top of page

Tazeliğini Muhafaza Eden Bir Roman: ''Tebaa''

Gökhan Yavuz Demir


“Artık prensten değil, onun biçimlendirdiği tebaadan, II. Wilhelm’den değil, tanık Hessling’den söz edeceğim. Siz onu gördünüz! Ortalama bir zekâya sahip sıradan bir insan, çevreye ve fırsatlara bağlı, durum aleyhine geliştiği sürece cesaretsiz, ama durum lehine döner dönmez büyük bir özgüvene sahip bir insan.”


12/24 | Kitap

 

“Artık prensten değil, onun biçimlendirdiği tebaadan, II. Wilhelm’den değil, tanık Hessling’den söz edeceğim. Siz onu gördünüz! Ortalama bir zekâya sahip sıradan bir insan, çevreye ve fırsatlara bağlı, durum aleyhine geliştiği sürece cesaretsiz, ama durum lehine döner dönmez büyük bir özgüvene sahip bir insan.”


Heinrich Mann, Tebaa

 

Hiçbir ışık kendi karanlığından muaf değildir. Aklın hemen dibinde akıldışı sessizce tarih sahnesine çıkacağı ânı beklerken semirmeye devam eder. Karanlık ve aydınlık, cehalet ve bilgi, aptallık ve akıl, insanî hırslar ve insanî değerler, uygarlığın hoşnutsuzlukları ve uygarlığın başarıları, doğal durum ve toplum sözleşmesi değişen oranlarda olsa bile daima bir arada bulunur. Tarih tam da bu karşıtlıklar arasında bir sarkaç edasıyla ağır ağır salınır. İşte bu sebeple bazen bütün bir ülke bir askerî kışlaya yahut bir okul bahçesine dönüşür. Ustasının elinde edebiyat böyle dönemleri kanonik bir esere dönüştürür ve tarihin sarkacı ne vakit toplumların akıl tutulması yaşadığı ve hamaset içinde boğulduğu bir döneme denk gelse insanlık bu kanonik eserlerin asla tazeliğini yitirmediğini ve ölümsüz olduğunu, isabetli öngörü ve tespitlerine hayranlık duyarak hatırlar. Tıpkı Heinrich Mann’ın Tebaa’sını okuduğunda her şeyin kendisine çok tanıdık gelmesi gibi...


Heinrich Mann ilk notlarını daha 1906’da aldığı Tebaa’yı yazmaya 1912’de başlar. Aslında I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden az evvel, 1914’te tamamlanan roman Die Ziet im Bild’de tefrika edilmeye başlansa da çok geçmeden “uygunsuz” olduğu gerekçesiyle yasaklanır. 1915’te Rusçası yayınlanır. 1916’da on-on beş adet kadar özel basılan Tebaa, ancak I. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra, 1918’de Almancada ilk baskısını yapabilir. Mann 1925’te Tebaa [Der Untertan], Yoksullar [Die Armen] (1917) ve Şef [Der Kopf] (1925) romanlarını, İmparatorluk [Das Kaiserreich] adı altında toplayarak bir üçleme hâline getirir — umalım da söz konusu üçlemenin kalan iki cildi de tez vakitte tercüme edilip yayınlansın.



Bu üçlemede Kayzer Wilhelm Almanyası’ndaki para, mevki ve iktidar hırsına odaklanan Mann, bilhassa II. Wilhelm dönemindeki Alman toplumunun otoriter yapısını sert bir dille eleştirir. Bilhassa Tebaa’da hayatı anlatılan Diederich Hessling, Wilhelm Almanyası’nın bir karikatürü olarak II. Wilhelm’in köle ruhlu bir hayranıdır. Hangisi olduğu fark etmeksizin her türden otoriteye düşünmeden itaat eder ve yeni kurulan Alman İmparatorluğu’nun milliyetçi hedeflerine sorgusuz sualsiz bir sadakat sergiler. O da Bismarck gibi “Sorunların konuşularak değil, kan ve demir ile çözüleceğine” inanır: “Kan ve demir hâlâ en etkili tedavi! Güç, hukuktan önce gelir!” (s. 321).



