek-başınalık belki bu. Salt ben’imizi çoğaltan hayatsız hayaletlerle muhatap olduğumuz bitimsiz bir gösterinin içindeyiz. Byung Chul Han son kitabında bu hızlı dönüşümlerin yaşam dünyası (Lebenswelt) açısından neden “altüst oluş” anlamına geldiğini inceliyor ve şöyle yazıyor:

"Ötekinin ortadan kayboluşu, akıllı telefonun bizi yalnızlaştırmasının ontolojik sebebidir. Biz bugün tam da yalnız olduğumuz için bu kadar aşırı ve zorlayıcı şekilde iletişim kurmaktayız. Fakat hiper-komünikasyon boşluğu doldurmaz. Yalnızca yalnızlığı derinleştirir; çünkü onda ötekinin mevcudiyeti eksiktir.”(s.34)

ree

Şeyin sabitliği maddeye salt işlev ya da kullanım değeri kazandırmıyor aynı zamanda onu huzurunda tefekkür edilebilir bir nesne kılıyordu. Anlam, şeylerin tarihini, doğasını ve onlarla ilişkimizin arkeolojisinden kaynaklanan kadim bilgiyi dolaşımda tutan bir epistemolojide mümkündür. Fakat bugün bulutsu evren, enformasyonu her an yanlışlanabilir, muğlak, dolayısıyla veriyi de ikame edilebilir ve yüzer-gezer hale getiriyor. Zaman kategorisinin ötesine uzanan bu zamansız şey-olmayanlar da nostaljik unsurlara dönüşemiyor, geçmişi meşgul edemiyor, tarihsiz kalıyor; toplumsal bir hafızada değil de tamamen akıllı aletlerin kapasitesi dahilinde ölçülebilir bir “hafızada”, örneğin bir hafıza kartında bekliyor. Mekânda yer tutmayan bir veri dolaşımının unsurlarına dönüştükçe bulunuşumuz anlamca yoksullaşıyor.

Sembolik içeriklerin ve bu türden bir soyutluğun elle tutulabilir olmadığı üzerinde de duruyor yazar. Oysa insanın varoluşsal imkânı avucuna aldığı şeylerle tanımlanabilirdi; dünya deneyimimizin, kültüre eklemlenmenin kaydadeğer bir yönü bu temasla açıklanırdı. Bu yeni durum dünyayı biçimlendirmekten ve şeylerin bu biçimlendirmeye direncinden türeyen gerçekliği askıya alır. Üstelik sadece paralel bir simülasyon ya da aslının yanısıra kopyalanmış bir hayat gibi ikileme veya çeşitlendirmeler de söz konusu değil artık. Yalnızca algoritmalarla düzenlenen, tüm duygulanımların bu algoritmik varyasyonlara uygun belirlendiği, haliyle ekonominin ve siyasetin araçlarının da bu simgesel-iç’e aktarıldığı bir yeni dünyadır bu; tam erişilebilirliğin dijital ışıltısı içindeki bir dünya:

“Akıllı telefon ekranındaki tuşlara sürekli dokunma ya da kaydırma hareketleri, şiddetli biçimde dünyaya etki eden neredeyse liturjik bir jesttir. Beni ilgilendirmeyen enformasyonlar hızlı biçimde kaydırılıp kenara atılır. Buna karşın hoşuma giden içerikler ise parmakla yakınlaştırılır. Bütün dünya kontrolümdedir. Dünya bütünüyle bana göre düzenlenmek durumundadır. Bu şekilde akıllı telefon kendine-bağlılığı kuvvetlendirir. Tıklayarak dünyayı kendi ihtiyaçlarıma tabi kılarım. Dünya bana tam erişilebilirliğin dijital ışıltısı içinde görünür."(s.26.)

ree

Şey-olmayanların dijital dünyasında öteki fikrinin yitimiyle birlikte ontoloji de dönüşür. Kitabın "Hayaletler" başlıklı bölümü yeni ontolojik işleyişin vurgulanması açısından da önem taşır. Byung-Chul Han Kafka’nın Aile Babasının Kaygısı’ndaki Odradek figürünü çağdaş dünyanın simgesi olarak okur. Odradek, ne tam anlamıyla bir nesne ne de bir canlıdır; bobin gibi yıldız biçimli, ipliklerle sarılı bir şeydir ama konuşabilir, düşünür ve ölmediğini söyler. Odradek’in babada uyandırdığı tuhaf huzursuzluk, Han’a göre şeylerin artık anlamın taşıyıcısı olmaktan çıkmış olduğu bir dünyada insanın hissettiği metafizik rahatsızlığa denktir. Odradek, “şey” ile “şey-olmayan” arasındaki sınırda, modernliğin en karanlık geçidinde belirir. Bir zamanlar insana direnen, ağırlığıyla dünyayı mümkün kılan nesnelerin yerini artık maddesiz, veri formunda, geçici imajlar almıştır. Odradek bu yeni dünyanın, “dematerializasyon”un, diğer bir deyişle dünyanın maddi temelini kaybetmesinin alegorisidir.

Han’a göre Kafka’nın bu ucube varlığı, Benjamin’in “şeylerin dili” dediği sessizliğin bozulmuş, yankısız bir biçimidir. Şeylerin dili, Benjamin için varoluşun en derin anlamıyla temas kurmanın bir yoluydu; her şey, kendi sessiz varlığıyla bir anlam taşırdı. Odradek’in sessizliği ise artık bu anlamın kalıntısıdır: o konuşur ama sözleri boştur, varlığının bir nedeni yoktur, sadece sürüp gitmektedir. Han bu sürüp gidişi çağdaş dijital varoluşla özdeşleştirir. Bulut sistemlerinde saklanan veriler, ölmeyen dijital profiller, ağlarda asılı kalan görüntüler — hepsi Odradek gibidir. Ne tam olarak yaşayan ne de ölen, ne bir işe yarayan ne de kaybolan bu dijital varlıklar, şey-olmayanlar çağının sakinleridir.

ree

Kafka’nın hikâyesindeki ev sahibinin Odradek karşısındaki korkusu, Han’a göre günümüz insanının kendi üretimlerinin, kendi verilerinin, kendi simülakrlarının karşısında hissettiği sessiz dehşettir. Yabancılaşmanın da yeni bir tarzıdır bu. Odradek’in “ölmeyeceğini” söylemesi, anlamın çöktüğü bir dünyada bile varlığın süreceğini ima eder. Artık hiçbir şey yok olmaz; her şey arşivlenir, kaydedilir, yedeklenir. Yokluk bile ortadan kalkmıştır. Han için bu, insanın dünyayla kurduğu ilişkinin en köklü kaybıdır: elin nesneyle temas ettiği, direniş hissettiği, şeylerin sürekliliğiyle zamanın aktığı bir dünyadan; temassız, ağırlıksız, sayısallaştırılmış bir varoluşa geçilmiştir. Odradek bu geçişin hayaletidir — hem anlamın çöküşünü hem de yokluğun imkânsızlığını içinde taşır. Kafka’nın hikâyesindeki küçük, absürd, ipliklerle sarılı o varlık, Han’ın dünyasında dijital çağın simgesine dönüşür: köksüz, ama ölümsüz; sessiz, ama verilerle konuşan; var, ama şey değildir artık.

Han, Odradek figürünü sessizlik düşüncesine bağlarken, şeylerin kaybıyla birlikte sessizliğin de ortadan kalktığını söyler. Şeyler yalnızca dokunulabilir, ağırlığı olan varlıklar değildir; onlar aynı zamanda sessizliğin taşıyıcılarıdır. Bir masa, bir taş, bir ağaç, bir kitap — konuşmazlar ama bu suskunluklarıyla bizi çevreleyen bir derinlik, bir direnç oluştururlar. Sessizlik, Han’ın dünyasında, anlamın kaynağıdır: düşüncenin doğduğu, hatıranın yer ettiği, varlığın yankılandığı bir alandır. Oysa “şey-olmayanlar”ın hüküm sürdüğü dijital çağda bu sessizlik çözülür; çünkü bilgi ve veri, sürekli olarak konuşur, güncellenir, bildirim gönderir. Her şey duyulur, görünür, erişilebilir hale gelir, böylece hiçbir şey artık sessiz değildir.

ree

Han’a göre bu gürültü, sadece işitsel bir fazlalık değildir; ontolojik bir bozulmadır. Sessizliğin yokluğunda düşünce yüzeyde kalır, derinlik kaybolur. Atonalite algılanabilirlik uzlaşımlarını tahrif eder. İnsan, kendi içinden bile yankı alamaz hale gelir. Odradek’in tuhaf sessizliği tam da bu yüzden ürkütücüdür: o, şeylerin anlam dolu sessizliğini değil, anlamı yitirmiş bir dünyanın boşluğunu taşır. Bir zamanlar sessizlik, varlığın kendi kendine konuştuğu bir alandı; şimdi ise sessizlik bile şey-olmayanlara, verinin gürültüsüne karışmıştır.