Daima güçten anlayan Diederich, gücünün yettiğinden itaat talep ederken gücünün yetmediğine de itaat etmeye düşkündür: “Ezmek isteyen ezilmeyi kabul etmeliydi, bu gücün sarsılmaz yasasıydı” (s. 400). Roman boyunca idealleriyle eylemleri sık sık ters düşse de güce ve başarıya tapınmasıyla medenî cesaretten yoksun karaktersizliği hiç değişmez. Aslında Diederich kendi fikirleri, sesi, beğenileri, kişiliği olan bir birey değildir. Bunu da işler ters gitmeye başladığında en iyi kendisi bilir; fakat olayların akışı esnasında toplumsal talihin ve çoğunluğun yanılgılarının onu başarıya yaklaştırdığı her anda da kamu önünde çizdiği portrenin albenisinden yine en çok o etkilenir. Kendi yalanlarının en büyük hayranı yine kendisidir. Herkesi sindirecek kadar bağımsız ve kendisi olmak isteyen ama son tahlilde asla kendisi olamayan bir zavallıdır: “Diederich hayranlık duyduğu büyük güçler tarafından ezilmemek için sessizce ve sinsice hareket etmeliydi” (s. 13).



Küçük bir kâğıt fabrikasının sahibinin oğlu olan Diederich Hessling kendini beğenmiş ve mızmız bir çocuktur. Daha küçük bir çocukken okulda muhbirlik yapmaya başlar. Hem öğretmenlerine hem gammazladığı sınıf arkadaşlarına şirin görünür. Kimseyle kötü olmak istemeyen, her zaman garantici olmayı hedefleyen bir kişiliği vardır: “Diederich’i güçlü kılan şey çevresindekilerden aldığı alkıştı, azgın kalabalığın içinden ve dışından ona yardım için uzanan ellerdi (…) Sorumluluk paylaşılınca ve kolektif bir bilinç olunca, insan kendisini ne kadar da mutlu hissediyordu” (s. 14). Daha sonra Berlin’e üniversite okumaya gider. Orada düello yapan ve şövalye değerlerini yücelten bir öğrenci birliğine katılır. Fikirleri olmadığı için onun üzerinde güçlü bir intiba bırakan herkesin fikirlerinden etkilenir, çoğu kez bu fikirler birbirine ters düşse bile. Bu yüzden de yaptığıyla dediği, dediğiyle yaptığı birbirine hiç uymaz. Gönüllü olarak askere yazılır ama askerden uyduruk bir sağlık raporuyla muaf olur. Evlerine sık sık misafir olduğu babasının iş arkadaşlarından Herr Göppel’in kızı Agnes’e tutamayacağı aşk sözlerini yürekten inanarak verir ve sonra yine aynı inanç ve coşkuyla genç kızı terk eder. Sonunda doktorasını tamamlayarak Netzig’e dönüp babasının fabrikasının başına geçer. İlke süsü verdiği ilkesizliğiyle de çok geçmeden kasabada etkin bir siyasî figüre dönüşür. Zengin bir kızla evlenip çocuklar yapar. Aslında bütün bu hikâye sadece Diederich Hessling’in şahsının değil, hemen hemen her devirde kendi despotunu, kayzerini arayan binlerce Diederich’in çok bilindik hikâyesidir.


Diederich hayatı yaşayış biçimiyle tam bir kayzer-olmayan kayzerdir. Dönemin Alman iktidar düşüncesi onun şahsında tecessüm etmiştir. Bu hâliyle Diederich Almanya’daki binlerce küçük kayzerden biridir ve tam da bu sebeple sağlıklı ve huzurlu bir toplum için büyük tehlikedir. Bunun farkında olanlardan biri liberal kanadın temsilcilerinden avukat Wolfgang Buck, Netzig’deki Kayzer’e hakaret davasında bunu dile getirir: “Ben Kayzerin (…) büyük bir sanatçı olduğunu söylemek istiyorum. (…) İşte tam da bu yüzden sıradan her insanın onu taklit etmesine izin verilmemelidir” (s. 238). Bu kayzercik aslında sıradan tebaadan biridir.



Tarihte hiç değişmeyen biçimde müesses düzen tebaadan özgürlüğünü alıp ona başkaları üzerinde tahakküm kurma hakkı verdiğinde bütün tebaa gönüllü olarak tahakküm altına girmeyi kabul eder. Hükmedilenlerin hükmetmesi üzerine inşa edilen bir iktidarda, toplum sözleşmesi infilak eder ve yerini doğal duruma bırakır. Artık gücü gücüne yetene buyurur. Polis köylülere, öğretmen öğrencilere, çavuş acemi ere, memur imza bekleyen vatandaşlara, erkekler kadınlara, ebeveynler çocuklara, ustabaşı işçilere, rektör öğretim üyelerine kendi minör iktidar alanında hükmetmeye başlar. Toplumda her kesimden bireyin artık yegâne hedefi kendine böyle bir minör iktidar alanı sağlayacak bir mevki, makam, pozisyon elde etmektir. Böyle bir pozisyona sahip olmak için tek yapılması gereken boyun eğmektir. Gerisi kendiliğinden gelir. Yeterince yaltaklananlar başkalarını ezme imtiyazıyla ödüllendirilir. İktidara yaslananlar kendi minör iktidarlarının buyruklarıyla baştan çıkar. Emirleri en iyi uygulayanlar emretmeyi en çok arzulayanlardır. Bu sayede piramidin en altındaki kayzerciklerin hükmetme rüyaları üzerine bütün bir topluma hükmeden Kayzerin iktidarı inşa edilmiş olur. Artık herkes sindirilmiştir. Bunun karşılığında da herkese gücü ölçüsünde başkalarını sindirme özgürlüğü tanınmıştır. Güçlü karşısında sinen ve güçsüzü sindiren herkes vazifesini ifa ediyordur. Diederich de herkesten biridir. İktidar önünde diz çökmekteki coşkusunu, ortamı boş bulduğunda başkalarına diz çöktürmek için de gösterir. “Her dönemde (…) onun gibi işini yapan ve siyasi bir görüş sahibi olan binlerce insan vardı. Buna eklenen ve onu yeni bir tip haline getiren şey, sadece davranış biçimidir: Gösterişli tavrı, yapmacık bir kişiliğe özgü mücadele ruhu, başkalarının hesabına da olsa, ne pahasına olursa olsun etkili olma isteği. Farklı düşünenler, ulusun üçte ikisi kadar olsalar bile, halk düşmanı ilan edilmeli. Sınıfsal çıkarlar söz konusu olsa da bunun üstü romantizmle örtülür. Daha alttakileri kontrol altında tutmak için tebaasına kendi gücünden gerektiği kadar güç katması istenen bir beyefendinin önünde romantik bir diz çöküş demektir bu” (s. 237).



Diederich’in kendisini Kayzerle özdeşleştirmesi, Mann tarafından romanda gerçek bir ustalıkla kurulmuş. Hessling biricik Kayzerinin veciz ifadelerini kendine şiar edinmiştir: “‘Ben sadece iki parti tanırım, benden yana olan ve bana karşı olan,’ demişti Kayzer ve bunda da haklıydı” (s. 131). Bu ifadeyi Diederich babasının fabrikasının yönetimini devralırken işçilere yaptığı konuşmada da kullanır. Kayzere sadece bıyıklarıyla, sert bakışları ve konuşmalarıyla benzemekle kalmaz. Netzig’de bir piyade erinin bir işçiyi vurarak öldürmesinden sonra gelişen olaylar esnasında bir grup milliyetçi arkadaşıyla Kayzere telgraf çekmeye gittiklerinde, Diederich Kayzerin ağzından bir telgraf yazarak piyade erini onbaşılığa terfi ettirir. Bu ertesi gün gazetelerde yayınlanır ve sonrasında da tekzip edilmez. Bir süre sonra Diederich Muharipler Cemiyeti’ne kabul töreninde yaptığı konuşmada kendi hamasetiyle coşarak yine Kayzerin gerekirse parlamentoyu feshedeceğini söyler. Bu ifade aynı biçimde gazetelerde yer bulur ve yine tekzip edilmez. Hatta bir süre sonra Kayzer de parlamentoyu hakikaten fesheder. Diederich bile, Kayzer gibi düşünen kayzer-olmayan bir kayzercik olmasına şaşar: “Diederich, majestelerinin her konuşmasındaki sözünün altına imzasını atıyordu, üstelik bunu ertesi günün azalmış etkisiyle değil, ilk ve daha güçlü haliyle yapıyordu. Çağdaş Alman özelliğinin özlü sözleriydi bunlar — Diederich, sanki kendi doğasının yansımasıymış gibi bu sözlerle yaşıyor, yaşamıyla onları bütünleştiriyordu; hafızası, bu sözleri kendisi söylemiş gibi hep canlı tutuyordu. Bazen gerçekten de onları söylüyordu. Diğerlerini ise, kamuyla ilgili durumlarda kendi buluşlarının arasına katıyor ve ne kendisi ne de bir başkası bunlardan hangilerinin Diederich’e, hangilerinin daha yüksek bir makama ait olduğunu ayırt edemiyordu” (s. 443).