Han bu kaybı, insanın dünyayla ilişkisindeki en büyük yitim olarak görür. Çünkü sessizlik olmadan ne düşünmek mümkündür ne de sevmek, hatırlamak, yas tutmak. Sessizlik, direnişin son biçimidir; dijital çağın hızına, sayısallaşmanın ağırlıksızlığına, görünürlük zorunluluğuna karşı bir biçimdir. Şeylerin sessizliğini yitirdiğimizde, aslında dünyanın bizi içine alan yankısını da kaybederiz. Odradek’in sessiz varlığı, bu kaybın yankısız bir işaretidir: bir çağın son sessizliği, sesi kalmamış bir dünyanın kendi üzerine kapanan soluğu.

Han, sessizliğin kaybını yalnızca bir kültürel ya da ruhsal mesele olarak değil, doğrudan "infosfer kapitalizmi"nin işleyişiyle bağlantılı bir dönüşüm olarak görür. İnfosfer kapitalizminden kastı medya peyzajı ya da algı alanı biçiminde de ifade edilen dijital ağ paradigmasıdır. Şey-Olmayanlar’da sessizlik, bilginin ve verinin ölçülmediği, paylaşılmadığı, dolayısıyla ekonomik olarak değersiz bir alanı temsil eder. Oysa infosfer kapitalizmi, tam da bu sessiz, görünmeyen, içsel alanları sömürgeleştirmek üzerine kuruludur. Dijital ekonomi, insanın dikkatini, zamanını, düşüncesini veri formuna çevirerek dolaşıma sokar; sessiz kalanın, gizli kalanın üretkenliğini ortadan kaldırır. Böylece her an konuşan, tepki veren, tıklayan, paylaşan bir özne tipi ortaya çıkar — Han’ın tabiriyle “veri öznesi.”

ree

Bu sistemde sessizlik, bir arıza ya da kayıp olarak algılanır; çünkü sessizlik, akışın durduğu, veri üretiminin kesildiği bir andır. Han’a göre bu nedenle dijital çağın temel itkisi, sessizliği sürekli ihlal etmektir: her bildirim, her paylaşım, her içerik, bu ihlalin küçük bir tekrarına dönüşür. Odradek’in sessizliğiyle dijital dünyanın gürültüsü arasında kurulan gerilim burada açığa çıkar: Odradek, hiçbir işe yaramayan, ama ölmeyen bir varlıkken; infosfer kapitalizmi, her şeyi işe yarar hale getirirken anlamın kendisini öldürür. Odradek’in anlamsız varoluşu, bugünün veri dünyasında anlamsız ama işlevsel hale gelmiştir — artık her şey konuşur, ama hiçbir şey söylemez.

Han, bu koşullarda sessizliğin yalnızca düşüncenin değil, özgürlüğün de son sığınağı olduğunu söyler. İnfosfer kapitalizmi sessizliğe tahammül edemez, çünkü sessizlikte ölçülemeyen, tahmin edilemeyen, satılamayan bir fazlalık vardır. O fazlalık, insanın henüz tamamen metalaşmamış, henüz algoritmaya çevrilmemiş yanıdır. Sessizliğin ortadan kalkması, bu kalan son insanlık payının da sistem tarafından ele geçirilmesidir. Dolayısıyla Han için sessizlik, dirençtir: Odradek’in anlamsızlığının karşısına konabilecek tek anlam biçimi, konuşmayan, ölçülmeyen, görünmeyen bir varoluşun olasılığıdır. İnfosfer kapitalizminin gürültüsü içinde sessizlik, artık yalnızca yokluğun değil, özgür olmanın biçimidir.

Kaynak: Byung Chul-Han, Şey-Olmayanlar: Gündelik Hayatın Altüst Oluşu, Türkçesi: Enes Özel, Ketebe Yay., 2025.




Üst
bottom of page