Yukarıdakilere boyun eğen ve aşağıdakileri tekmeleyen Diederich’in ikili bir karakteri vardır: “Efendiler ve uşaklar her zaman olacaktır! (…) Çünkü herkes, üstünde korktuğu birinin, altında da kendisinden korkan birinin bulunmasına ihtiyaç duyar” (s. 383). O, bir efendi gibi hükmetme arzusu ile bir köle gibi tâbi olma duygusu arasında gidip gelir. Bunun için de anlamını hiç bilmediği yüce idealler ile koşullara uygun eylemleri arasında bölünür: Cesaret ve onur nutukları atar ama bal gibi de korkaktır; sözleriyle en uç noktaya kadar gidebilirken iç sesi ona daima temkinli olmasını hatırlatır; fanatik bir militaristtir fakat zorunlu askerlikten muaf tutulmak için tanıdık doktorlar aramaktan geri kalmaz; en büyük politik hasmı sosyal demokratlardır ancak iş dünyasındaki liberal rakiplerini yenmek için hiç sevmediği bir çalışanı ve sosyal demokratların adayı olan Napoleon Fischer’i parlamentoya seçtirmek için nüfuzunu kullanır; başkalarına vaaz veren katı bir ahlâkçıdır ama yalan söylemekte, arkadan iş çevirmekte ve hatta zina yapmakta hiçbir beis görmez — “Diederich’in, kendi çıkarı söz konusu olduğunda, biraz önce şiddetle dile getirdiği adalet duygusu, bir başkasının istekleri karşısında susuyordu” (s. 13).



Romana dair eleştirilerin çoğu Diederich’in gerçek olamayacak kadar karikatür bir tip olduğunu dile getirir. Hakikaten de anlaşılamayacak kadar karmaşık komplolar içinde Diederich’in sergilediği eylemler, ettiği sözler insana “bu kadar da olmaz” dedirtecek cinstendir. Fakat Mann, Hessling’in ahlâkî zaafları ve sığ gülünçlüğü üzerinden hem Wilhelmciliği hem de dönemin Alman kültürünü eleştirmeyi hedefler ve bunda da başarılı olduğunu kitabının basıldığında 100.000 kopya satmasından ve aradan geçen bunca zaman sonra bile hâlâ ilgi görmesinden anlayabiliriz.


Sürekli etrafındakilere “Nesnel olmak, Alman olmak demektir” (s. 142); “Almanlık kültür demektir” (s. 327) veya “Cermenler iffetlidir!” (s. 385) diye nutuklar atan bu düzenbaz ve korkak küçük adam, aslında kimseyi sevmemekte ve kimse tarafından da sevilmemektedir. Sadece kendi çıkarları için kaygılanan ve kendi küçük hayatını seven bu adamın tek yeteneği hiçbir şekilde ölçülemeyecek olan vatanseverliğidir. “Halk, iktidarın gücünü hissetmeli! İmparatorluğun gücünü hissetmek için insan yaşamının fazla bir önemi yok!” diye etrafındakilere efelendiğinde, romanın sonlarına doğru milliyetçi dalganın artışı karşısında taraf değiştirecek olan liberal doktor Heutefel onun yüzüne karşı acı gerçeği şöyle ifade eder: “Tabii sadece, o hayat sizinki değilse” (s. 145). Bu kadar coşkun bir hamaset ancak bu kadar kesif bir bencillikle mümkündür.


Diederich’in hayatındaki hiçbir figür, ne kadınlar ne de yerel politikacılar, aslında onun için bir anlam ifade etmez. Agnes’in aşkından ölürken, Guste için bütün kadınlardan vazgeçmeye karar verir; bu arada Papaz Zillich’in kızı Kätchen’i korkacak denli iffetsiz bulurken yine de arzulamadan duramaz. Bu arada roman içinde bu üç kadınla da hem evlenmeyi hem de asla görüşmemeyi cidden düşünür. Fakat her eyleminden önce Kayzeri ve Kayzerin şahsında tecessüm eden toplumsal ahlâkı ve ataerkil değerleri düşündüğü için arzuları ile yüce Alman idealleri arasında debelenip durur. Fakat konu siyaset ve ticaret olduğunda bu kayzercik daima yaslanacak birini bulur ve hemen Alman ruhunun biricikliği hakkında nutuklar atmaya başlar: “Bu yeni insan modeli zayıf ve uyumlu doğasıyla demir gibi görünmeye çalışır, çünkü hayalindeki Bismarck böyle biriydi. Bu yeni insan modeli haksız olarak daha yüksek konumdaki birilerine yaslanarak gürültü çıkarır ve tehlikeli olur. Şuna kuşku yok ki kendini beğenmişliğinin zaferi, ticari amaçlarına hizmet edecektir” (s. 238).



Diederich ekonomik çıkarları mevzubahisse, meselâ asıl maksadı zengin Guste’yle evlenmek veya Kayzer Wilhelm Anıtı için arsasını belediyeye satmak yahut da belediye meclisine üye seçilmekse, derhal en sefil niyetlerini vatan ve millet üzerine attığı hamasi nutukların coşkusuyla güzelce yaldızlar. Gerilim ve kaos, muhayyel iç ve dış düşmanların varlığı ona ve kendisiyle özdeşleştirdiği iktidara anlamını bahşettiği için, aslında toplumsal bir barışı hiç istemez. Sadece iktidar onu kapısında beklettiği zaman isyan eder: “Bizim isteklerimizi dinlemeyen, atlarının toynaklarını öptüğümüz iktidar! Çok sevdiğimiz için karşısında hiçbir şey yapamadığımız iktidar! İtaat etmek kanımızda olduğu için itaat ettiğimiz iktidar!” (s. 332). Ama sonra hemen sakinleşir ve bunları sanki hiç aklından geçirmemişçesine iktidara bütün şirinliğiyle yaltaklanmayı kaldığı yerden sürdürür. Çünkü başka türlü istediği saygınlığa ve zenginliğe ulaşamayacağını bilir. Ne yeteneği vardır ne de üniforması. Ne asildir ne de cesur. Ancak ve ancak küçük akvaryumun büyük balığı rolünü inanarak oynadığı müddetçe hayatta kalabilir.


Hükmetmek ile hükmedilmek arasında savrulan Almanların açmazı üzerine inşa edilen roman, Diederich’in egemen karşısındaki tavrını en iyi bu kadın-erkek ilişkileri sahnelerinde gösterir. Mann’ın kurgusunun simetrisi gereği, romanın başlarında terk ettiği kızının duyguları için kendisine ricaya gelen Berlinli fabrikatör Göppel karşısında tavizsiz bir ahlâk anlayışı sergileyen Hessling, romanın sonlarında kendi kız kardeşi Emmi’yi aynı ahlâkî gerekçelerle terk eden Teğmen von Brietzen’in ayağına gider ve birebir aynı ahlâkî gerekçelerle aşağılanarak reddedilir. Hessling’in iktidar karşısındaki ürkek ikircikliğini yansıtan bir başka komik ve çarpıcı örnekse, yine Mann’ın simetrik kurgusu gereği, romanın başında öğretmenlerinin bastonunu süsleyen ve onlar tarafından cezalandırılırken tatmin olan Diederich’in, romanın sonlarında cinsel heyecanı artık sadece sado-mazoşist bir şekilde, karısı Guste tarafından aşağılanırken yaşadığına şahitlik eden satırlardır. İktidar vurgusuna daima yoksun kalınan bir iktidar arayışı eşlik eder.



Böyle totaliter bir toplumda ahlâk çoktan iktidarın, insanların ve gündelik hayatın gündeminden düşmüştür. Belki de bütün bir romanın tek cümlelik özetini yine Hessling’in hem nefret etmekten hem de hayran olmaktan kendini alamadığı Wolfgang Buck dile getirir: “[A]hlaki değer ancak estetik değerle birlikte çöker ya da yükselir. Yalan idealler, bozuk bir ahlak anlayışını da beraberinde getirir, siyasi düzenbazlığı vatandaşın düzenbazlığı takip eder” (s. 238). Büyük Alman ulusuna dair atılan büyük palavraların arasında toplum her katmanında çürümeye başlamıştır. Estetik ve düşünce, siyaset ve ahlâktan çok evvel çökmüştür. Her şeyin yegâne ölçüsü Kayzer olduktan sonra, artık her şeyin değeri iktidara yakınlığı ve uzaklığıyla ölçülmeye başlar. Toplumlar çürümeye başladığında sadece siyaset tacirlerinin medeniyet tasavvuru palavralarının sesi duyulur ve bu ses başka her şeyi, bilhassa da sağduyuyu ve aklı bastırır.


Kasabaya her şeyini vermiş olan İhtiyar Buck, Diederich ile açgözlü milliyetçi güruh karşısında mücadeleyi çoktan kaybettiğini, kendisiyle beraber insanlığın ortak birikimi ve hayallerinin de gündemden düştüğünü anladığında şöyle der: “Onlar çok güçlendiler ama güçleriyle bu dünyaya ne daha çok ruh ne de daha fazla iyilik kazandırdılar” (s. 455). İşte Tebaa haddinden fazla güçlenen “onlar”ın, yani Diederichlerin insanlığın üzerine çöken karanlığının romanıdır ve yıllar sonra hâlâ bize şu yalın hakikati hatırlatır: Diederichlerin çoğunluğu ele geçirmediği hiçbir toplum kendi despotuna kavuşamaz. 


 

[*] Tebaa, Heinrich Mann, çev. Kasım Eğit & Yadigar Eğit, Ketebe Yay. 2024.

Comments


Commenting has been turned off.
Üst
bottom of page